Güldeki Kan
Hayat bana çeyrek asırdır saçma sapan oyunlar
oynuyor. Öfkeliyim. Ufuktan güneş bir batıyor, yüreğim hep kanıyor. Bir
zamanlar var olmamın verdiği keyifle içim içime sığmaz, kendimi oradan, buraya salardım rüzgârdaki
yaprak gibi.
Yağmurları sevmiştim hep, saçlarım kısaydı. Göz yaşlarıma
karışıyor şimdi yağan yağmurlar. Kısa kesim saçlarımdan bin bir kaygı ile
dolaşan kafamın derisini buluyor, yok eden yolculuğunu kafamın içinde
sürdürüyor.Eskiden umutlara karışırdı karış karış gezdiğim topraklar. Yağmurda
kokusunu duyardım bir parça kara toprağın. Kimi zaman bana yaşamı, kimi zaman
ise ölümü çağrıştırırdı yağmurun kokusu. Yağmur gibi hızlıca başladığını ve bir
o kadar da çabuk dindiğini düşünürdüm hayatın. Arada ıslandığımız zaman ise
adını gün olarak koymuştular. Islanmak gün doldurmakla eş değerdeydi.
Parmaklarımda en son sigaramdan kalma sarı bir renk, o da dumanından yadigâr.
Ötedeki hayaller gelirdi o
zamanlar insanın aklına. Sevgiliyle el ele olabilmek gibi bir lüks yağmur
yağarken hiç olmadı. Tüm sevgililer
yağmurda ıslanıp arınmaktan korktular. Yağmur ruhu arındırır bir halde göz
yaşlarımla beraber yere düşüyordu. Ruhum her yağmur tanesiyle beraber
yıkanıyordu sanki. Arınıyordum. Tüm kötülükler ve yaşanılan her şey yağmurla
beraber akıp gidiyordu denize. Bir gün yeniden buluşacağımı biliyordum, hem
yağmurla hem de gözlerimden akanla. Ellerimde birden geçmişimin kan izlerini
buldum. Kan; ne benim, ne de bir başkasının sanıyordum. Bir yerlerden gelip
ellerimi bulmuştu. Ben ellerime bulaşan kanları yüzüme sürdüm. Kanlar benimdi.
Dilime tadı değince anladım bunu. Başkasına kıyamayacak kadar nefret ediyordum
kendimden. Ya da korkuyordum, başkalarının kanından.
Oysa ne çok katil vardı, ne
de çok öldürmüşlerdi beni. Hepsi de beni öldürdükleri için beraat etmiş ve
hatta bir çoğu ödül bile almıştı diğerlerinden. Ben ölmeye alışmıştım onlar
beni öldürmeye. Ölürken ya da öldürürken kendi kanımdan başkası akmıyordu hiç.
O kadar ılıktı, o kadar deliydi ki kanım; yuvasında kuşlar yanmaya başladılar o
an. Kendi kanım damlalar halinde düştükçe kuşlarda bir feryat başlıyor
kanatları yanıyordu.
Katiller bana kendilerini
anlatmamışlardı. Bana söyledikleri bana
hep inanılmaz gelmiş, başkalarından okuduklarıma inanır hale gelmiştim.Oysa
hepsi bana benzer şeytanın birer
örnekleri olduklarını söylemişlerdi. Eller ve kollara takılıp kalan birkaç dem
huzur, beni onlar için kandırmaya yetmiş ve artmıştı. Ama silahım güçlüydü.
Hala umut edebilecek kadar cesaretim ve kuvvetim vardı. Yaşam ne de garip!
Kurşunla yapılamayan, başka bir kolda, ya da yüze veya dudaklara başkalarının
kondurduğu minik bir buse ile yapılabiliyor, insan işte o an ölüyor. Ölüm bu
tür zamanları yaşayanlar için karanlık bir boşluk ki; kişiyi yutan veya bir
ezber oluyordu. Yani ben ölmeye onlar öldürmeye alışmışlardı. Cesaretimden
dolayı ben ölüyor, onlar ise öldürdükleri için yeni bir derece daha aldıklarına
inanıyorlardı. Gitmek mümkündü, tüm bu yaşam ve ölüm oyunun tam
ortasından. Yolların ardına gidilebilir,
suskun kalmış ağaçlara şarkılar öğretilebilir, gerçek ve hayal arasındaki o
ufak fark anlatılabilirdi herkese. Ama ya uzaktan kokusunu burnumuzun dibine
kadar getiren fırtına, o ne olacaktı bunu kimseler bilemiyordu. Fırtına estikçe
kuşların kanadı kül oluyordu. Bir atlı oluyordum fırtına katillerin saçlarına
değdiği vakit. Atıma kırbacımı her vuruşumda at hızlanıyor, bozkırın ortasında
ardımızda bir başka toz bulutu kalıyordu fırtınaya dağıtması için. Yüreğim
bozkırın ortasında fırtınaya doğru koşar bir halde hem kanıyor hem de her şeyden
uzaklara gidiyordu.
