28 Ocak 2012 Cumartesi

GEÇ KALMIŞLIK...Kendine dair istediklerin o kadar azdır ki; sen bile bunların olmaması halinde şüphelenirsin.


Geç Kalmışlık



Her yer karanlık; bir boşluktan uçuşan birkaç yüzden başka bir şey yok. Nerede ve kim olduğunu bilmeden, bunun önemli olmadığı ve hiç umursamadığın yerlerde olmak. İşte hayatın sana sundukları.  Buram buram senin koktuğun yerlerde olmak. Ne işi olduğunu bilmeden harcanmış çağların hesabını sorarak, nerede, nasıl ve kiminle olduğunu bilmeden çiçeklerle örtülü bir dağda gezmek. İşte bunlar da senin; hayattan isteyip de alamadıkların.
Gerçek bir geç kalmışlık var sanki. Hiçbir yer beni almıyor içine. Yaşamla küs olmama rağmen beni terk etmiş gibi.  Sanki dağları dolaşan bir gezginim. Başkalarına berduş, kendime göre ermişim. Ererken gözlerimle bakamamayı öğrendikten, yaşamın bir düş olduğundan haberli oluşumdan, başkalarının gördükleri beni avutur hale gelmişim. Bunları bilmişim ancak kimselere söylememişim. Sanki bir tren varmış. Beni hiçlere götürecek ve ben ona hep ama hep geç kalmışım. Ya bacaklarım tutmamış ya da yola çıkacakken geleceğimi evde unutmuşum.
Neden sanki yaşanılan var oluşlar; hiç yaşanmazların kanıtı olmuş? Her şey ve herkes kendini ilk sırada görürken, sen; kimsesizliğin sonbaharında bu denli sinirli ve bir o kadar da acı çeker bir hal alırsın? Her köşe başından insanlar ve onların addettiğimiz müsvetteleri. Birer birer fırlıyorlar geceye onları gömdüğümüz yerlerden. Ardına düşüp seni adeta soluksuzca bırakırcasına kovalıyor müsvetteleri ve anıları.
Sorular sorarsın kendine. Aslında cevapları hiç yoktur bunların, bilirsin. Kendine dair istediklerin o kadar azdır ki; sen bile bunların olmaması halinde şüphelenirsin.
İnsan bazen yanlış yazmak istiyor,  bazen yanlış konuşmak istiyor. Neden her şeyin doğrusu olmalı ki; hiç kimsenin dürüstü olmadan. Her dürüstte bir yanlış ve her yanlışta; bir doğru aranırken, doğruları oynayıp yorulmak neden birkaç kişiye has bir durum olsun ki.


Beklentiler vardır hayatta. İnsanlar yaşarlarken akıllarının içini doldurdukları ile yaşadıklarını bağdaştırmaya, onları bir örnek giydirilmiş ikizler haline sokmaya çalışırlar. İkizlere asla sorulmaz;  “Aynısını giymek ister misiniz?”, diye. Yani; yaşamı, düşlerle bir kaba koymak gibidir, başka hayalleri kurabilmek yani aynadaki aksidir; yaşadığın gündüz, yaşayacağın gecenin. Yaşam neresinden tutuğuna dair hiçbir beklenti ve umur içinde değildir oysaki. Ancak doğarken; hüzünleri tek başına yaşamak insandan başka hangi canlının başına gelmiştir ki? Sen bir başka dünyadan, yeni bir dünyaya adım atmak için var gücünle kapıları zorlarsın. Dışarıda seni bekleyen ne var bilemezsin. Bazen adı gözyaşı, bazen de gülücük olur anne ve babaya atılan. Her yer senden bir haberdir. Çok şanslı ya da şanssız olacağına dair içinde herhangi bir beklenti yoktur. Şanslı olmak ya da olmamak senin için o an herhangi bir anlam içermeyecektir. Çok az şanslının başına gelir doğduktan hemen sonra yaşanabilir fiziksel acılar. İşte o an kazınmıştır beynine acı. Canın bundan sonrada zaman zaman yanacaktır. Bunları elbette ki sen istemezsin. Ama acı; hayatın vazgeçilmez bir gerçeğidir, yaşanmak üzere seni beklediği.



Limanlar var belki. Ve o limanlarda seni bekleyenler var. Kim bilir?  Belki sen o limanlara varamayacak kadar aç ve yorgunsun. Belki açıldığın doğu denizi karanlık. Suskunsun ve yenilmişsin. Bu berbat yaşam, neden kime karşı bir direniş olmuştur sanki ? “Kime istediğini vermiş ki?”, dersin ve bir sigara daha yakarsın. Evinde bir kedi vardır. Kedi suyu içer. Su dereye karışır, ev yanar, duman dağa kaçar, dağ bir deprem olur, tekrar eve gelir kedi, evden ne zaman kaçmıştır sen bile hatırlamazsın. Yaşam senden habersizce oynanan bir oyun olmuştur. İçinde sen ve senden olan birkaç kişiden oluşan bir takımla oynan.
Yaşam, adeta bir küfür olup kulaklarına vurmuştur. Yaşam eş değil midir küfretmeye? İşte o an gelmiştir. Kendini bilmezler karışmıştır geceye. Belki bir parça hayal kurmuşsundur. Almış olduğun yenilgilere inat küfretmeyeceksindir. Küfürlerin boğazına takılıp kalmıştır bile.
Yenilgiler; sana alışıktır oysaki. Bünyen bunu kaldırmasa da, yenilgilerin bünyesi seni kaldırmıştır çoktan. Kim bilir yenilgiler daha kaç yaşamın içindedir aynı bu halde.
Duman, kir, is ne garip kelimelerdir. Yazamamış ve yaşayamamışlar için kaç gecenin mazotla tutuştuğu bir garip sobanın içerde uyuyan ve belki şu an hiç olmayan kedinin olduğu bir evde. Kimim ben; sobamı, mazot mu, kedimi yoksa çoktan dağa kaçan yaşlı kedi mi?


Doğarken elimize tutuşturulan hayatın kullanma kılavuzunu iyi incelemek gerek.  Bilmediğimiz, aklımızın ermeyeceği ve anlamakta ne kadar zorlanacağımızı belirten yazılar var o başka lisanlarda, başka insanlar için tercümesi mevcut kılavuz içinde. Kimseyi umursamadan okumak gerek. Kimse neden olduğunu ya da neler olabileceğini bilememeli hayatın. Sır ve bekleyişlerle örtülmeli içinden hiç çıkamayacağın sokaklar. Bir parçasında ekmek olabilmek ve yıllar sonra gelen zamanlarda anılarını; sana sunulmuş bu hayattan terk edilişine inatla savurmak gerek tüm yok oluşlara ve yok olduğu sanılanlara...
Birden duruvermek gerek gezdiğin bir serginin, senin için olması muhtemel olmayan ve önündeki süreçlerin birinde asla karşına çıkmayacak, bir zaman makinesini tanıtan ve boyu senin boynundan öteye geçmiş, bin asırlık bir varolma çabası içinde belki karının doyurmak için değil de yaşamını, en iyi şekilde idame ettirmek için, denizler kadar ulu, başaklar kadar sarı ve ipeklerden daha da ipek tenini bir zaman makinesi önünde zamanını ve güzelliğini sunan o insanı var edene haykırmak...
Ne kadar da güzeldi... Nerelerden geliyordu bu tür varlıklar. Tanrının; “Evet ben varım!”, demesinin garip başka bir yolumu bu? Uzak, çok uzak. Sanki; sende ve bizde olmayan değerlerle ilgili bir durum ve hal bu.
Yürek tün cesaretini toplayıp, ellerine kına olmak isterdi.  Anadolu‘da bir köyde ya da ezip geçtiği bir parça keder ve kuraklık içerisinde yoğrulmuş topraklarda. Ellerinde yanan bir tutam ateş içinde ya da damarlarında dolaşan bir damla buruk kan olmak isterdi. Yahut bir başka dilde ama yabancı olmayan bir türkünün herhangi bir dizesinde yanan, tutuşan bir yürek olmak isterdi insan..
Yol gizli, sır gizli yürekte ve senin olmayacak düşler ve sana o düşlerden kalan birkaç umuda dair gülümseme.
Oysa sen dağlar ve arkalarındaki o kimselerin yüreğine alamadığı dağları yıkan, uğruna dünyaları yakan değil misin? Ne adalet ama! Birkaç deste paraya yenik düşmüşsün. Zafer sende sen asıl var olansın bir başka türkü tutturur dilin bir başka sevdanın içinde bulursun kendini. Sen var olma mücadelesinde rakibin olanlara karşı bu hayat oyununda zaten yenik başlamışsın varolmaya ama senden hep korkmuşlar. Onlar için bir tehdit olmuş ve suskunluğunu zafer addetmişler kendi ufak dimağları için. Aslında sen hiç susmamışsın. Bağırmışsın. Ve hatta bazen senden olan sesler, onları rahatsız etmiş. Sen konuştukta ben; ben olduğumu, aslında onların hiç olmadığını anlamışım ve orada tüm güzelliğini sunan ve asla benim olmayacak olana, asılında benden başka kimsenin olmadığını anlamışım.


Dil, bir suskunluk içerisinde. Kelimeler dünyanın başka yerlerinden gelmişçesine yabancı ve yabani. Her şeyde bir başka yosunun ayaklara dolanması var sanki. Bekleyişler sarmış tüm benliği. Oysa yola çıkmışken cesur ve güçlüydü bedenini saran ruhun. Birçok aşk hikâyesine adın yazılmıştır. Deniz kenarlarında esen hafif gece rüzgârları, sen o aşk hikâyelerinin içindeyken garip bir huzur ve sevinç vermiştir sana. Bunları o kadar çok yaşatmıştır ki hayat sana; her sene mevsim yaza döndüğünde deniz kenarlarında olmayan şehirlerde bile geceleri terli yüzüne çarpan her esinti sen; o aşk hikâyelerinin içinde olmasan bile sana benzer bir huzuru çok görmez. Artık damağında hayatın ve anların tadı karışmıştır. Hangisi daha huzurludur karar veremezsin. Terli bir yüreğe çarpan nemli bir esinti mi, yoksa terli bir yüze çarpan şehrin rüzgârı mı?
Sel içerisinde yaşadığın ve tüm yazdıkların. Yalıyarlara çarpıp batmış bir halde tüm varlığın. Adını koyamasan da korkarsın. Sana geceler düşman, benliğin adeta bir yabancı. Oysa saçların ve onların rüzgârlara değme olasılığı var ve sen bu olasılıklardan kaçmak için ne kadar da isteklisin. Sabahın ilk dakikalarını sen yapayalnız ve bir pencereden herkesin gördüğü rüyaların olmadığı gerçekler yaşarsın. Beklersin. Bir yerlerden çıkıp sana koşar adımlarla gelmelidir mutluluk. Sen; mutluluktan da korkarsın. Mutluluk; daha sen ufakken bir takım tehlikelere gebedir diye anlatmışlardı sana. Sen sana ait olanı düşünmeden ve kendinde bir hak bulmadan yani temellendirmeden arasın ve gecenin saatleri arkasında saklanırsın. Saklandığın yerlerde seni bulup sobelemek için, hayatın başka bir oyuncusu gelmeni ve bu oyuna başlamanı beklemektedir. Sen saklanılacak yerlerine; “Kimseler bilmiyor!”, diye gayet kendinden emin adımlarla ilerlersin. Saklanırsın da. Ancak seni sobelemek için bir başka hayal göreve başlamıştır bile. Sana düşen işte o yakalanma anını iyi yaşamaktır. Belki de yakalanmak için kendine bir fırsat vermektir kim bilir.

İçinden yalvarmak geçer bazen. Her zaman gidip de oturduğun, otururken düş âlemlerinde yorulduğun yelerde sesini duyabilecek her nasıl olursa olsun bir canlıya yalvarmak. Bir karınca ya da bir karga kardeşe kime ve neye, ne şekilde olursa olsun yalvarmak. Yakarışlarını kimseler duymaz. Sesin boğuk çıkmaktadır çünkü. Herkesin yaşadıklarını yaşasan ve herkesin söyleyemedikleri senin yakarışların olsa dinleyenlerin, duyanların ve sana katılanlarının sayısı seni şaşırtacak kadar çoğalacaktır. Ancak acıların sadece ve sadece sana özgüdür. Geçmiş zamanlarına ağlamak sadece sana has bir başka durumdur. Ancak o zamanın içinde başka bir hayatta varsa, o zaman yakarışlar ve gözyaşları kesişebilir. Ancak bunun aynı zamanda olma olasılığı o hayatla kurduğun bağ ile zamanlanmıştır. Her gün seni bir başka geç kalmışlık içine sürükleyip gider. Günler geçtikçe hayat anlaşılamaz. Ta ki; ardına dönüp bakabilecek kadar bir zamana sahip olursun ve o zaman anlayamadıklarını anlama şansın olur. Adına geç kalmışlık dersin. O zaman kurduğun cümleler ve o cümlelere özne olanlar, o durumun oluşmasında paye sahibi olanları bulamazsın. Hayat sana her zaman aynı türden şansları sunmaz ne yazık ki!
Kendin hariç aklın her şeye erer. “Bu kadar çok uzun bir zamana mı sahipti hayatım?”, diye sorarsın kendine. İşte üzüntün bundan sonra başlamalıdır. Canını yakması gereken o zamanı nasıl da boşa harcadığın olmalıdır ki; harcadıysan eğer. Ancak her zaman olan talihsizliğin merak etme seni o zamanda yalnız bırakmayacak ve adı son pişmanlık olacaktır. Yani ona bile hakkın olmayacaktır.  Sana sorulmayacaktır bile. Sana düşen; fayda etmeyecek olan o son pişmanlığını yaşamak olacaktır.
Tersi de olabilir kuşkusuz. Hayat sana dolu dolu zamanları armağan etmiş ve sen de onu iyi değerlendirmiş olabilirsin. Doğumunda tattığın acılar belleğinden çoktan silinip gitmiş olabilir. O zaman yüzüne gelip yerleşen gülümseme; yaşanılan bu kadar çok acının bir ödülü olacaktır. Özgür olabilir ruhun o vakit. Hiçbir geç kalmışlık hissetmezsin yüreğinde. Aşka ve kedere gerekeni vermişsindir. Hepsi birbirini tamamlamıştır bir de bakarsın ki. Sana düşen kısmını tüketmişsindir hayatın.  Ancak bu sefer bir başka hissedersin. Varlığın; bir yoklukla son bulmamış, aksine yaşama dair yeni ayrıntılar katmışsındır. Bunu kimseler bilmese de sen yaşamışsındır. Artık çok rahat uyuyabilir ve hatta uyanmayabilirsin. Ruhun başka yerlere doğru yol alırken, sahip olduğun; sana ölümsüzlükte dahi yetecek olan bir huzur kalmıştır. Artık mutlu ama yaşamış bir ölü olmuşsundur. Hepsi bu!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder