14 Ağustos 2012 Salı

Ramazan bitmeden, Eski Ramazanlar...Anılar.

Her sene bir ötekinden farklı olabiliyor. Hayat her anı bir başka şekilde yaşatıyor. Geçen seneyi anımsıyorum, Nevşehir'de yürekleri, herkesinkinden daha kocaman bir avuç insanı anımsıyorum. Sabahın ilk saatlerine kadar Mehmet Amcanın bağırmaları, Ulvi'nin kapıları yumruklaması, Emine Hanım ve Mükremin'in sabah sahurda patates kızartması ve haşlanmış yumurta getirmeleri, susuzluktan çatlayıp, akşam iftar çadırının oraya hep beraber gitmeler, Adem, Bilgin, Hatça,İsmail kocaman yürekli güzel insanlardı onlar ki halen öyleler. Geçen sene bu zamanlardı bu insanlar ardımdan ağlıyordu, bazıları; "Baba gitme ne olur!" diye haykırıyordu. Kalmayı onlar kadar en az bende isterdim ama dünyada yüce yürekli insanların olduğu gibi insan sıfatını pek hak etmeyenlerin de var olduğunu unutmamamız gerekiyor maalesef. Ki bu canlı formu sizin patronunuz bile olabilir belkide. Allah korusun diyoruz. Ancak hayat bir garip işte. Günlerin nasıl geçip gittiğini anlamadan bakıyorsun ki geçen aslında yıllarmış. Hep eskiler özlenir ya da aslında hep eskiler mi özeldi ne? Onu bunu bilmem. Bildiğim o zaman aramızda olan güzel insanlar vardı. Mesela Bülent Ayvaz vardı. Ankara'ya dönüp gittiğimde bir iki günlüğüne Gülcan vardı. Hatta oturduğumuz evden bir kat aşağıya indiğimde canım Kardeşim Şeyda vardı. Esas olan geçmişin güzel olduğu değil aslında geçmişi geçmiş yapan insanların bir arada oluşu bence. Düşünsene anneannenin yaptığı börekten daha lezzetlisini yedin mi hiç? Ya da sulu biberli enfes İzmir köftesini, çıtır çıtır kızarmış Çorum mantısını, onunla birlikte annemin demlediği bir bardak bergamot aromalı çaydan daha lezzetlisini. Şeyda Bacımın yaptığı enfes kekin kokusu halen burnumda. Ne iyi etmişsiniz de hayatıma girmişsiniz. Ne güzel insanlarsınız siz. Her gün bu ramazan aynında da olduğu gibi dualarımda sizleri de anıyorum. Orada bir yerlerde bir gün bizlerinde gelmesini bekliyorsunuz belki de1 Belkide o kadar keyfiniz yerinde ki buradaki hiçbir şey umurunuz da bile değil belki umarım öyledir, aslında ummuyorum içime doğuyor öyle zaten. Bir gün geleceğiz bizlerde. Zamanın fitili ne yazık ki yanıp, sönüyor. Birileri doğuyor birileri ölüyor. Birisi uyuyor, bir diğeri uyanıyor. Biri bir yerde bir halt ediyor, onlarca insanın canı yanıyor. Biri bir başkasına baka baka susuyor, konuşmuyor, dili bir daha görünmüyor.Yanıyorken birileri, birileri ölürken,sessiz kalıyor diğerleri.... Velhasıl özlemeyi bilmek gerek yanında olmadığımız o tüm insanları. Anaları, babaları, evlatları, kardeşleri, dostları, arkadaşları herkesi. Bir daha o hep andığınız geçmişte yaşanılan güzel anıları yaşamayı dilemeli insan. Daha çok konuşmalı ve daha çok gülmeli. Hiç kin tutmadan salı vermeli sevgiyi. Bizi Biz yapana şükretmeli. günün birinde tıka basa yığınlar içinde işkembemizi doldurup, dünyada bu saatte hiç aç kalmamıştır gibi yaşamamalı. Ben aslında ben değilsem, sen hiç bir zaman sen olmayacaksan, ramazanlarda eskisi gibi olmayacaktır. Sen ve ben bizim açlığımızı anımsarsak, aynı Türk Filmine bakıp mahallece ağlarsak biz aslında biziz demektir. Ne mutlu biz olabilene....... Konya/2012

25 Mayıs 2012 Cuma

Yeni yazılar yolda


Dostlar,
Yeni yazılar yolda.
Hepsi taze, hepsi hayat kokulu..
Yakında çok yakında burada...

24 Şubat 2012 Cuma

"Sel" Ağırca aralandı kapı. Biraz evvel yanı başımda duran ufak fakat gürültülü saat yerinde yokmuşçasına ses çıkartmıyor.


Sel



Ağırca aralandı kapı. Biraz evvel yanı başımda duran ufak fakat gürültülü saat yerinde yokmuşçasına ses çıkartmıyor. Cehennem avluda. Başıbozuk düşler bekliyor geceyi. Sanki kırağı yağmışçasına ortalık bembeyaz. Ay bulutların arasından bir görünüp bir kayboluyor. Gece üç tane düş kuruyor.
 Birinci düşün içinde herkes tanıyor birbirini. Öteki düş can alırcasına seviyor herkesi. Sonuncu düş diğerlerinden daha farklıca, olacağı zamanı bekliyor.  Daldan, teker teker düşüyor üç elma akıl almaz bir sıra içinde. Masallardaki o yürekli kahraman olamasa bile insan, en azından daldan düşen elmanın yolunu şaşırıp da kendi kafasına düşmesini bekliyor ufak tefek çağlarında. Gerçekleşen hayat içinde rüzgârın savurduğu bir yaprak olunduğunu anladığı vakit geç oluyor zaman. Kimler acılar içinde diye düşündüğünde, en çok kendi acıları geliyor insanın aklına. Gece amansızca taraf tutuyor. Hep en sona sakladığı: “Bir zamanlar..”,  diye başlayan anıları kullanıyor, en güçlü silah olarak. Amacı seni öldürmek de değil hani. Öldürmek istese bu o kadar kolay olurdu ki, sen bile ölürken şaşırırdın bu kadar kolay nasıl oldu diye. Ama dedim ya, amaç ölümün değil. Amaç, yaşarken birden çok hüznü nasıl olacak da dayanacak diye yapılan bir test sadece. Sen hep başarılar ya da kazançlar üzerinde durdun, bunu en iyi seni ikizin kadar tanıyan ve sana benzeyen gece biliyor. Sen farkında olmadan daha sonu hazırlanmış ve kaybedilmek için sıra bekleyen bir kaç testten ilkine girmişsin sadece. Ne de kolaymış seni kandırmak. Ne de rahat söylenirmiş, hiç bitmeyecek diye aklından hiç çıkmayan bir gülün buğusuyla ıslanan gece. Ardına dek çekilen perdeler ve kimsesiz korkularından korumak uğruna sarf edilen, kimi zaman bir gerçekliğe bürünüp geceyi dahi ürperten o korkular. Yanında bir minik buse, busede bir ılık sıcaklık. Hepsi bu. Bilmediğin ve hatta kim bilir hiç umursamayacağın coğrafyalara kadar uzanabilecek bir tasa. Neden seni bulsun ki? Oysa bilinmez kapılar hep yüzüne doğru dıştan kapanır, bu kadar da mutlu olabilmek, bu denli coşkulu olabilmek zaman zaman tehlikelidir. Bilemezsin.

Işıklar sönük. Dışarısı zifiri karanlık odanın belki de dünyaya açılan tek bakış noktası bu. Önünde şaşmış bir halde oturduğum pencere. Buradan her şey o kadar karanlık görünüyor ki, insan elektriğin ne kadar da önemli olduğunu anlıyor bu denli bir karanlığı gördüğü vakit. Oysa yanarken beden, ruhtan çıkan ışık, yetip fazla bile gelirdi yok olmamak için anlatılan masallarda. Masallara inanmayacak kadar gerçektik değil mi? Tıpkı buradan ve  olası karanlıkları delebileceğimiz, yegâne dışarı açılan pencerenin pervazında oturduğum gibi. Birkaç dostum aradı sen gittikten hemen sonra. İçim o kadar garip ki; ne kimseyle konuşmak, ne de bir yerlerde olmak istedim. Yoktun. Olan sadece buydu.
Düşlerle dolu kapılar var buradan baktığımda hayata. Hayat hep aynı garip oyunu oynamaktan sıkılmamış ve yine kurban olarak beni seçmiş. Ne garip? Bu kadar çok da seçilmiş olmak dokunuyor yüreğime. Yüreğim, gidişlerinin yükünü ne kadar taşıyabilir bilmiyorum. Tepemde amansızca dönüp duran bulutların birkaç damla yağmurunu sürüyorum yüzüme. İçmeyeceğim diye yeminler verdiğim o buruk martı kanı son defa daha misafir oluyor bedenime. Bedenim de en az benden ayrı olan bedenim kadar alışamadı gidişine. Hani yakın da değil ki, binip gittiğin o kuşun seni göğüs kafesimden alıp da götürdüğü yerler. Yakın olsa bu kadar bekler miyim, bu denli düşlerin içinde ardıma bile bakmadan boğulur muyum?
“Artık vakti geldi arılığın.”,  dediğinde zaten gittiğin yerlerden gelen rüzgâr beni üşütmüştü bile. Oysa gitmeyeceksin sanmış, gideceğine ihtimal vermemiştim. “Gitmeyeceğim!”,  demen beni ısıtacak tek ve son şeydi. Rüzgâr başka vurmuştu kapımın arasında, rengini sana boyadığım duvarlarıma yaptığın rüya,  kötü rüya kovucu hareketlenmişti. Mümkün müydü gitmek?  Martılar alay edercesine dolanıyor etrafımda. Kargalar bu defa üzgünler. Onlardan başka hangi canlı anlayabilir ki beni, yani göğüs kafesinde hapsolmuş bir ruhun sana ait olan bir ruhun kendiliğinden gitmesini.
Kapılar ardına dek açık. İçeri davet ettiğim misafirler yok ama ziyaretçilerim çok. En başta ağlamaklı yüzümü örten ve içimdeki yangınları körükleyen rüzgâr var. Ardına hemen suskunluk gizlenmiş. Sırada o var. “Eskilerden bir şeyler.”, diye düşünüyorum ama yüreğimdeki sancıyı giderecek hiçbir şey bulamıyorum. Buruk martı kanı bedenime ağır ağır ilerliyor. O kadar donuk ki yüzüm, göz yağmurlarım akarken yüzümden adeta donuyorlar. Taş kesmiş bedenim. Anlaşılan bu bahar da en son çiçek açan dallar benimkiler olacak. Ve biliyorum ilk önce onlar solacak.
Gidişin bende bana karşı bir öç haline geldi. Ben anladım ki giden sen değilsin. Kalan ve giden olmak arasında bir fark varsa, kalana zorluktan başka bir şey değilmiş ayrılık. Ben giderdim kalmak kolay olsaydı. Oysaki sıcak bir düş, düşte bir gülüş, fazlasını dilemiyordum hiç kimseden. Kim bilir bu kadar da zor olmazdı ayrılmak.
Sanki kemiklerim hiç yok. Ve daha on dakika öncesinde buradaymışsın gibi. Dedim ya giden benim aslında.
Sen gönül dağımda, göğüs kafesimin hemen içinde bir yerlerdesin. Oysaki seni oralara hapsetmemek için ne de çok direnmiştim. Hatta güleceksin belki. Bir ara kendimi kahraman ilan etmiştim. Seni hapis oldu sanmak ne büyük bir gafletmiş, şimdi anlıyorum. Gece bir karanlığın içinden, kozasından sıyrılma çabasındaki bir ipek böceği gibi kurtulmak için çabalıyor. Bense içimde artık iyiden iyiye hissettiğim o buruk martı kanın etkisindeyim. Sanki omuzların varmış da oraya bir yere yığılmış gibi başım düşüyor yatağa ve soğuk bir zemine. Ne acıymış bu? Nasıl da kendinden geçermiş bir yürek sevmeye başladıysa ve onu tam bulmuşken yitiriyorsa. Katlanmak nelere yol açar biliyorsun. Katlanılacak neler kaldı ki sen gittikten sonra. Yanan ve ağlayan bir ten, tende üç beş iz, izler de senden kalma zaten.
Bir sel olurmuş sen giderken. Selin içinde bulunmakmış aslında seni sevebilmek. O kadar da garip değilmiş seni sevmek ki ben severken; düşünen, düşünürken sevemeyen biriyken, senin bu sevilişin umuttu belki de bana, yeniden sevebilmenin adına. Benim olurdun belki kim bilir?. Ama artık olamayacak kadar uzaklardasın değil mi?
Bense yine aynı camın kenarından odama dalan geceyi seyre dalmışım. Sen başka saat dilimlerinde yeni açmışken gözlerini, yeni bir güne. Anlayamadığım bir lisan oldu bu sevmek ve aşk denen mevzuu. Oysa sana içimden kopan tüm şiirleri yazabilecek kadar da sevebilirdim seni. Senin sadece burada olman ve o son gece yani bundan saatler öncesi kal dememi beklemeden gitmiyor olman yeterliydi. Hey Hat! Nasıl da buruk yüreğim, yoksa ben...
Hayır, olamaz. Ben nasıl olurda birkaç zaman içinde kendimi bu boşlukta bulurum. Yoksa....?
Sellere direnmenin ne faydası var ki?  Ekin bir defa göze almışsa rüzgâr ve karganın gagasında dünyayı dolanmaya, sellere set olsan ya da sen sel olup çağlasan ne fayda..
Canımın istediği gibi yaşam dolu yarınlara koşacakken kim bilebilirdi ki suskun bir rüzgârın bir başka seli getireceğini. Kim bilebilirdi ki; rüyalarımı kovan rüya kovucunun artık çalışmayacağını ve gördüğüm kabusların bir bir  gerçek olacağını. Oysa ben bile inanamadım, sen giderken gelecekte göreceğim kabuslarıma.
Geç de olsa anlıyorum. Sanki kabusun tam içindeyim. Ömrümü yangınlara teslim etmek üzereyim. Kim bilir belki de küller üzerinde, külden kaleler yapıyorum da farkında değilim. Her coğrafyada bu şekilde mi yaşanıyor bu aşk acısı?. Ne dedim ben? Kabulleniyorsa yüreğim, beynime söz nasıl geçecek bilemiyorum. Anlıyorum ki gidişinden sonraya kalmış seni gerçekten sevdiğimi bilmek. İşte şimdi mahvoldum. Kabuslarım peşimden gelecek sen olmayacaksın ki yanı başımda sakin ol diyecek! Gözlerim ağır ağır kapanıyor. Rüyanın içine dalıyorum.

 

Rüya


Nasıl olabiliyor bu? Sen gitmemiş miydin? Evet, buradasın demek ki gidişin bir kâbustu. Oh! Gece sona ermiş ne kadar güzel. Dışarıda pırıl pırıl bir hava var. Bahar gelmiş, ağaçlar meyveleri koymuş dallara ve yaz gelip de demlenmesini bekliyorlar. Ne kadar güzel değil mi? Aynen senin istediğin gibi. Neden konuşmuyorsun, yüzüme baksana. Yüzüm senden yana bilirsin. Galiba gece çok kötü ateşlendim ve ateş bana kâbuslar gösterdi. Kâbus berbattı. Gidiyordun hem de başka bir ülkeye. Her yeri kaplamıştı karanlık. Amansız acılar içindeydim. Gidiyordun. Kalman için çok defa seslenmek geçmişti içimden, ama bir türlü olmamıştı. Ardına dönüp bir kere bakmıştın ve elveda demiştin. Yüreğim bu kedere daha fazla dayanamadı. Sızdım olduğum yere, gözlerim açık bir halde. Nasıl bir kâbustu o öyle?
Bu kadar üzüldüğümü bir rüyaya hatırlamıyorum. Sen otur, ben çayı ateşe koyarım. Sana ellerimle bir kahvaltı hazırlamak istiyorum. Önce bir mutfağa bakmak gerek ne var, ne yok diye. Misafirimizi, biricik aşkımızı iyi ağırlamak gerek, gittiğinde üzülüyor insan, bir kötü oluyor. Biliyor musun sana rüyam da, neyse boş ver döndüğümde anlatırım gerisini. Evet geldim. En sevdiğin ekmekten aldım, hani şu taş fırınlarda pişenlerden. Bir parça yağ ile reçel arası düş kurarsak harika olur. Evet, vefalı dostumuz iki mahcup zeytin tanesi de sıcak ekmek ve buğulu çay yanında yerini aldı. Haydi, artık başlayalım. Evet. Haydi, ama bekliyorum. Ha rüyamda sana seni sevdiğimi söyleyemeden gitmiştin ve ben seni sevdiğimin farkına, sen gitmeden varamamıştım. Gittiğinin acısı en çok o an çökmüştü yüreğime, nasılda buruk olmuştu içim, sanki bilmedik bir kütle varmış ve sanki boğazımdan başlayıp, içine seni hapsettiğim göğüs kafesimi kaplamışçasına ağırlaşmıştı. Ne kötü bir kâbustu o. Seni demek ki rüyamda bile kaybetmek istemeyecek kadar çok seviyormuşum. Bunu anlamam aslında benim için ne kadar iyi oldu bilemezsin. Uzun zaman olmuştu kimseyi sevmemiştim, herkes de bir eksik, her eksikte bir neden bulurdum. Yani bahaneler hazırdı. Belki de sen farklı olduğun için ben bu şekilde hissetmeye başladım yeniden. Ama itiraf etmek gerekirse bunu sana borçluyum ve borcumu seni yaşadığımca severek ödemek istiyorum. Neden yemiyorsun?  Çayın soğumuştur. Döküp yenisini koymamı istemez misin? Ama hadi ye bir şeyler. Bak ne diyeceğim. Ben şimdi çıkayım çünkü geç kalıyorum. Sen kahvaltını yap. Sigaranı iç daha sonra istediğin zaman....  Ne var ne oldu? Bak gözlerin dolu. Ne var ne için üzgün duruyorsun ki? Ne demek şimdi bu? Hangi rüya bu kadar çabuk gerçek olur ki, ya da hangi hayat kendini kahreder, acıları iki defa yaşar bir günde. Dur lütfen. Gitme.  Sana kal diyeceğim bu sefer gitmene izin vermeyeceğim. Çünkü anladım ki ben seni gerçekten seviyorum. Gidişini hak etmiyorum. Uzun zaman oldu sevmeyeli. Uzun zamandır düşlerimden söküp atmıştım sevmeyi, ama yeniden öğrendim. Artık daha iyi biliyorum, biz kavramının, ben kavramından daha da anlamlı olduğu. Demek gerçekten de rüyamdaki gibi. Ama dur. İşte söylüyorum bak. Seviyorum seni. Sadece gidecek misin? Son bir bakış ve elveda öyle mi? Gitmek mümkün mü artık? Ben yeniden sevmişken ve ölmeyeceğine inanmışken içimde rakı içip sarhoş olan martıları, gitmek en büyük ceza değil mi?