Bir seferinde
anımsarım, bir bekçi vardı hayatımın yaklaşık on yedi ayında. O zamanlar bahçe
duvarlarından atlayabilecek kadar gençti bacaklarım ve hislerim. Hani öyle çok
atletik bir bedene sahip olduğumdan değil, içimde kopan rüzgârlar beni o bahçe
duvarlarından savuracak şekilde esmesinden dolayı atlayabilirdim, kimi zaman
uçları sivri kazıklarla, kimi zamanda ardında büyük ve sivri dişli, şiddetinden
korkulacak bir köpeğin olduğu duvarlardan. Paslı kazıklara ya da sivri dişli köpeklere
yakalanmadan, yüreğimde bir kaçışla kendimi bir başka sokak lambasının ışığının
vurduğu kaldırım taşları üzerinde ıslık çalarken ve yağan yağmurlarda
ıslanırken bulurdum.
Komşuların bahçelerinden atlanabilecek yaşlarda girmişti o
bekçi hayatıma. Her gece saat onda aynı yerden geçen bir ayak izi ve ardından
damlayan ılık ve tuzlu birkaç damla kan.
O kadar lezzetli görünüyordu ki; o kan damlası yere düşerken insanın, kendi
kanından kanarcasına içesi geliyordu.
Ama kan başka gövdelere gerekiyordu. Onların tek varlık nedeni bu. Her gece akan ılık, kırmızı
ve bir o kadar da deli bir kandı. Başka bedenlere gerekecekken bir damla ılık
kan, nasıl içebilirdi ki insan kendi kanından?
Bekçi ilk zamanlar anlamamıştı, kanın birkaç damlasının
neden havada uçuştuğunu, yerdeki bir kaç damlanın da daha seyrek olduğunu. Anlamakta umurunda değildi. Nereden ya da kimden döküldüğü ilgisini
çekmiyordu. İlgili olduğu şey sadece hayatının rutin bir şekli olan öylesine
bir merak ve gece uykuya teslim edilen gözlerden arta kalan bir ışıktı. O kadar alışmıştı ki köşe başlarında başka
katillere akıtılan göz yaşlarına, benim bedeninden akan kan ya da gözyaşı hiç
ilgisini çekmiyordu. Sadece neden bu gözyaşının renginin bir gül kadar kırmızı
ve bir o kadar da ılık olduğuydu. Ama
buna da alışıla bilinirdi. Alışılan
sadece hayatta olmanın verdiği o garip, o tarifsiz buğuyu; önce teninde sonrada yüreğinde hissedebilmekti.
Gece bir gölgeyi peşi sıra gezdirdiği zaman yaşam; bir kareden daha köşeli oluyordu. Bahar
birkaç damla yağmurda saklanıyor ve mahcup yüzüne düşüyordu gölgenin. Gölgenin
kanı; yağmuru ıslatıyor, tadını bir martının buruk kanına çeviriyordu.
Ve bekçi bir
gün gördü. Bir gölgenin ona yakın bir yerden geçtiğini ve gölgenin elinden;
yaprağı yeşil, rengi kan kırmızısı bir gülün uçtuğunu ve beklediği bahçeye
düştüğünü. Gece bir anda şaşakaldı.
Gecenin etrafa savurduğu düşleri toplayan ve güzellik adına, aşk adına ne varsa
tüketen bir histeriyle bekleyen bir katilin daha iştahı kabarıyordu şaşkınlık
ve heyecan.
Kan ne yaprağa, ne de gölgeye aitti. Kan bir yüreğe ait diye
düşündü ve bir daha asla saat onda
kafasını yola çevirmedi. Camda bir başka katil o güle bulaşmış birkaç damla
kanı bekliyordu beslenmek için. Yaşamın sırrı o kanı taşıyan yürekten gelmez
miydi? Dünya oracıkta duruverir, tüm güzelliğiyle bir haykırış olmaz mıydı
sevgi?
Kan; ellerine değdiği zaman
besleniyor, güçleniyor ve her gece farklı kanlar bekliyordu katil. Oysa ne
yorgun bacakları dolaşmıştı o kan. Hangi
nehirleri aşmış, kaç seferden yorgun ve yaralanmış bir bedeni dolaşmıştı. Daha
ilk günde dolaştığı bedenden sürmüştü onu hayat. İlk defa yeryüzüyle tanışışı
bir bebeğin ayaklarından, birkaç jilet darbesiyle açılan delikten olmuştu.
Gözyaşları o zamanlar için
bilinmedik bir keder ve başka bir varoluş demekti. Nazlı bir gülümsemenin
uğruna nerelere dökülmezdi ki o kan. Katilin gülümsemesi yüreğin en ucundan,
hiç verilmeyecek bir yerinden çıkarıyordu kanı. Ak elleriyle kavrardı katil
gülü ve ona bulaşan birkaç damla kanı dudaklarına götürdü. Katilin ellerine
değdiği zaman gül acıtamaz olurdu. Burcu burcu kokardı o vakit o gül. Kana
benzer rengini dudaklarına ve burnuna götürdüğü vakit birkaç damladan daha
fazlası verilebilirdi.
Katil; güle bulaşmış birkaç damla tuzlu kanın tadına
varıyor, her damlada kendini daha genç ve bir
o kadar da güçlü hissediyordu. Kan ilerledikçe yutağından aşağılara
doğru, katilin tüm bedenine bir merhaba dercesine bedeninde dolaşmaya başlıyor,
katilin; sahte ve zamana karşı direnemeyecek
güzelliği zamansız gün doğumu gibi aydınlatıyordu her yeri. Biliyordu ki; kan bu bedende dolaştıkça, ruhun; bu bedene, katil için yaptıramayacağı
hiçbir şey yoktu. Dolunaydı. Bekçi bahçeyi,
katil kanı, yürek coşacak anını
bekliyordu. Zaman ilerliyor bekçi uykuya yenilmemek için başını
elleriyle destekliyor, şeytanlar kulağına uyku şarkıları fısıldarken, yürek
başka bir sefere daha besin sağlamak için hazırlıyordu kanını. Katilin
karnından gelen gurultular bir zafer şarkısından farksız, yüreğin gelecekteki
acıları için sanki evvelden yağmuru getirecek rüzgârın sesi gibi haberler
veriyordu.
Saat yine ondu. Bekçi beklediği bahçeden ve yoldan ayırmıştı
gözlerini. Katilin silueti camda belirmişti. Ayak sesleri geliyordu. Kanın
ılıklığı ve kokusu tüm havaya dağılmıştı. Etrafta tüm güzelliği ile sevgi
kokuyordu. Katil iştahlanmış, obur ruhunu doyuracak kanın gelmesi için
sabırsızlanıyordu. Her gece aldığı birkaç damla kan ona tadamayacağı bir lezzet
armağan etmiş, yaşantısının bu denli karmaşık ve düş olduğu zamanlarda
doyurmuştu obur ruhunu. Ruhu aç, bedeni adeta güneşin altında unutulmuş bir buz
parçası gibi eriyor, kan ile beslendikçe gelişiyor, semiriyordu. Alev gibi
sıcak oluyordu bedeni. Ve yürek daha da büyük bir coşkuyla atıyor ve yazılan
tüm yazılar silinip gidiyordu su üzerinde.
Beslemek gerek tüm katilleri!
Kanı alıştırmak gerek. Temiz hislerle bir gülün dikenin, ele batarken acıtmadan
çıkan kanın, aslında tuzlu değil de saf ve tatlı olduğuna.
Kan, deli kan. Kadın kadar ılık ve bir o kadar da tatlı. Ama
her akışında yüreği parçalayan kan.
Denizlerden daha derin, rüzgâr kadar serin ve bir başak kadar ahenkle
büyüyen sevgi. Ne de çok harcanır senin için hayatlar. Bir gün hafızana; bekçi,
gül ve kan takılır kalır. Bir başka düşün içine dalmak için; akşam olmasını
beklersin. Islak ve seni serinleten birkaç tutam saç konur yüzüne. Bu; aşk
denen iksirin içinde gülüşlerden sonra en etkili simyadır.
Katillere verilecek gıdalar; hep bir yerlerden, yarım kalan
hikâyelerle başlar. Umudun diğer adı da ; yaşamın kardeşi olan ölümle karşılaşmadan önceki, aşkın en önemli
randevusudur. Kanıyla, canıyla katılmalıdır insan bu coşkuya. Varolmanın en
önemli koşulu budur. Yani yaşamın içinde olabildikçe varsındır. Ölürsem yazıktır ey aşk! Sana doymadan yok olacaksa
bu beden; sana yazıktır. Bilinmez sorular olarak anlatırlar sana, sende var
olan aşkı. Başkalarının döktüğü birkaç
sahte gözyaşı ve adı aşk olan birkaç garip, anlamsız, ticari oyunu. Oysa
sen; ne kadar çok yol almış, tüm
bedenini dolaşmış olan, kimi zaman bir ayrılık uğruna ya da ayrılığı anlatan
eski bir şarkı için döktüğün gözyaşını narin gözlerine taşıyan kanını, bir
katilin anatomisine katacak kadar bilirsin aşk ve ardına saklanan oyunları.
Sana varlıkları başka gelir güllerin. Kokularında düşlerini anımsarsın. İlkler
gecelerden fırlar, seni başka huzurlara taşır hiç bilmediğin, bir şehirden
ötekine taşıyan otobüsler ve onların uykulu şoförleri. Yanında kalan sadece
ufak bir valiz, üç beş kırık eşya ve yarınlarından başka hiç bir şeydir.
Yeniden merhaba dersin yaşama. Yeniden en deli haliyle olmasa da
katillerinkinden daha da lezzetli dolaşır kanın damarlarında. Sen yazın
ortasında yağmur sevinciyle coşan çiftçi gibi olursun başka diyarlardan
gelirken yağmurun. Yağmur gelirken bulut aştığı yollardan, geçtiği şehirlerden
üzerinde toplamıştır bütün kiri üzerine yağdırmak için. Direnirsin. Ardına
bakmazsın. Yeni ve ilktir dersin. Bilirsin ki; bir yüreğe iki sevda sığmaz. Üç
insana ait olamaz bir tutam sevgi. Yürek varsa işin içinde bu tek kişiliktir..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder