31 Aralık 2011 Cumartesi

Bugün Seni aramayacaktım.....


Bugün Seni Aramayacaktım   



Saklanmak istediğim o kadar çok yer vardı ki; o zamanlar bu yerlerin hepsini biliyordum ve oralarda olabilirim sanıyordum. Geceleri yüzümü yıldızlarla dolu gökyüzüne çevirdiğimde, bir gün kendi hayatımdan bıkabileceğim aklımdan hiç geçmezdi.  Ama hayattan bıkmak herkesin başına gelebiliyormuş. Bunu anladığımda sen ardına bile bakmadan başka yollara doğru çevirmiştin yüzünü. Akşamdan sabahlara kadar her gece kendi ruhuyla karalanan basit bir yap boz kağıdı gibi yaşam. İnsanlar vardır, bu insanlar için bir takım fikirlerin hayatlarının herhangi bir yerinde herhangi bir şekilde girmesi ve onları kendi benliklerinden, aykırı bir halde düşündürür olabilmeleri imkânsızdır.
Yaşam sanki bütün kötü oyunlarını bana oynar gibi. Hep bu kötü oyununa geliyorum. Hiçbir zaman onun bu oyunu üzerimden oynamasına karşı çıkamıyorum.
Hayat bir sınav derler; ancak en zor sorular neden hep bana sorulur ki? Düş bile kuramaz hale gelir insan. Tüm bedenden ayrıdır düşler. Düşlerde; bir kahraman ya da bir balıkçısındır, ama düşünde sen, sen olmayı hiç hayal etmezsin. Hep bir başkasının yaşantısı emsal görünür, oysaki sana;  “Yaşamında ne olursa olsun, sadece kendin ol!”,  diyen yoktur. Hep bir başka hayal beklenir senden, sana sorulmayan sadece ne olacağın değil, hayatın köşe başlarını nasıl da habersice geçeceğin ve bir gün bir yerlerde yaşlanıp yok olacağındır.
            

Kendine başka yaftalar yapıştırır ve dersin ki: “İşte ben! Bu olmalıydım aslında.! ” Oysa, yaşamda elinde kalanlar senden başka bir şey değildir. Küçük hayatlar, küçük umutları beslerler. Hayallerin ne kadar büyükse, yaşam denilen saçmalığın senden başkasının başına gelmediğini anlarsın. İnandığın, aslında ölçeklere göre değişmemektedir. Yani seviyorsan, adı sevgidir. Bunu adı başka bir şey olsa da, temelinde yine senin sahip olduğun o his yumakları yatar. Buna; sen ve ben başka isimler taksak da adı değişse bile yüreği yırtışı aynıdır.  Ellerinden fırlayan birkaç damla kan ve kin yüreğinde bir gün ya sevgiye ya da seni bile eriten bir nefrete döner. Yollar ve ardına sakladığın o minicik düşler, bir sabah sıcak bir yatakta hayatı başkalaştıran bir buğuda uyanma özlemidir belki de. Ama hayat bunlara ne kadar müsaade eder bu bilinmez ya da gerçekten seni uyandıracak o buğu beklediğin midir bilemezsin. Ama yollar hep vardır. Yolların sonu; ya bir ovada taş olarak son bulur ya da içindeki düşüşünün hiç bitmeyeceği karanlık bir dehlizde. Dehlizlerde kolların iki yana açık düşerken içinde bulunduğun bu garip durum da nedir diye aklından geçirdiğinde; var oluşunun aslında hep bir dehlizden başkaları içine düşmek olduğunu anlarsın. Düşmek yaşamakla eştir bazı hayallerin kurulduğu o garip coğrafyalarda. Yırtık yüreğinle bulduğun acı başka olmayacaktır. Her zamanki hayaller ve onların kırık yarınları. Her şey aynı yansıma. Sen ve ben olan; o asi, o başıbozuk, o kimsesiz aksinle beraber kendini, hep ama hep aynı dehlizlerden düşüp başka dehlizler içinde bulacaksın.  Hayat sana diğerleriyle aynı oyunları oynayacak her seferinde. Senden daha da güçlü gözyaşı dökenler olacak, daha büyük sızılar çekenler ve senden ayrı olmayan düş kırgınlıklarını yaşayanlar olacak. 
Sadece sana hissettirdikleriyle bir başkasındaki yansımalar farklı olacak ve sana herkese geldiği gibi bir başkasının kederi gibi gelecek..
           

Aslında seni aramayacaktım. Sadece elim telefona gittiğinde aradan bu kadar zaman ve hal geçmişken anladım ki; seni aramalıyım. Neden diye sorma! Nedenler hiç bilemediğim ve hiçbir zaman da anlayamayacaklarımdır.  Yaşamayı,  sadece sorgulamalardan ibaret olarak görmüş ve hayatı en azından seninle olduğum bölümleri için nedensiz yaşamayı seçmiştim. Ayrılığımızın da bir nedeni olmamalıydı elbet. Olmadı da. Yalnız senin olmayı seçmiş ve yaşanılası tüm öykülerin içine seni katmıştım. Sen, benden biraz farklıydın. Seçimlerin benden farklı ve bir o kadar da alışık olmadığım durumlardı. Ancak senin hayatının içinde de ben vardım. Bunu bazen sen bana, bazen de ben sana yalanlar söyleyerek yapmıştık. Varsak vardık! Ancak her şey bu kadar da basit değildi kuşkusuz.
Usul usul girdiğinde büyüme çağım yatağıma, bunları o zamanlar düşünmeye fırsatım olamamıştı. Her yer yasaktı o zamanlar, kalp kırıklıklarından teşkil ülkeler vardı ve içinde benden başka kimselerin olmadığı şehirlerde yaşıyordum. İçinde bulunduğun dehlizlerin beni; yeni ve soğuk başka dehlizlere atmasının herhangi bir nedeni yoktu. Ama eski zaman hikâyeleri gibi birden bire gelişmiyordu hiçbir şey. Hayat aşk denilen denklemi çözememiş, çözemediği içinde yine; onu ve seni yok saymıştı. Oysa öyle sevmiştim ki seni; nedeni yoktu ve yeri hiçbir şeyle doldurulacak gibi değildi. Nedeni yoktu sevmelerin ve yeni dehlizlerde kollar açık, zemine kadar düşmelerin.
Gidişin, gelişin kadar farklı oldu. Nedeni yoktu bunun biliyordum. Dünya gülünçtü ve bizler içindeki birkaç yitik ve komik hayaldik.  Gerçek olan sadece ve sadece bedenlerimizin ansızın bir yerlerde kesişmesiydi. İlk defa bir rüya olarak girmiştin ruhuma ve hayatıma. Rüya gerçek kadar ıslak ve olmayacak kadar güzeldi. Birçok insandan gördükleri rüyaları dinlemiş ve bunların kaçının olduğunu merak etmiştim hep. Bana birçok rüyalarının gerçekleştiği söylüyorlardı. Ama benim gördüğüm rüyalar hiçbir zaman gerçek olmamıştı. Bunun için benim gördüğüm bir rüyaya bir şans vermem düşünülemezdi. Kendiliğinden olacaktı ya da olmamış bir rüya gibi diğerlerinin yanında bulacaktı kendini.
Birçok defa seni diğerlerinden ayrı, bir başka hal içinde görürdüm. Bazen yanındaki herkese kızardım. Sen bunlar olurken gayet mutlu ve beni görmez bir halde başkalarıyla olan yaşamını sürdürüp giderdin. O hayatın içinde olmak için o zamanlar karşı konulmaz bir istek duyardım ve isteklerim olmamış rüyaların yanına gider, oralarda kalırdı.


Birçok defa seninle yüz yüze kalmıştım. Aramızda geçen tüm konuşmalarda seni olduğun yerden başka yerlere taşır, tüm masumiyetini bir başka bedenmişçesine ruhuna yükler ve birden ovalara ve dağlara uzanan bir nehrin kenarında, bir ağacın gölgesine götürür bırakırdım seni. Oysa sen içinde bulunduğumuz şehrin kirli gürültüsünü tüm benliğinde hisseder, başka düşlere son bir ceza ya da ödül olmak için yeni bir fırsat beklerdin. Sanki seninle hiç olunamayacak gibi hissederdim o zamanlar. Oysa seninle sadece konuşmak değil tüm bir ruhu paylaşmayı istiyordu benliğim. Düşünceler ve sözler yetmiyordu yani. Seni götürüp kenarına bıraktığım nehir içimizi serinletircesine akıyor ve uyku gözlerinden tüm bedenine yayılıyordu.
Nerede bırakmıştım düşlerimi. Ne kadar biliyordum seni? Bunu anlamak için zaman bana hiç mi hiç yetmedi. Bazen rüyalar gerçeklerle ve gerçekler de hayallere karışıyordu. Alnım ve avuçlarım terliyordu. Kafamın derinlerinde bir yerinde garip ve mutluluk veren bir uğuldama başlıyordu. İşte o an tüm dünya birden gözümün önünden kayıp gidiyordu. Susmak gerekliydi ya da uyuyan başını sevgiyle okşamak. Birden kaldırıp gözlerini bana baktığın zaman rüyaların gerçek olabileceğini düşünmemiştim. Senden o zaman kadar hiçbir şekilde beni bulmanı beklememiştim. Ama nasıl olmuşsa olmuş ve beni bulmuştun. Beni buluşun bir şeyler için ilkti.
Rüyayı yeni görmüştüm ve olmayacağını düşündüğüm için çoktan unutup gitmiştim. Ateşten sözlerin olduğunu tahmin bile edemiyordum. Ama hayat senin ve benim anladığımdan daha da garip. Ne olacağı, ne zaman olacağı belli olmuyor. Birden güneş batıveriyor, birden evlerin perdeleri çekiliveriyor karanlığın üzerine. İşte o an dünyaya yeni ateşler geliyor birden bire.
Rüya karanlıklar içinde başlıyor, gün doğumuna kadar büyük bir istekle sürüyordu. İçinde sen vardın. Ben sadece rüyayı kendi gözlerimden seyrediyordum. Uzaklardan gelip bir odanın herhangi bir yerinde buluşturuyordu rüya seni ve beni. Önce perdeler çekiliyordu geceye, sonra da rüyalara perdeler. Her şey kendi lisanını üretiyor, bilinmedik dillerde anlaşıyordu tüm doğa. Gördüğüm rüya kendini gerçekleştirmek için ardımdan uzun bir süre beni kovalamıştı. Rüyamdan kaçtım. Ve hatta kendime; gidebileceğim yeni yollar buldum.
Yollar hep bir diğerini getiriyor, ömür; yol için bir başka çaba oluyordu sanki. Ancak nereye kadar kaçabilirdi ki insan. Rüya olacaksa olurdu, bunun önüne kimseler geçemezdi. Gece bir başka hale bürünüp, kendini yaşamın tam ortasına atıverdi. İçinde sen ve ben kaldık. Yapacak hiçbir şey yoktu, sarıldık. Rüya gerçeğe dönmüştü. Birden durup baktım ve rüyaların gerçek olabileceğine o vakit inandım. Kendi rüyalarım bile.
Ellerimi birden ellerinde bulmak ve yaşanabilir tüm tatları alabilmek ve yaşamda iki kişinin birden yanı rüyayı görmesi, denizlerin sonunu arayıp da bulan denizcilerin coşkusu gibi sarmıştı her yanımı. Yanında hiçbir şey bitebilecek gibi gelmiyor, sanki yaşadığımız her gün yeniden bir dünya oluyor, bedenlerimizden çıkan ateşler bulunduğumuz her yeri yakıp kül ediyordu. Yanan bedenlerimizden başka hiçbir şey değildi. Yarı acı, yarı tatlı bir şarkı takılıyordu dilime. Sen o büyük ağacın altında sere serpe yatarken ben o şarkının sonun getirmeye çalışıyorum. İçim kıpır kıpır ne seni, ne de seninle yaşayacağım zamanları bilmeden o şarkıyı usanmadan söylüyordum. Bir şeyler hiç eskimez gibi geliyordu o an bana. Yaşamın bizi eskitebileceği aklıma hiç gelmezdi. Oysa onun eskimesi bizim yok olmamız anlamına geliyordu. Ölmeyecektik. Sadece başka nehirlerin kenarında uyuyor olacaktın ve ben başka bir şarkının sözlerini kendi düşlerime söylüyor olacaktım. Ve öyle de oldu sonunda.
Rüya ile başlayan bir düş yalanlarla sona erdi. Sana dair her şey yalandı. Varlığın bile! Ben sadece seni var sanıyordum. Yanımda uyurken bile seni var sanıyordum ne komik. Ancak sen hiç olmadın yanımda. Dokunduğumda sen değildin, bana dokunanda.. Oysaki sen yanımda değil bizzat kendi geçmişinde ve geçmişine ait gölgelerinleydin. Sen; benimleyken kendi gölgelerinle beraber o şehir senin bu harabe benim dolaşıp duruyordun. Bana bazen o gölgelerin adlarıyla sesleniyordun bana. İşte o zaman ben oracıkta yok oluyordum. Ama sevmiştim seni bu gerçekti. Gölgeler umuruma gelmemişti ilk zamanlar. Çünkü onları ne tanıyor ne de tanımak istiyordum. Varlıklarıyla yaşabilirdim belki ama onları hayatım her anında görmek beni delirtiyor ve içimdeki delilerin gürültü yapmalarını sağlıyordu.
Oysaki farklı olabilirdi her şey. Tüm gölgelerini bana anlayacağım gibi söyleseydin, içimde onları yenebilir, onları çoğaltmaz ve yüreğimin aydınlığı ile onları dağıtabilirdim.  Ama olmadı. Bunları sen, bana sonsuzluğu yaşamaya başlayacakken, sanki sana âşık olmamam için ansızın söyledin. Oysa ne de müsaittik aşık olmaya. Seni ve beni ayıran sadece yollardı. Yollara alışkındık. Hiç yabancı hissetmedim yollara düştüğümde. Sende kendini bir yabancı gibi hissetmezdin eminim. Ama yalnızlığımızdan kopamadık. Bunu yapacak kudretimiz vardı. Yapsaydık belki de; şimdiki buhranlarımızın kaçı yaşıyor olurdu bilmiyorum.   
Hayatı yeterince anlamak için ölmek gerek sanırım. Ölmek için vaktin daha çok olduğuna dair inançlar var yüreğimde. Ölümü o bana gelene dek aramayacağım. Tıpkı seni aramaya elimin varmadığı gibi. Aslında fark ediyorum ki; seni aramamalıydım. Ne oldu, neden oldu aradım?
Sorma işte bugün seni aramayacaktım, aramadım da!









Halıda Kalan


 

Halıda Kalan



Hayata dair hep isteklerim oldu. Şimdi bilmediğim bir lisanda yaşatıyor hayat acılarını bana. Anlamadığım, sanki bunları yaşatmak ve sadece bana özel hale getirmek için uğraşmış bunca yıldır.
Ne komik? Oysa ben minicik bir damla bile değilim, milyarlarca yıldır süren, hayat denen kavgada; yaş ve boy olarak.
Bu gün geçmişi mi eledim ve aklıma ne de çok yenilgi aldığım, zaferlerin ise benim için önemli, başkaları için anlamsız olduğu geldi.


Yıllarmış, beni bu denli kovalayan. Beni sabahın serinine çağırırlardı, haber vermeden geçen yıllar. Bir parça soba sıcaklığı üzeri kızarmış ekmekti hayaller, üç zeytine daldırırken acımasız çatalımı yaşam vardı dilimin ucuna gelen. Dostluklarım zeytin lezzetinde. Bizler zeytinden önceydik o iklimlerde. O iklimlerde kelebekler vardı. Yaz ve kış, duman ve sis umurlarında değildi hiç birinin. Hani belki de yok olmak istiyor ruh. Ya da bir kelebeğin kanadına takılıp gitmek istiyor. Yok olmak yasak ruhlarımıza. Ukalalık olur, ustalık ister yok olabilmek.


Aşk yokmuş zaten..
Yine uzak diyarların rüzgarlarına veriyorlardı, saçlarını  bildiğim tüm kadınlar.
Bir zamanlar erkek yada kadın olmak suçtu. Tüketen aşklar içinde mutlak parçalardan biri olmak suçtur. Sen, sensen bu büyük bir kabahat olabilir aşkı yaşarken bir başka hayat içinde.
Direnerek, yenilmeden, yenmeden  kim salabilmiş ki yüreğini.Yollar boyu uzanan sevdalar ve ardına saklanılan bir oyundan başka bir şey değilmiş hayat, anlıyor insan.
Kaç göze umarsızca bakıp,  kaçının ardından kaçarcasına koştuğunu hatırlatıyor hayat sana ?



Ve yokuşların sonu

Kıştı. Kar yağmıyordu. Yine soluk yoktu.  Bomboş odamın duvarlarına,  kapının hemen önünden gelmesini umduğum taksinin sesi. O kadar özlemişim ki seni içimde açan yangın çiçekleri ne kadar da hırsla ve coşkuyla büyüyorlar. Kıştı. Ve kış,  geçmek bilmedi. İçimdeki özlem çoğaldı, çoğaldı.
Erkenden evde alırdım soluğu. Sobayı bin bir güçlükle yakar ve bir an evvel çayı koyar, odamın duvarlarına, senin ayak  seslerini addettiğim taksinin o çamurlu ve kumlu yollardan geliş sesinin çarpmasını beklerdim. Nasıl da yanardı soba bir parça mazotu düşlerimle beraber döktüğümde. Bazen hiç gelmeyeceğini bilsem dahi, aynı hırs ve sevgiyle çakardım kibrit tanesini, üzerinde vasati kırk tane yazan eczanın üzerine. Kıştı hava sanki hiç mi hiç ısınmayacak adeta dünya donacak gibi soğuktu. Ellerim sana temiz fincanlarda çay sunmanın gururuyla soğuk sulardan morarır,  kulağım adeta ana sesini dinleyen bebek kadar beklerdi, o taksinin tekerleğinden çıkacak sesleri.
Kıştı, el ele olmaya başlayalı yenice olmuştu. Etraf buz ve kar içindeydi. Rüyalar görürdüm bazen, içinde ya sen olurdun ya da senin yanında hep ben.
Taksinin tekerlerinden çıkan melodiler bana sıcak yaz gecelerini anımsatıyor. Tenin bir yaz güneşi kadar sıcak; ve saçların bana yaz güneşinin ışığı kadar sarı geliyor. Gözlerin, içinde binlerce defa  su yuttuğum ve binlerce kez yanı başında hayallere daldığım Ege gibi geliyordu...
Bir buğday gibi hissediyordum, taksinin;  kapımın önünde dururken çıkardığı sesleri duyduğumda. Sanki bir çiftçi oluyordu taksici, sense toprak. Getirip bir parça toprağı üzerime örtüyor, yıllardır göz yaşlarımla ıslanan bir buğday tanesi oluyordum. Sonra güneş oluyordun. Kimliksiz ve kimsesiz dağlardan, bu nemli, bu şişmiş buğdayı örten toprağın üzerinde doğan. Sen doğdukça taksici bulut oluyor ve seni yani yağmuru getiriyordu. Toprak ben oluyordum. İçimdeki tane filizleniyordu. Sen, içimde hem güneş oluyor beni ısıtıyordun, hem de yağmur olup beni besliyor filizlendiriyordun .
Kıştı, her yer buza kesmişti. Ayazın ortasında bir adam çığlığı duyuyordu kulaklarım.Sen doğdukça susuyor, sen gittikçe bağırıyordu.Tanrım bir buğday tanesi için ne de akıl almaz bir durumdu bu . ”Sus” diyordum adama, susmuyordu. Sen yağdıkça üzerine, adam küçülüyor, filiz başağa dönüyordu. Sobadaki korlar ısıtmıyordu odamı, içinde başağa döndüğüm topraklara vurduğun zaman ısınıyordu her yer .
Başak olgunlaşıyordu bir defa daha yağdığında. İçimdeki buğday tanesi artık gözyaşlarıyla şişmiş bir halde değil, güneşten yüzünü sana dönmüş, altın bir renge bürünüyordu.
Değdikçe sen, beni hapseden o ölüm ve yaşam dolu topraktan fırlıyor, adeta sana uzanırcasına büyüyordu bedenim.Bir büyü oluyordun sanki. Bir çok büyücü görmüş ve ilk defa bu denli şaşmışçasına, yaşarmışçasına büyüyor, büyüdükçe yeni taneler döküyordum.


Bunları ben, odamın duvarlarına  senin bindiğin taksinin tekerleklerinden çıkacak bir hışırtının yapışmasını beklerken yapıyordum.
Yani anlayacağın, bir ağacın dalına tüneyen iki kuş oluyorduk; ben, seni beklerken....
Her zaman gelirdin. Ne oldu? Tanrım kabus olmalı bu! Gelemeyeceksin artık. Sanki seni, içinde bulduğum ve kaybetmemek için daldığım sularda bırakmak zorunda kalıyorum. Kalan sen değilsin, boğulan benim .
Dakikalar geçti.ve hatta saatler. Soba bile eskisi gibi, içindeki alevleri, bir savaştaki savaşçının gürzünü sallar gibi savurmuyor. Odamda alışık olduğum, fakat davet etmediğim bir misafir var. Etrafa senin gelmeyeceğini müjdeler gibi yürüyor duvarda. Etraf, yine kar ve buz. Çamur içinde her yer. Bir hamle yapıyorum ve davetsiz misafirden arta kalan birkaç damla kanı oluyor.Ve artık çiftçinin öldüğünü, senin bir daha yine aynı hışırtıları çıkaran bir taksiden inmeyeceğinin duyuyorum. İçimde seni atlatmanın bu kadar da kolay olmayacağını düşünüyorum...
Davetsiz misafirler bir bir çoğalıyor. Hepsi birbirilerine, senin artık gelmeyeceğini ve artık onları bu ıslak, bu soğuk odadan  birer ikişer atmayacağımın müjdesini veriyorlar. Müziği kapattım.İçimde biraz safça, birazda nedensiz bir bekleyiş var geleceğine dair.Belki gelirsin kim bilir. Odayı da temiz tutmak gerek. Değil mi ki iyi verim almak için iyi sürmek, sevmek gerek toprağı.Alıyorum elime fırçayı başlıyorum halıdaki izlerini temizlemeye.Tıpkı bir çiftçinin toprağını sevgi ve hırsla sürdüğü gibi. Belki de son umut saçlarına bir daha dokunabilmek için  teker teker topluyorum fırçaya takılan saçlarını. Aynı bir tarladan çıkan ayrık otlarını, toplar gibi.
Ne de çok uğraş vermiştim, güneşe bir kez daha dokunabilmek için .Günlerce boy atmış sellere ve kargalara direnmiştim.
Ve güneş yağmıştı odama. Kıştı. Vakit artık sen ve benden bahsederken, eskiden diye geçiyordu. İçimde isyanlar çıkıyor, isyanlar hep taze oluyor  ve hep bu günden bahsediyordu. Odamın halısını fırçaladım. Saçların şimdi ellerimde. Tek farkı artık saçlarının bittiği yerden yüzüne dokunamıyor oluşum. Nasıl da bekliyor yüreğim gelişini.
Her yer buza kesmiş. Biliyorum ki boğulmuşum, biliyorum ki çıkamayacağım bu defa sana getirmek için daldığım sünger avından...
Ayağım bir parça yosuna sarılmış ve dipte kalmışım...


Her şey yine eskisi gibi derli ve toplu. Fark, parmaklarımın ucunda yüzünün olmayışı. Ağaçlar bahara gebe artık, dallarının ucundan yeni ve taze baharlara, birer ikişer yeni filizler sunmak için yarışıyorlar...
Sen ve parmaklarımın ucuna değen yüzün ve tenin başka diyarlarla yol alan kaptan misali yaşama, doğaya, toprağa ve filize inat  umarsızca ilerliyorsun.
Yaşamda bir şeyler olduğu gibi kalıyor .Çember dönüyor. Biri içinden geçiyor, bir bulut gidiyor, yerini başka bir buluta, yeni bir güneşe teslim ediyor.
Sen, başka toprakları besliyorsun, başka topraklar senden ve içinde bulundukları umarsızlıktan nasiplenircesine yağışını bekliyorlar.
Ve tenini kazıyor, senin ve yağdığın toprakların içinde dolaşan birkaç toprak kurdu, birkaç böcek ve yılan.
Anladığım, kadınlar  gittiklerinde sadece halıda saçları kalıyor...











29 Aralık 2011 Perşembe

Aynadaki Savaş

Aynadaki Savaş...




Bir gün yine yollara düşeceğim. Bir gün bu yaşadıklarım, bana sanki bir başkasının hayatı gibi uzak ve bir o kadar da sessiz gelecek. Bir gün yıldızlara uzanacağım ve o zaman yapmak isteyip de yapamadığım ne kadar da az şey olduğunu göreceğim.
Sonsuzluğu önermişlerdi bizlere. Hep hayallerimizde sonsuz olmak yok muydu?
Bir gün sonsuz olacağız, sonumuz olduğunda. Sonlar yeni başlangıçların habercileri olacak.  Ve yeniden başlarken yeni bir yaşama, adı eski yaşamımızın sonu olacak.
Kaç kişi ölürken düşünebilmiştir ki öleceğini. Neden sanki yaptıklarımız, yapamadıklarımıza dair bir takım özlemler, hırslar içeriyor? Savaşların tam ortasında buluyoruz kendimizi, hayatın diğer adı da mücadeleymiş, neden? Bir gün sonsuz olmayacak mıyız nasıl olsa?
Şimdi artık gözyaşı akmalı hayatımız için. Yapamadıklarımız, yaptıklarımızdan o kadar az ki, sanki başka bir rüyayı dışardan seyre dalmışız da birinin bizi uyandırmasını bekliyoruz. Uyandığımızda da yaşam olacak diğer adı uykumuzun, o yüzyıllar süren uykumuzun.
İki gündür dayanılmaz ağrılar çekiyorum. Sanki yüzyıllar süren uykumun son iki gününü yaşarcasına ve uyanışımın ardından başıma yerleşen ve tüm bedenime yayılan ağrılar gibi. Kafamın içinde yüzlerce çocuğun çıkardığı gibi derin ve etkili bir uğultu var. Uğultu, tüm benliğime yayılmışçasına, her yerimi kaplar halde. Sanki kötü şans gibi ve hiç bitmeyecek. Aynı genç vakitleri gibi hayatın, akla gelmeyen yaşlanma ve ölüm gibi. En güçlü silahım, umutlarım ellerimde oysa ki. Ellerimde sahip olduğum düşlerden başka var oluşum ve bunu sonsuzluğa kadar sürdürebilmem için yeterli olmayan fakat öldürmeyen yeterlilikte bir umut bu.

Gerçekten bir son yok belki. Ya da en azından yaşamda yapamadıklarına dair sonlar yok. Sen ve biz hiç kurgulanmayan düş yumaklarında, soğuk ellerimizi bir birimize değdiremedik hiç. Ellerimiz bir birine değecek olsa, düşlerimiz birden akıl almaz yangınlar başlayacakmışçasına  kıvılcımlar saçılıyordu etrafa. Aslında ben; senden ya da sen, benden faklı değildik.. Ama nedeni olabilecek, muhtemel kaçışlarının nedenlerini, senden daha da önce anımsıyor ve hatta senden daha iyi ifade ediyordum. İfadelerim  hayat kadar acımasızca olabiliyor. Bazen kelimeler her şeyi anlatıyor ve kelimelerin büyüsü tüm hayatı kaplıyor. İşte o an dünyada olduğum için korkuyorum. Elimde sanki en iyi çelikten yapılmış ve çift sulanmış bir kılıç var, hayata ve sana karşı sallıyorum. Hayat bu savrulan darbelerden senini etkilendiğin kadar etkilenmiyor, sen ilk darbede ölüyorsun. Ancak sen ve biz, ayrı düşleri aynı anlatabilecekken sen gördüğün düşleri gerçek sanıyorsun ve ben asıl gördüklerinin gerçek ve yaşadıklarının bir düş olduğuna inanıyorum. Hangimizin haklı olduğunu gerçekten bir sonumuz olmadığı zaman yani sonsuz olduğumuzda öğreneceğiz.  İşte o zaman senin ya da benim; “ ben bunun farkındaydım!”,  gibi bir bakışla, diğerinin yüzüne bakma hakkı doğacak. İşte o zaman şimdiki yaşadığımız her şeyin nedenlerine de ulaşmış olacağız. Hayatı sorgulamak için gereken her şey var ellerimizde. Ancak sorgulamak hayatı bilindiğinden kolay bir şey değildir. Ki ne kadar da tarafsız olsan bile, kendini yargılamaktan da kurtulamazsın. Yaşam bazen bu denli garip ve dayanılmazdır. Kafatasının içinde, yeni sirkten çıkmış yüzlerce çocuğun gürültüsü dolaşır. Ancak sen ve biz ne o çocuklar kadar gürültü yapabiliriz, ne de o kadar taze bir ruha sahip olabiliriz. Sen ve biz  yüzlerce yılın ve ardında kalan yolun izlerini taşırken yüreklerimizde, ellerimizde sahip olduğumuz birkaç kırık düş ve onlardan oluşan yıkılmaz bir  kalemiz olduğunu unutmuşuz. Ufak sarsıntılar geçirmiş yüreğimiz ve bizler her seferinde yıkılır sanmışı içimizdeki güçlü kale, bilememişiz. Nedeni çok basit.
Ne ben bir yaratığım, ne de sen yaratık olmayanlara zaman ayırabilecek biri.
Ölecek kadar cesurduk elbette, fakat ölümün soğuk yüzünü görmeye alışamamıştık hiçbir zaman. Herkes kendi taburesini itmekte ısrar ediyor nedense. Bunun öldükten sonra o kadar da büyük bir önemi olduğunu düşünmüyorum. Tabi anlatmak istediğin aman ne kadar da erkekti ölürken değilse.
Ancak yaşamın ikizi olan ve belki de yaşamaktan daha güçlü olan ölüm ve sonsuzluk çaldığında kapıyı, ona merhaba diyebilecek kadar da cesur olabilmeli ademoğlu. Tıpkı senin ve bizim kaderimizi bir yerden sonra değiştirmeye ve ölümü gülerek karşılayabileceğimiz kadar cesur olabileceğimiz gibi.

Ve her yer yokuştu. Zirve denilen yer görünmüyordu. Sen ve biz ısrarlıydık. Herkes kendi yokuşunu tırmanacaktı ve zirvede devam edecekti yüzyıllar boyu devam eden savaş. Sen ve biz asi topraklardan sürülmüştük başka ülkeler arıyorduk, gittiğimiz her yer geldiğimiz düşten kötü çıkıyordu. Kabus diye tutturuyordu bazıları. Kabuslar hayatın gerçekleri değil miydi oysa ki? Bazen hayat böyledir deniliyordu, kabus görülür her vakit.
Yaşamda savaş zirvelere varmadan başlamıştı, altlarda yer tutanlar bile güvende değildi. Ben artık yoruldum. Hatta belki ölecek kadar gücüm kalmadı diyordu bazıları. Sen ve biz ölüme kardeş bakacak kadar deliydik. Deliydik çünkü halen aşka inanır halimizden sıyrılamamış  ve her aşık oluşumuzdan sonra yaşadığımız her ayrılık bizim yüzümüze bir gülümsemeden başka, kabrimize bir sızı bırakmıştı, kimselere belli etmeden.
Son noktayı koymak için direnecek ve hatta kuleler yapacak kadar da birbirimize ait olmaktan bahsediyordu sonu gelmeyen yazıtlar. Sen ve biz yanlış meyveleri yediğimiz için cennette herkese alay konusu olmuştuk. Sen ve biz öldük sanılan düşlerden artakalan aşka inanan üç beş yitik bedenin yazdıkları ile avunur hale gelmiştik. O bedenler bile kendi yaptıklarına bizler kadar inanmışlardı. Cennetten kovulduğumuzu duyan her kes bize gülüyordu, biz ise neden kovulduğumuzu biliyorduk. Bizi sadece Tanrı anlıyordu. Çünkü bu düş aleminin orta yerine bizi salan ve tüm benliklerimizin içine o bazen acı veren sevgi tohumlarını koyan o değil miydi? 

Oysa yaşamda akranlar vardı. Onlar bizden faklı değillerdi diye yalanlar söyledik. Onlar faklıydı. Aşka inanan neden sadece sen ve bizdik. Bu kadar çaresiz miydi kurduğumuz düşler ve düşlerden arta kalan gülüşler ve göz yaşları? Yüreklerimizde her gün bilinmez savaşlar çıkar, bu savaşların sonunda kazanan bir taraf olmazdı. Hep beraber yenilirdi yüreklerimiz. Günler sanki sonu belli olmayan bir düşü kovalamakta geçerdi. Bazen yerlere düşer, bazen de ayakta öleceğim  diye direnirdik.
Sonu gelmez hırslar içerisindeydi yüreğim. Bazen kanardı ve ona kanamayı ben öğretmiştim. Kanayan yüreklerden kurulu bir dernek toplantısından faksızdı seninle olan çarpışmalarımız. Ve aramızdan birinin korkması, en doğrusu  olur diye geçti birimizin içinden. Tüm haber bültenleri, dışarıda dolaşırken ceplerimizde hayallerinizi sıkı tutmamızı ve aramızdan birinin ivedi şekilde korkmasının gerektiğini ve bu yönde tedbirler alınmasının gerektiğinden bahsediyorlardı. Hep sonu gelemeyen zamanlar için düşlerimizi ceplerimizde sıkı sıkıya tutmuştuk. Aşka inancımız kendimize olan inancımız yanında neredeyse yok denilecek kadar azdı. Ve aşk her seferinde yenik düşüyordu, benliklerimiz karşısında.

Sen ve ben aynı yerde değildik ve aynı yerlere belki de yıllar boyuda gelemeyecektik. Sen ya da biz asla bir randevumuza tam vaktinde yetişemeyecektik. Senin, bizde keşfedebileceğin hiçbir şey kalmadığını söylüyordu bir şarkı başka diyarlardan  kısık bir sesle.Ama senin içinde, yılların neden bu kadar hızlı geçtiğine dair bir takım garip sorular doluydu. Cevabını ne sen, ne de biz biliyorduk. Biliyorum diyenlere soruyor  verdikleri yanıtlar yetmiyordu bize. Kendi cevabımızın peşine düşmüştük.
Sen ve biz öte sahilde tutulmuş ve başka bir sahile pazarlanmış ve üzüntülerine kar marjı konmuş ağdaki birkaç balıktan ibarettik. Ağlara nasıl da gaflet içinde takıldığımızı bildiğimiz halde tekrar tekrar aynı tuzağa düşmüştük
Oysa sen balıkçı ve hatta kahraman olunabileceğinden, var ile yok arasındaki garip çizgiden bir sıçrayışta geçilebileceğinden söz ediyordun. Sana benim dışımda o kadar çok kişi inanıyordu ki, ağları her yırtışımız bir başka inanca doğru yeni bir yakalanma oluyordu bizim için.
Hadi yine söyle! Utanma, çekinme  ve ekle her şey aslında bildiğimizden daha da gereksiz diye. Onlar ve sen aynada saçlarınızı tararken, biz maalesef sahip olduğumuz diğerinin, aynada kaybolmasından korkuyorduk. Aynanın ardında başka bir savaş vardı ve biz o savaşı sen tarağı her eline alışta adeta bir başka cepheyi kaybedercesine yeniliyorduk. Ne önemi var ki? Zaten düştüğümüz yolda yenilmişliğimiz ve cennetten kovulurken yediğimiz yanlış meyve
bizi tanımlayan birkaç özet cümle değil mi ki? Yediğimiz meyve daha cennetin kapısından dünyaya uzanmadan bir başkası tarafından  çalınmamış mıydı?  Dünyalar yıkılıyordu bazen. Yıkıntılar arasında kalıyordu, senin ve bizim gibi aşka ve onun bir gün hak ettiği gururu yüreğinde taşıyacağına inanan ve sen aynada saçlarını tararken, yine aynı cüret ve  istekle başka savaşları çıkaran bedenler. Ama hiç korkmuyorlardı kendi ölümlerinden. Korktukları başkalarının kanı ve onların ölümüydü. Bu denli yaşama inana senden ve bizden başka kim olabilirdi ki?

Sen ve biz, bunlar olalı kaybettik savaşı zaten. Takım doğru koşullar faklı ..
Hayat şimdi üç bir önde ve oyunun sona yaklaşması için bir yarım devre var belki, belki de yok. Savaşacak kadar gücünün olmadığını ve bazen şartlanmaya ihtiyaç duyduğunu biliyorum. Çünkü senin ve bizim gibi olan ve yaşamın bu ağır yükünü yalnızlık denen acı şurupla beraber içen her yüreğin bunu bir şekilde hissettiğini anlayabiliyorum.  Kelimeler ve onlarla kurulan o büyük cümleler bile bazı anlarda sana ve bize yeterli olmuyor. İşte bu, akranlara karşı olan en önemli üstünlüğümüz. Çünkü damaklarımıza takılıp kalan aşkın ve hayatın tadını en iyi şekilde yaşıyor ve yaşatıyor oluşumuzdan kaynaklanıyor bu da. Yenilmeden ve herkes tarafından söylenen yalanlara ve inkârlara aldırmadan yüreğimiz olabildiğince cesur olacak ölene dek. Bu kimseler için belki bir anlam ifade etmeyecek ama bir gün seni ve bizim yaşantılarımız, hayallerimiz ve ellerimizde tuttuklarımız bir gün başka bedenlere ve onların içinde hapis olmuş yüreklere numune olabilecek. İşte o vakit asıl galip belli olacak.  Yenilsek dahi galip gelen biz olacağız. Çünkü bildiğimizi yapmış olmanın ve kimselere yalan söylemeden, olanları çarpıtmadan bir ejderha görmüş olsak bile anlatmış olmanın verdiği huzur olacak ruhlarımızda. O zaman aşk bu oyunda bizim yanımızda olacak. O zaman dağların yeşiline adanmış kokuları bir bir çekebileceğiz yüreklerimize. O zaman aşka olan inancımız yeniden sevmelere neden olacak. O zaman daha da bir güçlü olacak aşka ve yaşama inancımızla kurduğumuz hayaller.
Haydi durma! Al eline tarağını. Bu gece ben senin için içimdeki kötüye karşı bir cepheyi daha kaybetmek için hazırım. Biliyorum başkalarının kanı ve ölümü senide beni korkuttuğu gibi korkutuyor. Haydi durma al eline tarağını. Aynanın ardındaki bu savaşta ölmeyeceğim merak etme. Sen aşk ile tara saçlarını. Ben olduğum yerde ölmeyeceğim kuşkusuz. Ölümüm için bu yetmeyecek biliyorum. Belki bir defa daha kanayacak yüreğim. Ama biliyorsun ki ona kanamayı da ben öğrettim. Yüreğim kanadıkça içimdeki pınarlar kendini yenileyecek. Bu beni öldürmeyecek. Sana ve bize yeni bir umut olacak yüreğimin yeniden doğuşu. Biliyorum ki umut en güçlü silahımız kötüye karşı olan savaşımızda. Biliyorum ki umut bitti diye danslar ediyor içimizdeki şeytanlar, biliyorum yine başka oyunlar olacak yeni savaşlarımızın tam kazanmaya en yakın olduğumuz yerinde. Biliyorum ki bir başka oyunun daha tam ortasında olacağız sen ve biz. Ve yine hayat taraf tutuyor olacak. Ancak biz tekrar tekrar doğacağız.  Aşkla ölümle olduğu kadar sık karşılaşacağız.