İçimde kopan bu sel, kayboluşumuzun sana dair imlerini taşıyor şimdi. Bilmediğim yerlerde uyanıyor, yanında uyumaya ve o huzurla uyanmaya alışkın bedenim. Yaşam ve ölüm, gerçek ve rüya arsında gidip geliyor. Kendimi gittiğinden beri göğüs kafesimde başlayan ve tüm vücuduma yayılan bir çatışma içinde buluyorum. Kurşunlar uçuşuyor. Ölen ben oluyorum. Öldüren de ben. Yangınlar çıkıyor bacaklarımda, ellerimi buzlar kaplıyor o andan bu yana. Bir oraya savuruyor rüzgâr beni, bir buraya. Kimse yüzümdeki sakalları tanımıyor ya da içtiğim buruk martı kanını. Severken gidişlere acıyor yürek en çok. Tarlalar bu yüzden vermiyorlar ektiğin ekini. Kuşlar gelip pencerenin önüne konmuyor. Dudaklarında eskilerden kalma acı ve acayip türküler hiç mi hiç eksik olmuyor. Karıncalar, son düğün törenlerini yapıyorlar. İçlerinden birkaçı başka karıncalar gibi içten içe kursunlar dünyayı diye emirler yağdırıyor ötekilere. Üretsinler ve üresinler diye. Boz kırlar oluyor sen gidicince içerilerimde.  Boz kırlarda kuru rüzgâr yanık otları bekliyor. Uzanıyorlar saçlarının dalgalarına. Dalgalarında fırtınalar kopuyor. Yağıyor yağmurlar, sellere kalıyor gece. Aklıma gelmeyen geliyor başıma. Bülbüle benziyorum gül dalındayken, söylemeyip de gül kuruduktan sonra sevdasını nafile bir halde haykıran. Gece sellere kucak açıyor. Yere düşenler ıslatmıyor yolları. Ağlarken ben, giderken sen bir ağaç boynunu büküyor sellere, seller arkalarında yığınlardan başka bir şey bırakmıyor. Ne gariptir hayat. Sen giderken o çelik kanatlı kuşla ben anlıyorum, yalnız senin aşkın ile ruh ayrılacak bedenden. Ve kalbim yeraltında dahi senin adınla yine atacak. Atarken anacak yine seni sevdiğini son kez. Buymuş ayrılığın acısı. Buymuş giderken sen söyleyememek sevdiğini.
Hayat uyanılan bir rüyaymış gördüğüm. Çepçevre bahar içinde bir yer. Bu yerlerde sen varken açan çiçekler, yokken yok olan düşler ve uçup giden gülüşler.
Gerçek mi görünen, yoksa hayal mi. Ben konuşurken ayna da, o konuşur karşımda sıkılmadan, utanmadan, yalanlarla.







22 Şubat 2012 Çarşamba

Bir Başka Film "Ve ölüyorlar. Üzerlerine binlerce defa güneş doğmuş olarak, yaşlandıklarını ki bazen buna fırsatları olmadığını bilerek ölüyorlar. Hatta en yoksullar bile ölüyor. Bir çok acı ve yokluğun içinde dönüp duran, bazılarını şaşırtan yaşamları bir gün son buluyor. Giderken hayat boyu sahip oldukları tek şeyi götürüyorlar yanlarında. "





Kalmadı artık yazacak ne bir kelime, ne de söylenecek yeni sözler. Hep bir şeyler ötekinin aynı sanki. Bu günü, bu gün eden sanki yarından habersiz bir halde yaşıyor ve yaşlanıyor.
İnsanlar doğuyor, gün batımından hemen önce. Vardıkları karanlık geceyi umursamıyorlar bile. Gelmiş olmanın verdiği o garip huzur içlerinde doğacak yeni günü bekliyorlar, yaşama kaldıkları yerden devam etmek için.
Ve ölüyorlar. Üzerlerine binlerce defa güneş doğmuş olarak, yaşlandıklarını ki bazen buna fırsatları olmadığını bilerek ölüyorlar. Hatta en yoksullar bile ölüyor. Bir çok acı ve yokluğun içinde dönüp duran, bazılarını şaşırtan yaşamları bir gün son buluyor. Giderken hayat boyu sahip oldukları tek şeyi götürüyorlar yanlarında. O da;  yokluğu.
Sabah yeli ile geliyor insana gelenler. Kim olduğunu bilmeden, kusursuz bir halde, idam ediyor birileri, bir başka düşleri. Gerçekten ölenler bir daha ölmemin mutluluğunu omuzluyorlar, yaşam boyu başka yükler taşıdıkları sırtlarında.
Bir şeyler neden ötekilerden farklı olamıyor sanki? Bir yerler ve başka yerler aslında olan hep aynı yerdeler.

Sanki istediklerim bir yerlerden kopya gibi. Sanki istediklerimi,  kendim düşünemiyorum ve senden ya da bir başkasından ödünç alıyorum. Belki de çalıyorum. Varsay bir hırsızım bir şeyler çalarken neler hisseder bir insan?
Bunu sen bilemeyeceksin işte bu kadar basit. Bunun cevabı yine bende dedim ya varsay bir hırsızım..
Öyle bir hırsızım ki bu işi yaparken, vicdanım beni çalarken ki kadar rahat bırakıyor. İcat değil bu yaptığım. Sadece hayatta kalma adına verilen bir başka savaş say.
Varsay hayatın aynı bir film gibi.  Ama sen sana ait olanı, asla ve asla yaşamayacaksın. Birçok filmden ara kesitler olacak hayatında ve sen bunların, genellikle de kötü olan sahnelerini oynayacaksın. Kimi zaman gelecek, hayat sana bir aptalı oynatacak, başka bir sahnede aldatılan, bir başka sahnede suçlu olacaksın. Mutlu olman gereken sahneler filime on dakika ara yazan yazıdan, hemen üç-beş saniye önce olacak. Sen, o sahnelerde alnında birikmiş terleri sileceksin. Bazı sahnelerde isyan edilecek noktalara geleceksin. Yüksek uçurumlardan düşeceksin ve hatta oralarda ölmeyeceksin. Düşerken sen, başkaları; ne kadar da komik bulacak düşüşlerini. Bazı sahnelerde bebek olacaksın, daha ilk sahnede başına gelmeyenin kalmadığı bir bebek. Ucuz Türk filmlerine dönecek hayatın. Birden çok düşmanın olacak ve düşmanların önünde bir bir diz çökecek. Ve sen; ” evet başardım!”, derken birden kazanamadığını, kötülüğün ve hayatın daha maça başlarken üç-sıfır önde olduğunu göreceksin. “Haydi hızlı ol !”, diyecek hayat sana. Maçın bitmesine az bir zaman var.


Yaşam, tüm soğukluğunu seçilmişlerin üzerine serpiştiriyor. İçlerinden o kadar azı bu var oluş savaşını ortasından galibiyetle çıkıyor ki; sayı, katılımdan oldukça düşük. Bahar geldi. Beynimde çimenler boy atmaya başladı. Bahar, en çok cebimdeki sığırcık kuşlarını sevindirdi. Nede olsa tüm bir kış cebimde yaşadılar. Nasılda cıvıldıyorlar şimdi. Yüreğimden gelen sıcaklık onların göç etmelerine engel oldu. Ama artık bahar geldi ve en güzel çiçekler kendilerini kırlarda, ovalarda sergileyecek ve en lezzetli böcekler, canlılar âlemi için yeni ve taze besin kaynakları olacak ne hoş. Sığırcıklar ne kadar göç ederler ki?
Sığırcıkların gidişi içimde bir yerlerde yangınlar çıkartıyor. Sanki yüreğimin ormanlarında alev var ve yangının sesi geliyor kulaklarıma. İçimde ki yangılar bitmek bilmiyor. Yangınlar en cılız ışığı dolunayda veriyorlar gökyüzüne.  Yangınlarımın üzerine hep yağmurlar yağıyor, yangınlar sönmek bilmiyor.
Kesik bir öksürük var ciğerlerimde. Sanki her seferinde yerinden oynuyor. Yüreğimi itiyor göğüs kafesimden çıkarmak için. Her gece düşümde başka âlemlere yolculuğa çıkıyorum. Boş vakit neredeyse yok denecek kadar az. Gündüzleri olmayan sevgiliye mektup yazmakla geçiyor. Yazsan ne çare sevgili senden o kadar uzaklardaki yok bile denebilir.
Gece buralarda her yerdeki gibi. Karanlık. Bir de yüzyıllardır aynı matemin yaşanmışlığı var karanlığa ek olarak. Her şeyden haberi oluyor insanın. Baharın geldiğinden, kuşların cıvıldamasından, günün birinde dünyanın bir son bulacağından. Burası güvenin olduğu kadar tehlikelerinde kol gezdiği, insanın kimi zaman uyanmak istemediği,  belki ve muhtemelen gibi sözcüklerin olmadığı, ifadelerin kesin ve keskin anlamalarının olduğu bir yer. Burada var olmak ve yok olmak aynı şeyler. Bahar tüm lezzetiyle sokaklarda. Kırlarda bin bir böcek, yılan, çıyan.  Var olduğunun kanıtı, yaşamın ve tanrının. Nedense sadece baharda bu kanıtlar geliyor insanın göz bebeklerine. Sen, olası tüm kaygılarımdan uzaktasın. Benden daha emin bir yerde, yükseklerde yer tutmuşsun. Kim bilir belki de uyumuşsundur. Belki dedim ya burada; belkilere yer yok! Kesin olan buradan çok uzak olduğun. Uzaksın çünkü yaşam seni olabileceğin en güvenli yere taşıdı. Yaşam; sana bir anne çakalın, yavrusuna davrandığı gibi davrandı. Düşün bir, yaşam bir çakal ve sen onun biriciğisin. Yağmurlar başladı. Her yer allak bullak. Etrafı seller götürüyor. Senin içinde bulunduğun; tek girişi yerden daha aşağıda olan mağaranın içlerine kadar sular ilerlemekte. Anne çakal; biricik yavrusunu ensesinden kaptığı gibi mağaranın, suların hiç ulaşamayacağı yükseklikte bir yerine taşıyor. Yavru çakal emniyette. Artık gelen sel suları onun minik savunmasız bedenini yutmayacak ve başka leşlerden beslenmesi için büyümesine imkân tanıyacak. Yani yaşam sana içgüdüsel olarak gerekeni yapıyor. Anne çakal, doğurduğu yavrusuna sahip çıkıyor. Yaşam aynı adaleti benim içinde gösterdi. Yalnız bir farkla. Başka vahşi hayvanların avladığı, av oldu bana düşen rol ve yaşam artıklarımla, seni ve benzerlerini beslemek üzere üşüştü başıma. Ne yaşama, ne de avlayana karşı bir sitem oldu içimde. Bazen kursaktan aşağıya inen olmak dokunuyor bir canlıya nedense. İşte hissettiğim sadece bu. Ama öldükten sonra bu hiç mi hiç umuruna gelmiyor av olarak yaşayan bir canlının, buna ben tanığım.


Buradan baktığında, gerçeklerin tüm coşkusunu görebiliyorsun. Aslında senin yavru çakalı oynadığın ve gerçekte avdan başka bir şey olmadığımız gerçek yeryüzü, tüm av oluşlara rağmen bir düğün alayından farksız. Ellerde fenerler, fenerlerde cılız fakat huzur dağıtan bir ışık. Işıklar bilinmedik yerlerin ve olayların habercisi olmuş, faili meçhul  düşlerin ardından gider gelir olmuşlardı. Düşler, dünyanın kapılarını çalmadan, ormanın derinliklerine doğru yol alıp o kadar uzaklaşmışlardı ki, bebek eli değse değerdi hani, herhangi birine. Yaşam her ne kadar av ve avcıyı oynatsa da, bir yerde adaleti de ihmal etmiyor. Birine av, diğerine avcı olmayı görev olarak dağıtıyordu. Düşler ve arkasındaki gerçekler. Kimin ne olduğu önemli değil, sadece var olmak kalmıştı ellerde.  Her sevdaya dalışta bir umut, her umutta da bir başka sevdanın ve oluşumun haberleri izleniyordu. Av, bazen avcıyı ve acıyı seviyor, avcı bazen sadece kendini seviyor, nadiren avı ilerde yemek üzere toprağa gömüyordu. Hayatın bu bilinmedik karmaşalarının olması garip ve güzel. Düşünsene bir de her şeyin; feryatsız ve beklendiği gibi olduğunu. Hiç seni şaşırtan bir durum ve olay yok. Mesela bir çiftçisin ve tarlanı ekmişsin. Beklentin var yağmurun yağması, güneşin yüzünü göstermesi tüm parlaklığıyla. Oysa ne gariptir ki hem yağmuru bekliyorsun, hem de güneşin doğmasını. Yağmurun yağması da, güneşin doğması da umurunda. Kimseler umursamasa bile sen umursamak zorundasın. Güneş fazla kavurmamalı, yağmur yağarken ektiğin bir avuç alın terin sellere karışmamalı. Hayat beklentilerinle ve beklediklerinle güzel.
Hayat olan annen daha sana en temiz gıdanı boca ederken yutağından, sonraları için hiçbir plan ve hayal yok. Varsan vardır, yoksan yok.  Yutulan ilk lokma aslında hayata merhabanın, elveda hali bana sorarsan. Gariptir ki adaleti en etkili gördüğün ve gırtlağına kadar hissettiğin ilk ve belki de son an bu; tüm adem oğullarının ilk yediği yemek. Ne o havarilere verilen son ihtişamlı yemek, ne de bir parça kuru ekmek ardına gizlenmiş mahcup zeytin.  Fark yok. İlk lokma çoğu zaman aynı. Belki ilerleyen zamanda gırtlağından geçecek olan lezzetler için resimler yapılacak balık derisi üzerine ya da hiç anımsanmayacak anlardan biri olacak yediğin o zavallı zeytin. Dallarında kiraz çiçeği gibi açtığımız o dal, ilk ve son defa belki de adil olup bir memeden içirmişti bize hayatın ilk lokmasını.  Hatırlayamayacağımız ilk lezzet bu belki de. İlk melodi diyelim buna. Kulaklarımızın ve ruhumuzun yüzyıllar süren sessizliğini bozan. Belki de âmâ gözlerle baktığımız dünyaya karşı gözlerimize çarpan ilk ışık. Berbat bir öksürükten kurtulurcasına  yenilen ve birilerinden çaresiz almaya alıştığımız ilk şey.
O kara ve iri kapıdan geçip de beyaz bir düş gibi, başlayan hayatta acımasızca ve tüm saldırganlığımızla başladığımız ilk an. Bazıları takılıp kalmaktalar halen o iri kapıdan geçerken hemen sol köşede duran, lezzetli ve ufak elmaları olan ağaca. Geç kalma nedenleri bu. Gecikecekler çünkü yedikleri elmanın çekiciliği halen kursaklarında. Hayat onlara da, sana ve bana davrandığı gibi adaletli davranacak. Aralarından bir kaçı balıkçı olacak, geri kalanı da balıkçının ağına takılacak balık olacak. Bazen hayat aynı çakal ve yavrusunu oynatacak, bazen de büyük balık, daha büyük balık ve en nihayetinde en büyük balık olan balıkçının hikayesi gibi olacak sonunda bir başkası mutlak diğerini iri ve kara kapıdan başka bir düşün içine salacak.

Evet, sen belki de isteyip de yutamadığım tek küçük balık oldun. Bu şekilde hesaplamıştım. Dedim ya hayat beklentilere cevap veremeyecek kadar meşgul ve yeni planları var. Yeni roller dağıtıyor her an bir başkasına. Varsay bir başkasının düşü içindesin ve orada yok olmuşsun. Aslında bu şekilde olmayacaktı. Senin o iri kapıdan geçmen bu denli erken bir vakitte olmamalıydı. İlk tattığın lezzeti hatırlayacak kadar uzun durman gerekiyordu bu yarı gerçek, yarı acı olan düş âleminin içinde. Ama ben erken davrandım seni daha emniyetli yerlere taşımak için. Hayat bana yeni bir görev vermişti. Ben düşlerin efendisi, yıkılmış ve için için yanmakta olan bir dünyanın düş bekçisi olarak seni ense kökünden kavrayıp, gitmek için hiç de acele etmeyeceğin yerlere yollamıştım. Ben senin kurduğun düşlerin siyah atına binmiş olan zenci bir prensi olmuştum. Sen de şaşmıştın buna, çünkü bu denli kara derili bir prens beklemiyordun.
Kaç kişi düşlerinde siyah ata binmiş esmer bir prens bekler ki?

28 Ocak 2012 Cumartesi

GEÇ KALMIŞLIK...Kendine dair istediklerin o kadar azdır ki; sen bile bunların olmaması halinde şüphelenirsin.


Geç Kalmışlık



Her yer karanlık; bir boşluktan uçuşan birkaç yüzden başka bir şey yok. Nerede ve kim olduğunu bilmeden, bunun önemli olmadığı ve hiç umursamadığın yerlerde olmak. İşte hayatın sana sundukları.  Buram buram senin koktuğun yerlerde olmak. Ne işi olduğunu bilmeden harcanmış çağların hesabını sorarak, nerede, nasıl ve kiminle olduğunu bilmeden çiçeklerle örtülü bir dağda gezmek. İşte bunlar da senin; hayattan isteyip de alamadıkların.
Gerçek bir geç kalmışlık var sanki. Hiçbir yer beni almıyor içine. Yaşamla küs olmama rağmen beni terk etmiş gibi.  Sanki dağları dolaşan bir gezginim. Başkalarına berduş, kendime göre ermişim. Ererken gözlerimle bakamamayı öğrendikten, yaşamın bir düş olduğundan haberli oluşumdan, başkalarının gördükleri beni avutur hale gelmişim. Bunları bilmişim ancak kimselere söylememişim. Sanki bir tren varmış. Beni hiçlere götürecek ve ben ona hep ama hep geç kalmışım. Ya bacaklarım tutmamış ya da yola çıkacakken geleceğimi evde unutmuşum.
Neden sanki yaşanılan var oluşlar; hiç yaşanmazların kanıtı olmuş? Her şey ve herkes kendini ilk sırada görürken, sen; kimsesizliğin sonbaharında bu denli sinirli ve bir o kadar da acı çeker bir hal alırsın? Her köşe başından insanlar ve onların addettiğimiz müsvetteleri. Birer birer fırlıyorlar geceye onları gömdüğümüz yerlerden. Ardına düşüp seni adeta soluksuzca bırakırcasına kovalıyor müsvetteleri ve anıları.
Sorular sorarsın kendine. Aslında cevapları hiç yoktur bunların, bilirsin. Kendine dair istediklerin o kadar azdır ki; sen bile bunların olmaması halinde şüphelenirsin.
İnsan bazen yanlış yazmak istiyor,  bazen yanlış konuşmak istiyor. Neden her şeyin doğrusu olmalı ki; hiç kimsenin dürüstü olmadan. Her dürüstte bir yanlış ve her yanlışta; bir doğru aranırken, doğruları oynayıp yorulmak neden birkaç kişiye has bir durum olsun ki.


Beklentiler vardır hayatta. İnsanlar yaşarlarken akıllarının içini doldurdukları ile yaşadıklarını bağdaştırmaya, onları bir örnek giydirilmiş ikizler haline sokmaya çalışırlar. İkizlere asla sorulmaz;  “Aynısını giymek ister misiniz?”, diye. Yani; yaşamı, düşlerle bir kaba koymak gibidir, başka hayalleri kurabilmek yani aynadaki aksidir; yaşadığın gündüz, yaşayacağın gecenin. Yaşam neresinden tutuğuna dair hiçbir beklenti ve umur içinde değildir oysaki. Ancak doğarken; hüzünleri tek başına yaşamak insandan başka hangi canlının başına gelmiştir ki? Sen bir başka dünyadan, yeni bir dünyaya adım atmak için var gücünle kapıları zorlarsın. Dışarıda seni bekleyen ne var bilemezsin. Bazen adı gözyaşı, bazen de gülücük olur anne ve babaya atılan. Her yer senden bir haberdir. Çok şanslı ya da şanssız olacağına dair içinde herhangi bir beklenti yoktur. Şanslı olmak ya da olmamak senin için o an herhangi bir anlam içermeyecektir. Çok az şanslının başına gelir doğduktan hemen sonra yaşanabilir fiziksel acılar. İşte o an kazınmıştır beynine acı. Canın bundan sonrada zaman zaman yanacaktır. Bunları elbette ki sen istemezsin. Ama acı; hayatın vazgeçilmez bir gerçeğidir, yaşanmak üzere seni beklediği.



Limanlar var belki. Ve o limanlarda seni bekleyenler var. Kim bilir?  Belki sen o limanlara varamayacak kadar aç ve yorgunsun. Belki açıldığın doğu denizi karanlık. Suskunsun ve yenilmişsin. Bu berbat yaşam, neden kime karşı bir direniş olmuştur sanki ? “Kime istediğini vermiş ki?”, dersin ve bir sigara daha yakarsın. Evinde bir kedi vardır. Kedi suyu içer. Su dereye karışır, ev yanar, duman dağa kaçar, dağ bir deprem olur, tekrar eve gelir kedi, evden ne zaman kaçmıştır sen bile hatırlamazsın. Yaşam senden habersizce oynanan bir oyun olmuştur. İçinde sen ve senden olan birkaç kişiden oluşan bir takımla oynan.
Yaşam, adeta bir küfür olup kulaklarına vurmuştur. Yaşam eş değil midir küfretmeye? İşte o an gelmiştir. Kendini bilmezler karışmıştır geceye. Belki bir parça hayal kurmuşsundur. Almış olduğun yenilgilere inat küfretmeyeceksindir. Küfürlerin boğazına takılıp kalmıştır bile.
Yenilgiler; sana alışıktır oysaki. Bünyen bunu kaldırmasa da, yenilgilerin bünyesi seni kaldırmıştır çoktan. Kim bilir yenilgiler daha kaç yaşamın içindedir aynı bu halde.
Duman, kir, is ne garip kelimelerdir. Yazamamış ve yaşayamamışlar için kaç gecenin mazotla tutuştuğu bir garip sobanın içerde uyuyan ve belki şu an hiç olmayan kedinin olduğu bir evde. Kimim ben; sobamı, mazot mu, kedimi yoksa çoktan dağa kaçan yaşlı kedi mi?


Doğarken elimize tutuşturulan hayatın kullanma kılavuzunu iyi incelemek gerek.  Bilmediğimiz, aklımızın ermeyeceği ve anlamakta ne kadar zorlanacağımızı belirten yazılar var o başka lisanlarda, başka insanlar için tercümesi mevcut kılavuz içinde. Kimseyi umursamadan okumak gerek. Kimse neden olduğunu ya da neler olabileceğini bilememeli hayatın. Sır ve bekleyişlerle örtülmeli içinden hiç çıkamayacağın sokaklar. Bir parçasında ekmek olabilmek ve yıllar sonra gelen zamanlarda anılarını; sana sunulmuş bu hayattan terk edilişine inatla savurmak gerek tüm yok oluşlara ve yok olduğu sanılanlara...
Birden duruvermek gerek gezdiğin bir serginin, senin için olması muhtemel olmayan ve önündeki süreçlerin birinde asla karşına çıkmayacak, bir zaman makinesini tanıtan ve boyu senin boynundan öteye geçmiş, bin asırlık bir varolma çabası içinde belki karının doyurmak için değil de yaşamını, en iyi şekilde idame ettirmek için, denizler kadar ulu, başaklar kadar sarı ve ipeklerden daha da ipek tenini bir zaman makinesi önünde zamanını ve güzelliğini sunan o insanı var edene haykırmak...
Ne kadar da güzeldi... Nerelerden geliyordu bu tür varlıklar. Tanrının; “Evet ben varım!”, demesinin garip başka bir yolumu bu? Uzak, çok uzak. Sanki; sende ve bizde olmayan değerlerle ilgili bir durum ve hal bu.
Yürek tün cesaretini toplayıp, ellerine kına olmak isterdi.  Anadolu‘da bir köyde ya da ezip geçtiği bir parça keder ve kuraklık içerisinde yoğrulmuş topraklarda. Ellerinde yanan bir tutam ateş içinde ya da damarlarında dolaşan bir damla buruk kan olmak isterdi. Yahut bir başka dilde ama yabancı olmayan bir türkünün herhangi bir dizesinde yanan, tutuşan bir yürek olmak isterdi insan..
Yol gizli, sır gizli yürekte ve senin olmayacak düşler ve sana o düşlerden kalan birkaç umuda dair gülümseme.
Oysa sen dağlar ve arkalarındaki o kimselerin yüreğine alamadığı dağları yıkan, uğruna dünyaları yakan değil misin? Ne adalet ama! Birkaç deste paraya yenik düşmüşsün. Zafer sende sen asıl var olansın bir başka türkü tutturur dilin bir başka sevdanın içinde bulursun kendini. Sen var olma mücadelesinde rakibin olanlara karşı bu hayat oyununda zaten yenik başlamışsın varolmaya ama senden hep korkmuşlar. Onlar için bir tehdit olmuş ve suskunluğunu zafer addetmişler kendi ufak dimağları için. Aslında sen hiç susmamışsın. Bağırmışsın. Ve hatta bazen senden olan sesler, onları rahatsız etmiş. Sen konuştukta ben; ben olduğumu, aslında onların hiç olmadığını anlamışım ve orada tüm güzelliğini sunan ve asla benim olmayacak olana, asılında benden başka kimsenin olmadığını anlamışım.


Dil, bir suskunluk içerisinde. Kelimeler dünyanın başka yerlerinden gelmişçesine yabancı ve yabani. Her şeyde bir başka yosunun ayaklara dolanması var sanki. Bekleyişler sarmış tüm benliği. Oysa yola çıkmışken cesur ve güçlüydü bedenini saran ruhun. Birçok aşk hikâyesine adın yazılmıştır. Deniz kenarlarında esen hafif gece rüzgârları, sen o aşk hikâyelerinin içindeyken garip bir huzur ve sevinç vermiştir sana. Bunları o kadar çok yaşatmıştır ki hayat sana; her sene mevsim yaza döndüğünde deniz kenarlarında olmayan şehirlerde bile geceleri terli yüzüne çarpan her esinti sen; o aşk hikâyelerinin içinde olmasan bile sana benzer bir huzuru çok görmez. Artık damağında hayatın ve anların tadı karışmıştır. Hangisi daha huzurludur karar veremezsin. Terli bir yüreğe çarpan nemli bir esinti mi, yoksa terli bir yüze çarpan şehrin rüzgârı mı?
Sel içerisinde yaşadığın ve tüm yazdıkların. Yalıyarlara çarpıp batmış bir halde tüm varlığın. Adını koyamasan da korkarsın. Sana geceler düşman, benliğin adeta bir yabancı. Oysa saçların ve onların rüzgârlara değme olasılığı var ve sen bu olasılıklardan kaçmak için ne kadar da isteklisin. Sabahın ilk dakikalarını sen yapayalnız ve bir pencereden herkesin gördüğü rüyaların olmadığı gerçekler yaşarsın. Beklersin. Bir yerlerden çıkıp sana koşar adımlarla gelmelidir mutluluk. Sen; mutluluktan da korkarsın. Mutluluk; daha sen ufakken bir takım tehlikelere gebedir diye anlatmışlardı sana. Sen sana ait olanı düşünmeden ve kendinde bir hak bulmadan yani temellendirmeden arasın ve gecenin saatleri arkasında saklanırsın. Saklandığın yerlerde seni bulup sobelemek için, hayatın başka bir oyuncusu gelmeni ve bu oyuna başlamanı beklemektedir. Sen saklanılacak yerlerine; “Kimseler bilmiyor!”, diye gayet kendinden emin adımlarla ilerlersin. Saklanırsın da. Ancak seni sobelemek için bir başka hayal göreve başlamıştır bile. Sana düşen işte o yakalanma anını iyi yaşamaktır. Belki de yakalanmak için kendine bir fırsat vermektir kim bilir.

İçinden yalvarmak geçer bazen. Her zaman gidip de oturduğun, otururken düş âlemlerinde yorulduğun yelerde sesini duyabilecek her nasıl olursa olsun bir canlıya yalvarmak. Bir karınca ya da bir karga kardeşe kime ve neye, ne şekilde olursa olsun yalvarmak. Yakarışlarını kimseler duymaz. Sesin boğuk çıkmaktadır çünkü. Herkesin yaşadıklarını yaşasan ve herkesin söyleyemedikleri senin yakarışların olsa dinleyenlerin, duyanların ve sana katılanlarının sayısı seni şaşırtacak kadar çoğalacaktır. Ancak acıların sadece ve sadece sana özgüdür. Geçmiş zamanlarına ağlamak sadece sana has bir başka durumdur. Ancak o zamanın içinde başka bir hayatta varsa, o zaman yakarışlar ve gözyaşları kesişebilir. Ancak bunun aynı zamanda olma olasılığı o hayatla kurduğun bağ ile zamanlanmıştır. Her gün seni bir başka geç kalmışlık içine sürükleyip gider. Günler geçtikçe hayat anlaşılamaz. Ta ki; ardına dönüp bakabilecek kadar bir zamana sahip olursun ve o zaman anlayamadıklarını anlama şansın olur. Adına geç kalmışlık dersin. O zaman kurduğun cümleler ve o cümlelere özne olanlar, o durumun oluşmasında paye sahibi olanları bulamazsın. Hayat sana her zaman aynı türden şansları sunmaz ne yazık ki!
Kendin hariç aklın her şeye erer. “Bu kadar çok uzun bir zamana mı sahipti hayatım?”, diye sorarsın kendine. İşte üzüntün bundan sonra başlamalıdır. Canını yakması gereken o zamanı nasıl da boşa harcadığın olmalıdır ki; harcadıysan eğer. Ancak her zaman olan talihsizliğin merak etme seni o zamanda yalnız bırakmayacak ve adı son pişmanlık olacaktır. Yani ona bile hakkın olmayacaktır.  Sana sorulmayacaktır bile. Sana düşen; fayda etmeyecek olan o son pişmanlığını yaşamak olacaktır.
Tersi de olabilir kuşkusuz. Hayat sana dolu dolu zamanları armağan etmiş ve sen de onu iyi değerlendirmiş olabilirsin. Doğumunda tattığın acılar belleğinden çoktan silinip gitmiş olabilir. O zaman yüzüne gelip yerleşen gülümseme; yaşanılan bu kadar çok acının bir ödülü olacaktır. Özgür olabilir ruhun o vakit. Hiçbir geç kalmışlık hissetmezsin yüreğinde. Aşka ve kedere gerekeni vermişsindir. Hepsi birbirini tamamlamıştır bir de bakarsın ki. Sana düşen kısmını tüketmişsindir hayatın.  Ancak bu sefer bir başka hissedersin. Varlığın; bir yoklukla son bulmamış, aksine yaşama dair yeni ayrıntılar katmışsındır. Bunu kimseler bilmese de sen yaşamışsındır. Artık çok rahat uyuyabilir ve hatta uyanmayabilirsin. Ruhun başka yerlere doğru yol alırken, sahip olduğun; sana ölümsüzlükte dahi yetecek olan bir huzur kalmıştır. Artık mutlu ama yaşamış bir ölü olmuşsundur. Hepsi bu!

20 Ocak 2012 Cuma

Olmayacak..."Ya sus olursun ya da en iyi saklandığın yerde bulup sobeler seni hayat ve pus olursun. Oysa ne de iyi saklanılmıştır değil mi?"


Olmayacak


Olmayacak. Hiçbir şey istenilen gibi olmayacak. Hiç kimseye haber vermeyecek ölüm. Suskun kalan bedenden başka bir şey olmayacak. Bir koşudan farksız olacak hayat. Her yerde akıl almaz bir telaş,  telaşlardan arta kalan yorgunluk olacak. Üzerine bir yorganı çekebilmenin rahatı olacak huzur denilen. Sokaklar olacak, senden ve bizden habersizce dolaşılan. Ve insanlar olacak adları bile sayılmayan, kimileri için önemin kendisi, kimi için de anılmayan olacak.


Direnerek ölebilmek. Sanki akıl almaz bir buhran ve ortasında tek kalmış bir yaprak. Ne komik hayatı bu denli acımasızca yaşarken; aklımıza, hayalimize âşık olmayı getirebilmek. Oysa neye hakkımız var ki; yaşam dediklerinde senin ve bizim. Başka bir tendi seninle yüz yüze kaldığımız o sular. İçlerinde binlerce balık ve ölü denizcinin, denizkızlarıyla dans ettiği sulardı o sular. Nasıl da özlemiştik onları, ne de hasretle sarılmıştık bir birimize. Yaşam buydu. Zeytin lezzetinde. Dilimin ucundan tüm benliğime yayılan; o lezzet, o koku, senin tadın ve kokun. Bana içinde defalarca boğulmayı isteten o sular. Artık biliyorum, ölüm ve yaşam arasındaki farkı anladığımız ve ancak öldüğümüzde görebildiğimiz; o kimi zaman ince, kimi zaman kalın çizgiyi. Yaşam senden ve bizden önceydi ve sonrada olacak. Ta ki; kendi sonuna imza atana dek, zaman ve insanoğlu. Yaşam senden ve bizden de daha acımasız olacak, yok edeceği hiçbir düşü kalmayıncaya dek. Her doğumun ardındaki sevinç aslında yeni imzalanmış bir ölüm anlaşmasına sevinç olacak. Hayat bizlere kısa bir süre için kiralanmış olacak. Kimileri bedelleri yoksullukla, kimileri varlıkla ağır bir şekilde ödeyecekler. Her gün ölünecek. Doğduğunu hatırlamayacak insanoğlu, ölümünü başkaları anımsayacak. Beden büyüyecek, bir büyü olacak görenler için. Büyü ilerledikçe bedenin yaşlanacak. Her gün biraz daha öleceksin. Yaşama dair ödenecek bedel ölüm olacak. Bedelsiz vermeyecekler hiçbir şeyi, yaşamı bile. Hatta bir şey için ödediğin en ağır bedel olacak ölümün. Sahipsiz bırakılmış bir düşü bile kurarken ödeyeceğin bedelleri önceden kabul etmişsin sayacaklar. Sen ise bunlara akıl erdiremeyip sadece bakakalacaksın. Bakarken yorulacak, dizlerin üzerine çöküp öyle kalacaksın.


Birileri mutlaka bedelleri ödetti ve bir başkası da ödedi her zaman. Ödeyen; “Neden?” diye soramadı. Borcu ödemeye o kadar dalmıştı borcu ödeyen, yaşamaya vakti kalmadı. Borcunu sorgulamayı ya hiç istemedi ya da isteyecek oldu yeni borçlar buldu yorgun ruhunu. Oysa bedellere alışmıştık. Ama bir yerde;  “Fazla artık!”, demeye başlayanlar olmuştu. Sesi çıkanlar, ilk olmuşlardı kafaları boyunlarından ayrılıp yerçekimine uyan. Gerçi ses çıkacak kadar da gür olamamıştı. Hiçbir zaman beden iyi beslenememişti.  İyi gıdalar başkalarının emeğiydi ve başka boğazlardan geçiyordu, hak ve hukuk edilmeden, sahipsizce..
Sahipleri çıkacak elbet, uğruna yıllar, terler ve kanların döküldüklerine. Varsa yoksa bir telaş olacak hayat denen karmaşa. Karmaşadan arta kalan yalnızlık ve yalnızlıktan arta kalan hüzün olacak, başka bir şey olamayacak. Oysa sen ve ben dalgalanan sularda tüm doğamızla bir arada olabilecekken; sen ayrı,  ben ayrı düşlerin sahipleri için bilinmedik ve hummalı çabalar içindeyiz. Başka şeyler ararken hep aynı şeyler olacak sen, ben ve düşler.  Umut adına verdiğimiz savaşlardan yorulanlar ve ölenler olacak ama onlar ya bu hummalı koşuya çıkmamış ya da çıkıp geri dönmüş olacak.


Evler olacak. İçlerinde insanlar, karıncalardan farklıca. Onlar gibi olan insanlar, düşlerin ardından gerçeklerden paylarını alacak. Ev kurmak üzerine söylenecek tüm fikirler. Fikirlerden arta kalan gerçekler olacak, gerçekler gün geçtikçe büyüyecek, büyü çoktan bozulmuş olacak, düşlerden arta kalanlar başka hayalleri başka insanlar adına yapmak için koşacak, koşacak ve düşecekler düş kurdukları o minik beşiklerinden aşağıya. Asla sen ve benim gibi olamayacak.
Düş kurarken ölmek istemeyecekler varoldukları andan itibaren. Adımız deliye çıkacak;  biz eskilerin dediği gibi kendimizi yiğit hissedecek ve ilk kafaları kopacaklar listesinde bir numarayı bulacağız. Sen ve biz düşlerden başka yerlerde olmayacağız.


Numaralar olacak telefon defterlerimizde. Her an değişmeye hazır ve yırtılmaya aday sayfalarda olacak tüm dost ve aşklarımızın ismi. Ağlayan yüzlerimiz olacak, yüzlerimizin gülüşlere kardeş olmasını bekleyeceğiz yıllarca. Hep aynı sözler çarpacak duvarlardan kulaklarımıza. “Her şey güzel olacak, bu sefer farklı olacak!”,  diye bağıracak tüm haber bültenleri. Dertlerimiz sadece bizi ilgilendirecek başkaları bu konu hakkında ne yorum, ne de yaşam bildirecekler bizlere hayatlarından kesitlerle. Gördüğümüz kesitler daha kötü yaşamlara ait olacak, gözlerimiz kararacak ve midemiz bulanacak.
Numaralardan hayatlar gidecek bir bir. Aklına gelen sadece yaşama dair ufak ayrıntılar olacak, ruhun bedeninden başka yerlere giderken. Bir an gelecek toprak içinde çürümeye yüz tutmuş bulacaksın bedenini. Bedenin sanki sesin çıktığı ve hatta defalarca âşık olduğun o beden olmayacak. Hiç umursamayacak böcekler; etlerini, kemiklerden kemirmeye başladıklarında, ne seni, ne de her zaman başka başka canlanan ölü düşlerini. Başka bir şey olmayacak öldüğünde ruhun bedenini terk edecek ve doğumundan itibaren başladığını ölme yarışı sona erecek. Birden ölmeyeceksin yani. Yaşarken teker teker kopacak hayattan birkaç bağın daha. Sesin hiç de gür çıkmayacak eğer yaşlanabilirsen günün birinde. Ellerinden dökülen kimi zaman kan, kimi zaman da ter olacak ölene dek. Ya kalp kırmak ya da almak için dönecek dilin. Dilin bir gün umursanamayacak. Susmuş olacaksın yani. Bir kaza diye addettiğin hayat senden habersizce çekip gidecek ya da sen aynı yerde kalacaksın, hareketsiz ve düşsüz. Tabi bir sefer yok olacak herkes, bazı düşler gibi yeniden doğacak binlercesi yine aynı mekanizmanın dişlilerini çevirmek üzere. Başkaları olacak hayatta. Sanki dünya hiç gitmediğin bir düğün ya da mezun olduğun liseye, tekrar uğramak gibi bir şey olacak. Kimse seni ve bizi tanımayacak. Yok, olmak da değil bu. Düşünsene bir defa; yok olmak için yaşanır mı?


Varsa yoksa karın tokluğu. Tüm insanların ortak birleştiği tek ve yegâne nokta. Herkes acıkıyor ancak kim gerçekten doyuyor? Yaşamda böcekler kadar şanslı olan ne var ki? Onlar hep bedenlerden doyuyorlar yaşam içinde.....
Sinemde açan yağmurlar sanki bilmediğim dağlardan aşıp tenhalarını ıslatıyor güneşin. Güneş ellerin kadar yakamıyor yüreğimi. Dilin bir başka bıçak defalarca deşeliyor benliğimi. Sanki biz değiliz bu bedenlerden ayrılacak ve bu toprakların içlerinde bilinmediklerimizi besleyecek olan. Oysa ya yüreğimizi kemirirken gidenler. Başka ne bırakacaklar artlarında. Ah onlar, bizi biz eden bu amansız tutku içerinde kimsesiz bırakmaya ne de çok alışıklar. Hep aynı şeyleri başka şekillerde yapmadılar mı ya! Sıcak memleketlere taşınma hırsıyla beslerken yüreklerimizi, onlar; başka eller tutacaklarını ilan ettiler yüzümüze. Ağlarken görmediler bizi, bizden hep uzaktaydı oluşları. Suskunluğumuzu kin saydılar adlarına, anılarına yapılan. Oysa ne kin, ne de kavga yapacak kadar seviyorduk onları. Bir parça tutku, bir parça yasemin kokusuydu güle benzer tenlerinde aradığımız. Onlar hep gittiler başka hiçbir şey olmadı. Kimsesiz kalışımızın adını bile koyacak vaktimiz olmadı; onlar oralara giderlerken. Kendimizi ne kadar da güçlü hissettirdiler bize. Oysaki onların onlar olmadığını kabul edecek gücü onlar yokken bulduğumuzda kendimize; “İşte!”, dedik. “Yaşam devam ediyor, beden yaşlanıyor başka hiçbir şey olmuyor..”
 Hayat belki de;  üç dilim ekmek parçasının dilimin ucunda olması ve ağızda dağılmasıydı. Ya da kırlangıçlarla konuşurken, bir kelebeğin içinden geçen küfürleri haykırabilen dil olmaktı, kimselerin bilmediği lisanlardan çevrilen. Yaşam ne de garip oyunlar oynar hep. Ya sus olursun ya da en iyi saklandığın yerde bulup sobeler seni hayat ve pus olursun. Oysa ne de iyi saklanılmıştır değil mi?


Bir düşün içinde kaybolup yitmelerin zamanı belki. Kâbusların adı gidenlerin hep o buruk tadı değil mi ki? Yaşam belki de yaşamaktan bir veda bizlere. Bizler ki; üç beş duruma, birkaç kötü düşe rağmen severdik onu. Ve bazen güneş doğarken; içimizdeki yaşama isteği, dağların arkasından zümrüt ve onun eşi Anka kuşunu yakalayacak kadar da hevesliydi. Sözler havada savruluyor. Birazdan burada olmayacak ve hatta hiçliğini yaşatacak hayat. Hey hat! Bu ne amansız bir tavır, bu ne kayıtsız bir gidiş. İçimizden ürperenler sen değil misin yoksa? Sustu içimde koşup duran, bağır çağır benden uzaklaşan itfaiye aracı. Artık yangınlar da çıkmıyor. Yüreğimde değişen hiçbir şey olamayacak, yine aynı kalacak her nesne bıraktığın gibi.
Iramaklar akacak ve otlar büyüyecek bir büyü olacak, bahar girecek kanına ve söz bitecek baharın başladığı yerde..


Öyle sevdik. Bazen öldük öldük dirildik. Ruhlarımız başka yıldızlara eş oldu, başka yıldızlar bizi hiç mi hiç sevmedi. Düşleri değiştirmeye çalışıp ellerimizi her uzattığımızda yokluk olacak sahip olduğumuz. Başka hiçbir şey olmayacak! Düşler kurulacak yine yanıp tutuşan yüreklerimizde. Biri gelip kandırmaya çalışacak, biri ölmemiz için ikna etmeye çalışacak ve sevgi yine ağır cezada daimî hapse mahkûm olacak, yüreğimizi göğüs kafesimize hapsedeceğiz.
Olmayacak. Değişen hiçbir şey olmayacak. Rüzgâr yeniden esecek, yağmurlar ıslatacak. arta kalan sonu gelmemiş düşler olacak. Düşler hapsedilen yüreğimizden çıkıp ıslanmak için zorlayacak göğüs kafesimizi. Canımız yanacak, yüreğe söz geçiremeyeceğiz.. Hep aynı şey olacak; düşüp düşte kalkacağız, uyandığımızda paçalarımızda düşlerden kalma, düşüşlerin çamurları olacak. Düşler sulardan geçecek bazen, umut olacak yaşamda bize ait ufak ayrıntılar. Şaşacağız; “Bunlar nasıl oldu?”, diye. Bazen gülümseyeceğiz. Gülümsemelerimiz gerçek olacak. Yüreklerimizden dökülüp gelen şarkılar olacak, şarkılar başka lisanlarda gelecek bizden olmayanlara, anlamayacaklar neler söylediğini. İşte o an, vakit geç olmayacak kovalayıp yakalayamadığımız düşlerimizi ellerimizin arasında tutmamız için.

19 Ocak 2012 Perşembe

Küller ve Dikenler Sen ve ben yoktuk aslında, sadece ben vardım. Aslolan bendim. Sen, benden olma taklit bir hayalden öte değildin. Gerçeğine, gerçek kadar benzeyen bir taklit.


Küller Ve Dikenler



Düşünmeden yazmak istiyorum seni. Ve seni; hiç bilmeden, hiç âşık olmadan sevmek istiyorum. Ellerimin değdiği her yerde seni bulmak ve bin asırdır süren susuzluğumun benden çok uzaklara gitmesini istiyorum. Düşlerimin gerçeklere karıştığı o anlardaki sana olan heyecanımın, yaşadığım sürece yüreğimden hiç gitmemesini istiyorum. Varlığımın kanıtı olan nefes alışlarımın yüzüne her vuruşunda, teninden gelen o serinliği istiyorum. Kan olmak istiyorum, senin yüreğinden tüm bedenine dağıtılan. Damarlarında dolaşırken, bedeninin içinde sana dünyanın tüm nimetlerini taşımak istiyorum. Dudaklarından dökülen birkaç güzel söze ve alnından akan bir ter damlasına bulaşmak istiyorum. Yani sen yaşarken, varlığının tam ortasında olmak istiyorum.
Seni, senken; benden ayrı düşünmek istiyorum. Aslında seni hep senden fazla sevmek istiyorum. Senden vazgeçemeyişim, benim için koşulsuz oluşunun nedeni, sadece ve sadece yaşıyor olman değil, yaşarken bana aldığım nefesi de hatırlatıyor olmandan.
Ben her an; sende seni, senin yaşadıkların gibi yaşayamamış oluşumdan, hayat ve sevgi içiceyken bunları ne senden, ne de seninle olabilecek bir yaşamdan ayıramıyor oluşumdan dolayı bu kadar coşku ve özlemle istiyorum. Yağmur olmak isterken;  tuzdan ve sıcaktan yarılmış topraklara, ellerim bir telaş içinde. Her yerim müsamereye ilk defa çıkacak bir ilkokul çocuğunun heyecanı içinde. İlk andan beri seni ve güzelliğini bildiğimden, bu denli telaş ve artan kalp atışları içinde yüreğim. Ve son anına kadar da seni anımsıya biliyor oluşumdan bütün bu olanlar ve düşlerim.
Seninle farklı bir dünya isteyişimden, şimdi ki küsüşüm dünyaya. Ben senle olanın tadına ermek istiyorum yeniden. Ben o nedenden vuramıyorum kendimi bir silah ve ondan çıkan bir kurşunla. Kurşunun derime değdiği zaman canımın acımayacağını bilmeme rağmen. Sanki kurşun bir araç ve ölümün son anı da bir yolculuk olacak benim bu uslanmaz halim için.


Bir kuş olmak istiyorum dalından havalanan ve yine senin pencerenin yanağına konan. Seni yıllardır beklediğimin nedeni, başka diyarlara uçamaz olduğumdan değil, diğer diyarlarında aslında senden farklı olmadığından. Ne kadar da bir şehir olsa yüreğin, damarlarına vardığım zaman biliyorum ki; aslında daracık sokaklardan farklı değil damarların ve bedenin. Birbirine anlatılan tüm öykülerdeki o sokaklarımız, o şehirler geniş ve içine hepimizi alabilecek kadar büyüktü oysaki. O kadar genişti ki; içine sığmayan ne bir ölüm, ne de aykırı, insanlığı isyana çıkarabilecek bir düş vardı. İsyanların hep biri tarafından çıkarılması ve sonsuza gidemeden son buluşlarına alışıktık hepimiz.


Sen kimsin? İçimdeki çağlayanları bilir misin? Kalbinin sanki olduğu yerden fırlayıp ellerine düşeceğini düşündüğün oldu mu hiç?  Kalbimin çarpışlarını ellerinin arasında duysan ve ben sana yüreğimin sesini dinletsem ne yapar, nasıl da şaşırırdın. Ben sana bunu dinletecekken; yıllar beni nasıl da kovalar, nasıl da okunmaz tüm kötü öykülerini üzerimden yazardı kim bilir?  Öykülerin en çok korkulanı olup, bir yandan da diğer kahramanlarından arta kalan armağanlarını topluyor olurdum. Şehirler dolusu ağlayıp, kaldırımların toz kokularını baharlarda insanların burun deliklerinden yalnızlık diye,  rüzgârla beraber salardım. Ama öykülerin yazıldığı tarihi anmak değil, bunları yaşadığın zamanlardaki içinde bulunduğun haldir önemli olan. Gerçeklerin peşinden koşan ve koşusu yorgunluklarıyla hiç bitmeyen bir bedenin daha fazla kaldırabileceği yük nedir ki, hayattan başka?!


En sevdiğim rengi soruyordu güneş baba. Senin teninin rengini söylüyordum. Sormasının nedeni akşam vakti üzerine düşüp, gecenin eşsiz rengini herkesin gözlerinin içine, senin teninin bir telinden yansıtmak istemesiydi. Bunu çok sonraları anladım. Bunu anlarken sahip olduğum, o herkeslerden uzak bakışlarımı sırf bu iş uğruna sarf etmiştim.
Bitmek bilmez bir hırs olmuştu senden bana kalan anılar. Sanki her sokak başından sen çıkıp çekip alacaktın beni, o hep olduğun yanına. Oysa sen yine başka diyarlardan uçup gelen kelebeklere açmıştın kapılarını. Anlamadığın benim bir kelebek olmadığımdı.
Bana birkaç bakışın ya da birkaç aşk değişin bağlamıştı beni sana. İşte kendi kanatlarıyla uçan bir kuşu bir kafese tıkan yegâne neden buydu. Kafesteki, uçamayan bir kuşun rekabet şansı çok azdır, rengârenk kelebeklerin yanında. Ki onlar değil midir; çiçekten çiçeğe dolaşan ayaklarında binlerce tonda kokuları taşıyan? Değil midir onlar; göründüklerinden daha da güzel kokan? Oysa bir kuşun yeri kafesinin hemen sağına soluna tutturulmuş birkaç daldır tünemesi için, sahibi tarafından bahşedilmiş, bir başka dala konmasına asla ve asla izin verilmeyen birkaç dal.
Seni bir nehrin kenarında bir kamışın ucunu sivriltirken hayal ettim bazen, ya da gidip geldiğin yerlerden dönerken yüzüne ve ellerine bulaşan yolculuk kokusunu hayal ederdim. Üzerine sinen o yolculukların kokularını solurken burun deliklerim, dönüp de geldiğin o yolculukların her anında seninle olur, bazılarına senden önce çıkar ve duraklarında o yolların, seni bilmediğin bir yerlerde karşılar olurdum. Bazen de sen, ben olamadın galiba. Ya da ben bir kelebeği oynayıp sana ayaklarımla çiçeklerden çaldığım polenleri ve kokuları getiremedim. Sadece kafesteki bir kuş olarak benden bekleneni yaptım sana, bildiğim ve lisanımın yettiği bütün şarkıları söyledim. Ben; senden, ben olmanı istedim, sen kendin gibi de sevemedin kuşları. Oysa yüreğim ellerine konabilecek bir kuştan farksız, hemen yanı başında atıyordu. Ellerini her aklıma getirdiğimde, yüreğimde çöllerin bittiği yerine uçsuz bucaksız bir ova başlıyordu. Ovanın sonunda benim bildiğim lisanlarda şarkılar söyleyen binlerce tür kuşun dallarında şarkılar söylediği bir orman başlıyordu. Ormandaki; bazılarının içi kurtlar tarafından istila edilmiş ağaçlar, mutlu yuvalar temin ediyordu o kuşlara. Konabilecekleri binlerce daldan bahsediyordu doğa onlara. Yerlerde karınca orduları seferlere çıkmıştı kuşlardan arta kalan böcekleri toplamak için. Ormanların başladığı yerlerde bir akarsuyun serinliği kaplıyordu yüreğimi. Yüreğim yanına geldiğimde akarsuyun kayalara çarpıp heyecan içinde dallara değercesine yamacın eğimine uyup gidiyordu. Damarlarında bir kandamlası olarak başladığım bu yolculuk, eğimine uyan bir nehir hesabı akıp gidiyordu yani.


Her şeyin nedeni var. Her şey senle başlamamıştı oysa. Senin, sen olabileceğini düşündüğümde de artık çok geçti. Her şey birilerinin ormana gelip önce kuşları kovalayıp, sonra nehre zehrini bırakıp, üzerinde benzer kuşların konduğu birkaç taze ağacı kesmesiyle değişmeye başlamıştı. Birden her yer; sana adını kulaklarına bir şarkı olarak söylediğim o ormanın, büyü gibi kaybolmasıyla bilindik, hep aynı yapay lezzeti olan bir şehre dönmesiyle sona erdi.  Yani hayat bir başka seferine daha başlamıştı, ormanlardan kovulup birkaç kafeste yaşamaya mahkûm edilmiş kuşlara kelebekleri oynatmak için
Sana tüm hislerimi anlattığım o sevimli kartı hatırlıyor musun? Hani hiçbir şey yazılı değildi o kartta. Sana onu verdiğimde açmış ve:  “Ne güzel!”, demiş ardında sana özgü o basmakalıp kalp kırıcılığınla, karta bir şeyler yazmayı ihmal ettiğimi söylemiştin. Hâlbuki anlatıyordu her şeyi sana. Seninle ve senli geçen tüm günlerim için ne kadar gözyaşı döktüğümü, kendimi hırpalayacak kadar, seninle var olduğum yazılıydı kartta. Sadece sen benim yazdığım kartı okuyabilme erkinden uzaktın. Yıllardır yorgundum ve sen bir kartı doldurtmayacak kadar bir aşktın benim için. Bense binlerce sayfalar dolusu içinde senin olduğun her şeyden bahseder birkaç kelime duymak istiyordum sadece. 
Seni yaşamak söyle dursun, hayal bile kurduğumda, neden diye soruyordun bana. Nedeni yoktu hiçbir şeyin. Belki varlıklara adanmış birkaç küçük nottan ibaretti sanki hayat. Üzerine giydiğin ve adı beden olan ve ellerimdeki kana inat yaşayan. Ben işte o an senden doğmadığımı anladım. Sadece senden var olan birkaç damla keder ve gözyaşıydı.
Aşka olan inancımdı, başıma dikenlerden yapılmış bir tacı, çiçekten ve defneyapraklarından yapılmış bir taç gibi istekle ve senden geldiği için geçirişim. Tüm uğraşım seninle. Hep gülüyorduk ilk düşlere erdiğimiz zamanlar. Yapma çiçeklerde değil gerçeklerde arıyordum sevdaya ait kokuları. Kokular, korkulara karışıyor bir başka düş oluyordu bir arada olunamayan zamanlarda. İşte o an çiçeklerden yayılanın aslında çürümeye başlamış olan etimden çıkan koku olduğunu anlıyor, yaşama dair son oyunlarımı oynuyordum. Sevdaların ayak izleri kalmıştı sadece. Ayak izlerini takiple başlayan her yolculuk başkalarının gittiği yerlerde son buluyordu ne yazık. “Bu kadarda vahşi olamaz!”,  diye düşünürken dünyayı, sevdaların ayak izleri ardından yitip gitmişti; birkaç kırık kalp ve onlardan damlayan kanlar. Farz et bir denizin tam ortasında yapayalnız ve çaresiz kalmış yüreğin. Ellerini uzatsan ölüm, gönlünü salsan keder var. Umut yarı bırakılmış bir kurabiye gibi sahipsiz ve uzak düşler kurmakta. Yaşamın ağır yükleri; aşkı ve ölümü ellerinden yakalar, gözlerinin içine bakar, omuzlarından silkeleyip, kendine doğru çeker ve öleceği günü haber vermeden ölünmeyeceğini düşletir hep.
Bir şehir düşün, tam ortasında kimselerin kimsenin dudağına bir buse kondurmaya cesaret ve hamle edemediği bir yerde, bir garip ruhun tam dudaklarının ortasına konduruveriyordu, yağmurlardan çalıp sabah rüzgârlarıyla soğuttuğu bir parça nemi. Yıkılan umutlardan kalanlar hep birer harabeyi andırıyor, yaşamdan arta kalan ter ve gözyaşı o harabeleri yavaşça yırtıp, sonsuzluk denilen ve ölümle başlayan yere götürüyordu. Aşk sanki atlastan kumaş ve her yeni aşk rüzgârları o bez parçasının kopan bir tarafını yüklüyordu yüreklerimize. Yüreklerimiz yırtık pırtık olmuştu.  Ellerimiz onu onarmak için salladığımız iğneler tarafından delik deşik edilmişti. Kanayan parmak uçlarımıza birbirimizin gözyaşlarını merhem olsun diye sürüyorduk. Hayat, biz merhemlerimizi birbirimize sürerken başka ve hiç merhem sürülmeyecek yerlerimizde yeni yaralar açma ve açtırma gayretindeydi.


Sen ve ben yoktuk aslında, sadece ben vardım. Aslolan bendim. Sen, benden olma taklit bir hayalden öte değildin. Gerçeğine, gerçek kadar benzeyen bir taklit.
Yani ben olmadan sen yoktun ve benim oluşumla sen vücut buldun. Sahipsiz ruhun benimle ete kemiğe büründü. Belki de içindeki o zalim, o acımasız ruh benim anlımdan akan kanlarla besleniyor, yeni zalimlikler, yeni acılar üretmek için kimsesiz bedenlerden, ruhlara sahipleniyor, ruhları sana ait olan cehennemlere sürüyor ve benim tuzlu,  ılık kanımı gözyaşlarımla beraber sunuyordun, esaretine mahkûm ettiğin yeni ruhlara.
Ve şimdi deli rüzgârlar var bu kırık kalpler coğrafyasında. Haritaların içinde senin olduğu kısımları yanmış ve dumanları halen tütmekte. Garip bir duman çıkıyor varlığının dolaştığı her yerde.  Senden tüten yangınların kokusu da yine sen gibi kokuyor. Yanıp sadece kül halde kalan bir harita için bu durum yaşamdan daha da zor geliyor anlaşılan.
Artık sen yoksun ve ben yine varolanım. Ve yine sana ait o sebepsiz ruh yine etsiz, kemiksiz ve kansız.
Küllerin, bedenin varlığından daha da bir değerli benim için. Çünkü gözlerimden dökülen yaşların kocaman bir şehri nasılda aleve verebileceğini gördüğümden dolayı bunu bu kadar büyük bir cesaretle söylüyorum. Atık başımdaki tacın ve gözlerimden süzülen birkaç damla pırlantanın değerini biliyorum.
Ben artık senin kim olduğun biliyorum.