Çoban Yıldızı
En parlak olanını seviyorum yıldızların. Sen
hangisini seviyorsun. İşte bak orada. Tüm çıplaklığıyla duruyor tam başımızın
üstünde. Düşünsene bir; ona, sana yakın olduğum gibi yakın olsam, gözlerim seni
gördüğü gibi görebilir miydi onu? Acaba neden bu kadar parlak ve hüzünlü.
Sanırdım ki bir şey parlaksa, yani etrafına ışık saçarsa, kendini hiç de yalnız
hissetmez. Ancak çok hüzünlü görüyorum onu. Sanki bilinmedik bir derdi var ve
söyleyebileceği kimseler yok gibi. Aslında o kadar parlak ve ışıklarını hiçbir
şeyden esirgemeyen bu denli bir güzelliğin, herhangi bir derdi olsa bile
söyleyebileceği varlıklar olması gerek diye düşünüyordum. Oysa; yanılmışım
sanırım. Ama her zamankinden daha da güzel benim için. Hayatın beni saçıp savurduğu yüzlerce
coğrafya içinde her gittiğim ve terimin birkaç damlasını bıraktığım her yerde
en çok sevdiğim o oldu. Çünkü bir
ulaşılmaz var onda biliyorum. Bazen sesini duymak için elimden gelen her şeyi
yapar, hangi dağın ardına gizlendiğini merak ederdim. Bazen onu göremez, suçu
ya bir buluta yüklerdim ya da gecede hiç aman vermeden uçuşan kuşlara. Oysa ki
ona olan bağlığım her şeyden de öteydi. Sanki doğmak kadar beni bu hayatın bir
parçası yapıyor ya da bir gün yüzünü çevirmesiyle bu dünyadan ayrılıyor ve ağırca
bedenimin eridiğini hissediyordum. Yok olmak değildi bu; sadece içimden kopup
beni başka diyarlara sürükleyen bir haldi. Bu hal ki beni, belki de binlerce
defa ölsem daha da yaşar hale getirecek
bir haldi. Resmi yoktu hani bir anlık bile olsa görmek istesem, hemen yüreğimin
üzerinde sakladığım. Ama işte başka bir tutku de bunun adına. Yoktu yani seni
hatırlatacak hiçbir şey.
Bazen ay yüzünü saklar ve her yer karanlıkta
kalırdı. İşte o anlarda bana seni anımsatacak yegâne şey yine o uzakta görünen
yıldız olurdu. Ne yerlere düşlen kavak yaprakları, ne de akan sular bir yerlere
götürürdü beni. O vardı ya! Başka hiçbir şeye gerek yoktu. Bir düş kaç defa daha bilinmeden,
bilinmezlere doğru ellerinin arasından uçup gider ki? İşte bak o sevdiğim
yıldızlardan biri daha kayıp gidiyor.
Oysa ki en karanlık gecelerin soluk fakat cana can katan ışığı değil miydi o
? Kesik bir el gibi ayrı, bir başka
bütün gibi yalın ve kendinden haberi
olan, bu belki de olacak tek düşü ardına gitmiyor muydu o yıldız. Yıllar evvelinden
bu güne düşen tek rüya bu belki. Artık kendi varlığım için ya da bu kadar
olabilen ters ve terkedilmiş yaşam için neden bu böyle diye sorgulamıyorum. Yaşam hep bana aynı oyunu
oynamakta ısrar ediyor. Oyun, senden ve bizden ayrı değil. Sonu hep yollarla
bitiyor. Garip bir dünya bu dünya. Herkes kendi ışığı yanana kadar bekliyor
senin kandilinin başını, kendi ışıklarını bulduklarında ise elveda diyecek
zamanı bile bulamıyorlar nedense. Bu
bende yanan bir ateş değil oysa ki.
Yaşam olmuş ellerimin arasına
yapışıp kalan. Kanımla bile temizleyemedikten sonra adı başka bir şey olsa ne
fark eder? Geceleri buralarda olmayı
seviyorum. Bana hayallerim gibi geliyor burası. Bu ısız, bu kimselerin olmadığı
tepecikte. Sanki birkaç kuş ve benden başka bir tek o var gibi geliyor bana. Ne
kadar da güzel olurdu kim bilir; onun hayali değil de kendi şu an burada
olsaydı. Ama maalesef hayat her zamanki garipliğini sürdürmeye kararlı. O
burada olamayacak ve ben yine o tarifsiz acılarımı, kandilim sönene kadar başkalarıyla,
kandilleri yanmaya başladığı vakitse yalnız çekeceğim. Garip bir oyun bu. Aslında burada olabilirdi.
Sadece yapmam gereken onun tarafımdan ne kadar çok sevildiğini anlatmaktı. Ama hiçbir zaman olamadı bu. Bu bendeki garip
sevda sana bunu anlatabilecek kadar cesur olamadı nedense. Belki de böyle
uzaklardan sevilmen en güzeli olmuştu, bu benim sana tutkulu yüreğim için. Hani cesur olabilmek vardır ya; işte o senin
karşına geçip de haykırmak demekti benim için. Oysa seni tüm dünyaya haykıracak
kadar seviyorum. Ama tüm dünyanın öğrenmesinde de değilim, korkum senin
öğrenmende, o gül yüzünü bana dönmende. Bu da nasıl şey böyle deme sakın, işte
hal böyle. Sana bakarken bile uzaklardayım. Yani sen bilmiyorsun ve ben
olabildiğince güvendeyim. Geçmek bilmiyor, adı sensizlik olan gecelerin, o kimi
zaman hüzün, kimi zaman neşe dolu saatleri. Canım sanki içimden bir yerlerden
alınıp da gidiyor. Güller kanıyor, ellerim diken oluyor. Gün yüzün hep başka
yerlerde oluyor ve sen benim seni nasıl sevdiğimi bilmiyorsun. Sanki bir bülbül
gibi oluyorum sen gülmeye başladıkça. Etraf bazen boran, kar oluyor ama senin
olduğun her yer bahar bahçe. En çok senden açan çiçekleri seviyorum. İçim
alevleniyor onlara bir sefer dokunduğum da. Ay bir sefere çıkıyor sanki. Gök
yüzü gülümsüyor, sana ait olan o seferlerinden döndüğün vakit. Yaşam seni
alıyor önce, sonra da seni bilmeden bana getiriyor.
Bir düşün aydınlanması, ya da toprağın ekildiği zamanki
mutluluğu gibi bir his doluyor içime. Senin gitmelerini anlatacak kadar cesur
değil yüreğim. Tıpkı seni nasıl da sevdiğimi söyleyemediğim gibi. Ama bil
içimde birden silahlar patlıyor. Birden gök siyaha, ten mora çalıyor. Kuşlar
şarkılarını kesiyorlar bir yerlerden daha ağıt sesleri yükseliyor göğe.
İşte o vakit sen her zaman bana ışıl ışıl baktığın yere gök
yüzüne sana ait olan yerine geçiyorsun. O an bitiyor içimdeki tüm o can yakan
düşler. Uyanıveriyorum asırlar süren uykumdan. Yaşamaya başladığımı anlıyorum.
Ve diyorum ki: “Şükürler olsun ki gelecek!” Eli belki yine ellerimde olmayacak
ama onunla aynı güneşin sıcaklığında uyanacağız yeni bir güne. Yüreğime vurulan kelepçelerden
kurtuluveriyorum o an, içimde yağmur seslerinin aksi yankılanıyor. Ellerim
ısınıveriyor, gözlerim geleceğinin ilk gecesinden sabaha kadar hiç mi hiç
kapanmıyor.
Ve yine o
vakitlerden biri daha. Birkaç gecenin sabahı olmadan burada olacaksın. Yine ben
seni uzaklardan sevmeye devam edeceğim. Senin ne olduğundan haberin olmayacak.
Belki bu sefer bir delilik yapıp sana ne denli tutkun olduğumu söyleyebilirim.
Ama zamanı da vardır elbet. Birden bire söylenemez ki bu tür şeyler. Zaman her
şeye ilaç derler, buna da çaremidir acaba. Çaredir ya, ne olacak? Sanki ona
haykırırsan üstümdeki kara gök tepeme mi
çökecek? Yoksa altında mı kalacağım toprağın? Olsun varsın gök ve toprak
bizden değil midir ki?! Göğe ve toprağa karışma korkusunu tadamadan yüreğim,
olduğum gibi senelerin sevdasını haykırmak, işte bu olacak hayatımın en muazzam savaşı. En aşağılarda başlayıp, tepelere kadar süren
savaşların hiçbir cephesinde galip gelememişti yüreğim. Hayat hep bir tarafı
tutmuş ve onun kazanması için elinden gelen her şeyi yapmıştı sanki. Gece
üzerime gelmiş, bulut yağmurunu vermemiş, güneş açmamış, içinden hayat ve
ölümün eş zamanlı olarak çıktığı toprağı ki; anadır yaşayan için, ellerimle
kazmak zorunda kalmıştım yüzyıllar boyu. Ama gözüm hep yukarılardaydı. Yanlış
anlama, yukarılardan bahsediyorum ama baktığım yer bir kralın halkına baktığı
ya da süvarinin yayaya baktığı yer değil. Baktığım bir yüksekten uçan kuşun
uçtuğu yer ya da senin her gece bulutların ardına saklanmadan önce tüm
aydınlığını verdiğin yerler. Sana yakın olan her yer anlayacağın.
İçim kıpırdıyor. Bahar senin gelişini müjdeliyor. İçimde
açan her tür çiçek ve etraflarında kokularından sarhoş olmuş böcekler dolanıyor.
Gelişin muhteşem. Hem elimde yokluğun, hem de varlığın var. Yani bir elimde ay,
öteki elimde güneşi tutuyorum. Gelişinle ay tutuşuyor. Geçit vermez denen
yollar birden önünde saygıyla eğiliyor ve ovalar oluyor. İnsanlar geliyorlar bu
verimli toprağı sürmek ve ekinlerini, sen de güneşte, kurutmak için. Kuşlar bu geceden seni
karşılamak için yollardalar. Adeta kanatlı atlara benziyorlar. Yüzlerinde
gelişinin huzuru var. Biliyorlar ki
ekinler coşacak ve karanlığın ardından mutlu güzel bir hasat olacak. Hasada en
çok bu yabanda bir başına gece nöbetini tutan, o aydınlığını etrafa saçan biraz
mahcup, biraz nazlı olan yıldızı bekleyen ben sevineceğim. Umutlar hep
gecelerde yol oluyor ve gidiyor anlaşılan. Yolların sonunda ümit var. Yarınlara
geçit vardır hep. Savaşmak ve ona ulaşmak gerekiyor yapılması gereken sadece
bu. Ama ne kadar da gece karanlığını savursa da üzerine, seni bekleyen tüm o
kötülükler başından eksik olmasa da yapılacak tek bir şey var. Elimdeki güneşi
umutla sabırla ovup, parlatmak. Her zaman doğudan yükselen güneşi, sabırla
parlatmak gerekiyor. Aydınlık yarınlara kavuşmanın tek yolu budur maalesef. Her
şeyi gelişine bağlamak da değil yaşam. Gelişin sadece eksik olan bir taşın
duvardaki o önemli yerine oturması sadece. Her şey hazır. İşte bir kez daha
parlattım güneşi. Her kes güneşin doğudan o kadar parlak bir halde
kendiliğinden doğduğunu sanıyor. Ne yazık ki hayatta en çok olunan şeyi yine
oluyor insan bu durumda da. İsimsiz bir kahraman. Kanatlarını sonuna kadar
açmış ve yaşanmak üzere bekliyor yeni bir hayat. İçinde tüm güzelliklerin
bulunduğu, ve güzelliklere düşlerin katılıp beraber, el ele yoğrulduğu bir
hayat. Böcekler sabahın ilk ışıklarıyla saklandıkları deliklerden çıkıyorlar.
Ellerinde baharın getirdiği taze otlar var. Çenelerinde ezilirken o otlar
etrafa yaşamın kokusunu bırakıyorlar. Hayatın devam ettiğinin en güzel kanıtı
bu. Kokular burun deliklerinden içeriye
sabahın ilk serin rüzgarıyla beraber giriyor. Güneş yükselmeye devam ediyor. Bu
gün harika olacak. Güneşi tüm gücümle
parlatmam işe yaramış. Güneşin
yükselmesi, o başını ve ışığını beklediğim en sevdiğim yıldızın gözlerimden
uzaklaşmasına neden oluyor. Ancak bu bir umutsuzluk değil. Bu içimde baş
gösteren ışıldamalar için sadece bir neden ve sonuç olacak biliyorum.
İşte
oradalar. Günün ilk ışıklarıyla beraber insanlar da saklandıkları yerlerden
çıkıp, tüm gün sürecek ve sürekli ana gibi sıcak olan toprağa düşürecekler alın
terlerini. Tatlı tatlı ürünler sunacak o da elbette. Bir gün her canlı gibi
insanoğlu da ekecek bedenini ölüm kadar soğuk olan toprağa. Toprak tekrar ana
olmak için kabul edecek insanoğlunun bedenini. Yenden ekinler büyüyecek. Her
şey akıl almayacak bir düzen içerisinde yürüyecek ha yürüyecek. Bu devir daim
içinde toprak her zaman aynı yerde bekleyecek, bedeninden geçen yolcuları.
Çünkü ana olacak her canlı için. Herkes bir gün mayasından bir parça olacak
toprağın. Bahar işte bunun habercisi. Senin gelişinle bu bir kez daha aklına
düşüyor insanın. Çünkü her gidişin seni bekleyen diğerlerinden farklıydı benim
için. Benim için gidişin ruhumun her seferinde ölmesi ve her gelişin de bahar
da tekrar canlanmasıydı. Bahar benim için senede dört defadan fazla
yaşanıyordu. Doğa ile ruhum arasındaki tek fark buydu. İşte bahar yeniden.
Kıştan yani ölümden sıyrılan ruhum yine yaşamaya adanmış kırlar ve üzerindeki
canlı hayatı gibi başlıyor yenilenmeye.
Gün yüzünü gösteriyor. Ekinler ve aralarında başka dünyaları
yaşayan herkes katılıyor bu coşkulu halaya. Sen hariç hepsi biliyorlar, neden
ben her gece bu parlak yıldızı bekleyerek çekiyorum bu halayın başını. Evet en
önde ben varım çünkü bu benim hakkım. Halayda da yaşamda da en başta olacak
olmam gereken yer. Bunu sende öğreneceksin. Bu senin de hakkın çünkü.
İşte seremoni bu. Son hazırlıklar tamam. Düşlerim, düşlerime
kattığım ellerin hepsi bir arada olacak. Denizlerin dalgaları birden durulacak.
İçimde çıkacak olan fırtınadan korkacak balıklar ve balıkçılar. Doğanın, bahara
uyanırken çıkardığı bin bir canlıya ait sesler birleşecek yüreğimde ve en
derininden en yumuşak haliyle seslenecek sana. O zaman sende bileceksin, bahara
uyanırken dünya, nasıl da bin bir ses bir araya gelir ve yürekten söylenir.
Otlar ve içindeki canlılar; benim sana
onların bedeninden aynen aldığım ve yüreğimin içinde sana biriktirdiğim onlarca
baharın sesini sana sunmamı bekliyorlar. Bekledikleri olacak. Yaşam, yerden
fışkıracak ve tüm dünyaya bulaşacak. O zaman nedensiz bir bekleyiş olmadığını,
doğadaki herkes öğrenecek.
İşte yaklaştın. Halay başladı bile. Gecelerden sonra
parlatılan güneş, ışıkları ile zavallı bedenlerimizi ısıtıyor. Yakınsın
gözümden akan yaşlar kadar. Uzaksın çünkü sana daha söylenmemiş o kadar çok
sözüm var. Bu defa bulacağız bir orta yolunu bu yakınlık ve uzaklıklarımızın.
Karşında dimdik duracağım. Gözlerin benden kaçsa bile yüreğimdeki bin bir
canlının sesi kulaklarına ve oradan da sana, gökyüzündeki bu parlaklığını veren
yüreğine erişecek. İşte o zaman baharı
doğanın daim olacak. Baharın, yaşam ve ölüme dair hiçbir hesap içermeyecek.
İçinde sadece yüreğimin ve seni bekleyişlerimin sonunda ellerimde kalan sana
dair anıları taşıyacak.
Ve o an. Tam
karşındayım. Bana sende kimsin gibi bakıyorsun. Sana, sen bana sormadan kendimi
anlatacağım. O kadar kısa olacak ki bu, nerdeyse tek bir cümlede özetlenecek
bana dair her şey. Ben; geceleri senin aydınlığını seyreden, gelişin için
yollar aydınlansın diye bulutları kovan, her gün güneşi ellerimle parlatan,
kışın ölüm kokan terini koklayıp, bahara dair izler bırakanım. Ben içinde
baharda canlıların bir mevsimlik ölümlerinden uyanırken çıkardıkları sesleri
yüreğinde toplayıp, sana bir merhaba
olarak getirenim. Ben seni uzaktan uzağa sevenim. Ve bu merhabayı duymak senin
güzel yüreğinin hakkı ve bu sadece benim ağzımdan dökülmeye layık. Çünkü canlanırken doğa her gelişinde ve ölürken her
şey sen giderken, bu hummalı bekleyişi
ben yaptım. Kimi zaman gözlerimde yaşlar kimi zaman aklımda kalan sana ait
uzaktan görünen mimik tebessümlerle. Çünkü var oluyorum sen gelirken. Çünkü yok
oluyorum sen giderken. Bunları ben tek başıma yapmıyorum elbet. Senin
uzaklardan bile var oluşun doğamı aydınlatıyor. Etrafa savurduğun ışık bedenim
ısıtıyor, tenimi aydınlatıyor. Yaşıyor olduğumun farkına varıyorum bin bir
böcek ve canlıyla. Bu merhaba onlardan bana, benden de sana bir ufak ama yürekten
bir armağan.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder