10 Ocak 2012 Salı

Güldeki Kan


Güldeki Kan





Hayat bana çeyrek asırdır saçma sapan oyunlar oynuyor. Öfkeliyim. Ufuktan güneş bir batıyor, yüreğim hep kanıyor. Bir zamanlar var olmamın verdiği keyifle içim içime sığmaz,  kendimi oradan, buraya salardım rüzgârdaki yaprak gibi.
Yağmurları sevmiştim hep, saçlarım kısaydı. Göz yaşlarıma karışıyor şimdi yağan yağmurlar. Kısa kesim saçlarımdan bin bir kaygı ile dolaşan kafamın derisini buluyor, yok eden yolculuğunu kafamın içinde sürdürüyor.Eskiden umutlara karışırdı karış karış gezdiğim topraklar. Yağmurda kokusunu duyardım bir parça kara toprağın. Kimi zaman bana yaşamı, kimi zaman ise ölümü çağrıştırırdı yağmurun kokusu. Yağmur gibi hızlıca başladığını ve bir o kadar da çabuk dindiğini düşünürdüm hayatın. Arada ıslandığımız zaman ise adını gün olarak koymuştular. Islanmak gün doldurmakla eş değerdeydi. Parmaklarımda en son sigaramdan kalma sarı bir renk,  o da dumanından yadigâr.
Ötedeki hayaller gelirdi o zamanlar insanın aklına. Sevgiliyle el ele olabilmek gibi bir lüks yağmur yağarken  hiç olmadı. Tüm sevgililer yağmurda ıslanıp arınmaktan korktular. Yağmur ruhu arındırır bir halde göz yaşlarımla beraber yere düşüyordu. Ruhum her yağmur tanesiyle beraber yıkanıyordu sanki. Arınıyordum. Tüm kötülükler ve yaşanılan her şey yağmurla beraber akıp gidiyordu denize. Bir gün yeniden buluşacağımı biliyordum, hem yağmurla hem de gözlerimden akanla. Ellerimde birden geçmişimin kan izlerini buldum. Kan; ne benim, ne de bir başkasının sanıyordum. Bir yerlerden gelip ellerimi bulmuştu. Ben ellerime bulaşan kanları yüzüme sürdüm. Kanlar benimdi. Dilime tadı değince anladım bunu. Başkasına kıyamayacak kadar nefret ediyordum kendimden. Ya da korkuyordum, başkalarının kanından.
Oysa ne çok katil vardı, ne de çok öldürmüşlerdi beni. Hepsi de beni öldürdükleri için beraat etmiş ve hatta bir çoğu ödül bile almıştı diğerlerinden. Ben ölmeye alışmıştım onlar beni öldürmeye. Ölürken ya da öldürürken kendi kanımdan başkası akmıyordu hiç. O kadar ılıktı, o kadar deliydi ki kanım; yuvasında kuşlar yanmaya başladılar o an. Kendi kanım damlalar halinde düştükçe kuşlarda bir feryat başlıyor kanatları yanıyordu.
Katiller bana kendilerini anlatmamışlardı. Bana söyledikleri  bana hep inanılmaz gelmiş, başkalarından okuduklarıma inanır hale gelmiştim.Oysa hepsi bana benzer  şeytanın birer örnekleri olduklarını söylemişlerdi. Eller ve kollara takılıp kalan birkaç dem huzur, beni onlar için kandırmaya yetmiş ve artmıştı. Ama silahım güçlüydü. Hala umut edebilecek kadar cesaretim ve kuvvetim vardı. Yaşam ne de garip! Kurşunla yapılamayan, başka bir kolda, ya da yüze veya dudaklara başkalarının kondurduğu minik bir buse ile yapılabiliyor, insan işte o an ölüyor. Ölüm bu tür zamanları yaşayanlar için karanlık bir boşluk ki; kişiyi yutan veya bir ezber oluyordu. Yani ben ölmeye onlar öldürmeye alışmışlardı. Cesaretimden dolayı ben ölüyor, onlar ise öldürdükleri için yeni bir derece daha aldıklarına inanıyorlardı. Gitmek mümkündü, tüm bu yaşam ve ölüm oyunun tam ortasından.  Yolların ardına gidilebilir, suskun kalmış ağaçlara şarkılar öğretilebilir, gerçek ve hayal arasındaki o ufak fark anlatılabilirdi herkese. Ama ya uzaktan kokusunu burnumuzun dibine kadar getiren fırtına, o ne olacaktı bunu kimseler bilemiyordu. Fırtına estikçe kuşların kanadı kül oluyordu. Bir atlı oluyordum fırtına katillerin saçlarına değdiği vakit. Atıma kırbacımı her vuruşumda at hızlanıyor, bozkırın ortasında ardımızda bir başka toz bulutu kalıyordu fırtınaya dağıtması için. Yüreğim bozkırın ortasında fırtınaya doğru koşar bir halde hem kanıyor hem de her şeyden uzaklara gidiyordu.



Bir seferinde  anımsarım, bir bekçi vardı hayatımın yaklaşık  on yedi ayında. O zamanlar bahçe duvarlarından atlayabilecek kadar gençti bacaklarım ve hislerim. Hani öyle çok atletik bir bedene sahip olduğumdan değil, içimde kopan rüzgârlar beni o bahçe duvarlarından savuracak şekilde esmesinden dolayı atlayabilirdim, kimi zaman uçları sivri kazıklarla, kimi zamanda ardında büyük ve sivri dişli, şiddetinden korkulacak bir köpeğin olduğu duvarlardan. Paslı kazıklara ya da sivri dişli köpeklere yakalanmadan, yüreğimde bir kaçışla kendimi bir başka sokak lambasının ışığının vurduğu kaldırım taşları üzerinde ıslık çalarken ve yağan yağmurlarda ıslanırken bulurdum.
Komşuların bahçelerinden atlanabilecek yaşlarda girmişti o bekçi hayatıma. Her gece saat onda aynı yerden geçen bir ayak izi ve ardından damlayan ılık ve  tuzlu birkaç damla kan. O kadar lezzetli görünüyordu ki; o kan damlası yere düşerken insanın, kendi kanından kanarcasına  içesi geliyordu. Ama kan başka gövdelere gerekiyordu. Onların tek  varlık nedeni bu. Her gece akan ılık, kırmızı ve bir o kadar da deli bir kandı. Başka bedenlere gerekecekken bir damla ılık kan, nasıl içebilirdi ki insan kendi kanından?
Bekçi ilk zamanlar anlamamıştı, kanın birkaç damlasının neden havada uçuştuğunu, yerdeki bir kaç damlanın da daha seyrek  olduğunu. Anlamakta umurunda değildi.  Nereden ya da kimden döküldüğü ilgisini çekmiyordu. İlgili olduğu şey sadece hayatının rutin bir şekli olan öylesine bir merak ve gece uykuya teslim edilen gözlerden arta kalan bir ışıktı.  O kadar alışmıştı ki köşe başlarında başka katillere akıtılan göz yaşlarına, benim bedeninden akan kan ya da gözyaşı hiç ilgisini çekmiyordu. Sadece neden bu gözyaşının renginin bir gül kadar kırmızı ve bir o kadar da ılık olduğuydu.  Ama buna da alışıla bilinirdi.  Alışılan sadece hayatta olmanın verdiği o garip, o tarifsiz buğuyu;  önce teninde sonrada yüreğinde hissedebilmekti. Gece bir gölgeyi peşi sıra gezdirdiği zaman yaşam;  bir kareden daha köşeli oluyordu. Bahar birkaç damla yağmurda saklanıyor ve mahcup yüzüne düşüyordu gölgenin. Gölgenin kanı; yağmuru ıslatıyor, tadını bir martının buruk kanına çeviriyordu.


Ve  bekçi bir gün gördü. Bir gölgenin ona yakın bir yerden geçtiğini ve gölgenin elinden; yaprağı yeşil, rengi kan kırmızısı bir gülün uçtuğunu ve beklediği bahçeye düştüğünü. Gece bir anda  şaşakaldı. Gecenin etrafa savurduğu düşleri toplayan ve güzellik adına, aşk adına ne varsa tüketen bir histeriyle bekleyen bir katilin daha iştahı kabarıyordu şaşkınlık ve heyecan.
Kan ne yaprağa, ne de gölgeye aitti. Kan bir yüreğe ait diye düşündü  ve bir daha asla saat onda kafasını yola çevirmedi. Camda bir başka katil o güle bulaşmış birkaç damla kanı bekliyordu beslenmek için. Yaşamın sırrı o kanı taşıyan yürekten gelmez miydi? Dünya oracıkta duruverir, tüm güzelliğiyle bir haykırış olmaz mıydı sevgi?
Kan; ellerine değdiği zaman besleniyor, güçleniyor ve her gece farklı kanlar bekliyordu katil. Oysa ne yorgun bacakları dolaşmıştı o kan.  Hangi nehirleri aşmış, kaç seferden yorgun ve yaralanmış bir bedeni dolaşmıştı. Daha ilk günde dolaştığı bedenden sürmüştü onu hayat. İlk defa yeryüzüyle tanışışı bir bebeğin ayaklarından, birkaç jilet darbesiyle açılan delikten olmuştu.
Gözyaşları o zamanlar için bilinmedik bir keder ve başka bir varoluş demekti. Nazlı bir gülümsemenin uğruna nerelere dökülmezdi ki o kan. Katilin gülümsemesi yüreğin en ucundan, hiç verilmeyecek bir yerinden çıkarıyordu kanı. Ak elleriyle kavrardı katil gülü ve ona bulaşan birkaç damla kanı dudaklarına götürdü. Katilin ellerine değdiği zaman gül acıtamaz olurdu. Burcu burcu kokardı o vakit o gül. Kana benzer rengini dudaklarına ve burnuna götürdüğü vakit birkaç damladan daha fazlası verilebilirdi.
Katil;  güle bulaşmış birkaç damla tuzlu kanın tadına varıyor, her damlada kendini daha genç ve bir  o kadar da güçlü hissediyordu. Kan ilerledikçe yutağından aşağılara doğru, katilin tüm bedenine bir merhaba dercesine bedeninde dolaşmaya başlıyor, katilin; sahte ve zamana karşı direnemeyecek  güzelliği zamansız gün doğumu gibi aydınlatıyordu her yeri.  Biliyordu ki; kan bu bedende dolaştıkça,  ruhun; bu bedene, katil için yaptıramayacağı hiçbir şey yoktu. Dolunaydı. Bekçi bahçeyi,  katil kanı, yürek coşacak anını  bekliyordu. Zaman ilerliyor bekçi uykuya yenilmemek için başını elleriyle destekliyor, şeytanlar kulağına uyku şarkıları fısıldarken, yürek başka bir sefere daha besin sağlamak için hazırlıyordu kanını. Katilin karnından gelen gurultular bir zafer şarkısından farksız, yüreğin gelecekteki acıları için sanki evvelden yağmuru getirecek rüzgârın sesi gibi haberler veriyordu.
Saat yine ondu. Bekçi beklediği bahçeden ve yoldan ayırmıştı gözlerini. Katilin silueti camda belirmişti. Ayak sesleri geliyordu. Kanın ılıklığı ve kokusu tüm havaya dağılmıştı. Etrafta tüm güzelliği ile sevgi kokuyordu. Katil iştahlanmış, obur ruhunu doyuracak kanın gelmesi için sabırsızlanıyordu. Her gece aldığı birkaç damla kan ona tadamayacağı bir lezzet armağan etmiş, yaşantısının bu denli karmaşık ve düş olduğu zamanlarda doyurmuştu obur ruhunu. Ruhu aç, bedeni adeta güneşin altında unutulmuş bir buz parçası gibi eriyor, kan ile beslendikçe gelişiyor, semiriyordu. Alev gibi sıcak oluyordu bedeni. Ve yürek daha da büyük bir coşkuyla atıyor ve yazılan tüm yazılar silinip gidiyordu su üzerinde.


Beslemek gerek tüm katilleri! Kanı alıştırmak gerek. Temiz hislerle bir gülün dikenin, ele batarken acıtmadan çıkan kanın, aslında tuzlu değil de saf ve tatlı olduğuna.
Kan, deli kan. Kadın kadar ılık ve bir o kadar da tatlı. Ama her akışında yüreği parçalayan kan.  Denizlerden daha derin, rüzgâr kadar serin ve bir başak kadar ahenkle büyüyen sevgi. Ne de çok harcanır senin için hayatlar. Bir gün hafızana; bekçi, gül ve kan takılır kalır. Bir başka düşün içine dalmak için; akşam olmasını beklersin. Islak ve seni serinleten birkaç tutam saç konur yüzüne. Bu; aşk denen iksirin içinde gülüşlerden sonra en etkili simyadır.
Katillere verilecek gıdalar; hep bir yerlerden, yarım kalan hikâyelerle başlar. Umudun diğer adı da ; yaşamın kardeşi olan ölümle  karşılaşmadan önceki, aşkın en önemli randevusudur. Kanıyla, canıyla katılmalıdır insan bu coşkuya. Varolmanın en önemli koşulu budur. Yani yaşamın içinde olabildikçe varsındır.  Ölürsem yazıktır ey aşk! Sana doymadan yok olacaksa bu beden; sana yazıktır. Bilinmez sorular olarak anlatırlar sana, sende var olan aşkı.  Başkalarının döktüğü birkaç sahte gözyaşı ve adı aşk olan birkaç garip, anlamsız, ticari oyunu. Oysa sen;  ne kadar çok yol almış, tüm bedenini dolaşmış olan, kimi zaman bir ayrılık uğruna ya da ayrılığı anlatan eski bir şarkı için döktüğün gözyaşını narin gözlerine taşıyan kanını, bir katilin anatomisine katacak kadar bilirsin aşk ve ardına saklanan oyunları. Sana varlıkları başka gelir güllerin. Kokularında düşlerini anımsarsın. İlkler gecelerden fırlar, seni başka huzurlara taşır hiç bilmediğin, bir şehirden ötekine taşıyan otobüsler ve onların uykulu şoförleri. Yanında kalan sadece ufak bir valiz, üç beş kırık eşya ve yarınlarından başka hiç bir şeydir. Yeniden merhaba dersin yaşama. Yeniden en deli haliyle olmasa da katillerinkinden daha da lezzetli dolaşır kanın damarlarında. Sen yazın ortasında yağmur sevinciyle coşan çiftçi gibi olursun başka diyarlardan gelirken yağmurun. Yağmur gelirken bulut aştığı yollardan, geçtiği şehirlerden üzerinde toplamıştır bütün kiri üzerine yağdırmak için. Direnirsin. Ardına bakmazsın. Yeni ve ilktir dersin. Bilirsin ki; bir yüreğe iki sevda sığmaz. Üç insana ait olamaz bir tutam sevgi. Yürek varsa işin içinde bu tek kişiliktir..










Hiç yorum yok:

Yorum Gönder