Hayata dair yazılıp çizilir ne varsa senin ya da bir başkasını yaşadığı herşey. Dilinin ucuna dek gelipte söylenemez ne varsa ya da yazılmaz her ne varsa bu sayfaların arasında birkaç kelime ile.. sen ve biz aslında hiç de geç kalmadık ve hatta tam zamanı şimdi Yorumlarınızı Bekliyorum.....
14 Ağustos 2012 Salı
Ramazan bitmeden, Eski Ramazanlar...Anılar.
Her sene bir ötekinden farklı olabiliyor. Hayat her anı bir başka şekilde yaşatıyor.
Geçen seneyi anımsıyorum, Nevşehir'de yürekleri, herkesinkinden daha kocaman bir avuç insanı anımsıyorum. Sabahın ilk saatlerine kadar Mehmet Amcanın bağırmaları, Ulvi'nin kapıları yumruklaması, Emine Hanım ve Mükremin'in sabah sahurda patates kızartması ve haşlanmış yumurta getirmeleri, susuzluktan çatlayıp, akşam iftar çadırının oraya hep beraber gitmeler, Adem, Bilgin, Hatça,İsmail kocaman yürekli güzel insanlardı onlar ki halen öyleler. Geçen sene bu zamanlardı bu insanlar ardımdan ağlıyordu, bazıları; "Baba gitme ne olur!" diye haykırıyordu. Kalmayı onlar kadar en az bende isterdim ama dünyada yüce yürekli insanların olduğu gibi insan sıfatını pek hak etmeyenlerin de var olduğunu unutmamamız gerekiyor maalesef. Ki bu canlı formu sizin patronunuz bile olabilir belkide. Allah korusun diyoruz. Ancak hayat bir garip işte. Günlerin nasıl geçip gittiğini anlamadan bakıyorsun ki geçen aslında yıllarmış. Hep eskiler özlenir ya da aslında hep eskiler mi özeldi ne? Onu bunu bilmem. Bildiğim o zaman aramızda olan güzel insanlar vardı. Mesela Bülent Ayvaz vardı. Ankara'ya dönüp gittiğimde bir iki günlüğüne Gülcan vardı. Hatta oturduğumuz evden bir kat aşağıya indiğimde canım Kardeşim Şeyda vardı.
Esas olan geçmişin güzel olduğu değil aslında geçmişi geçmiş yapan insanların bir arada oluşu bence. Düşünsene anneannenin yaptığı börekten daha lezzetlisini yedin mi hiç? Ya da sulu biberli enfes İzmir köftesini, çıtır çıtır kızarmış Çorum mantısını, onunla birlikte annemin demlediği bir bardak bergamot aromalı çaydan daha lezzetlisini.
Şeyda Bacımın yaptığı enfes kekin kokusu halen burnumda. Ne iyi etmişsiniz de hayatıma girmişsiniz. Ne güzel insanlarsınız siz. Her gün bu ramazan aynında da olduğu gibi dualarımda sizleri de anıyorum. Orada bir yerlerde bir gün bizlerinde gelmesini bekliyorsunuz belki de1 Belkide o kadar keyfiniz yerinde ki buradaki hiçbir şey umurunuz da bile değil belki umarım öyledir, aslında ummuyorum içime doğuyor öyle zaten.
Bir gün geleceğiz bizlerde. Zamanın fitili ne yazık ki yanıp, sönüyor. Birileri doğuyor birileri ölüyor. Birisi uyuyor, bir diğeri uyanıyor. Biri bir yerde bir halt ediyor, onlarca insanın canı yanıyor. Biri bir başkasına baka baka susuyor, konuşmuyor, dili bir daha görünmüyor.Yanıyorken birileri, birileri ölürken,sessiz kalıyor diğerleri....
Velhasıl özlemeyi bilmek gerek yanında olmadığımız o tüm insanları. Anaları, babaları, evlatları, kardeşleri, dostları, arkadaşları herkesi. Bir daha o hep andığınız geçmişte yaşanılan güzel anıları yaşamayı dilemeli insan. Daha çok konuşmalı ve daha çok gülmeli. Hiç kin tutmadan salı vermeli sevgiyi.
Bizi Biz yapana şükretmeli. günün birinde tıka basa yığınlar içinde işkembemizi doldurup, dünyada bu saatte hiç aç kalmamıştır gibi yaşamamalı.
Ben aslında ben değilsem, sen hiç bir zaman sen olmayacaksan, ramazanlarda eskisi gibi olmayacaktır. Sen ve ben bizim açlığımızı anımsarsak, aynı Türk Filmine bakıp mahallece ağlarsak biz aslında biziz demektir.
Ne mutlu biz olabilene....... Konya/2012
25 Mayıs 2012 Cuma
Yeni yazılar yolda
Dostlar,
Yeni yazılar yolda.
Hepsi taze, hepsi hayat kokulu..
Yakında çok yakında burada...
24 Şubat 2012 Cuma
"Sel" Ağırca aralandı kapı. Biraz evvel yanı başımda duran ufak fakat gürültülü saat yerinde yokmuşçasına ses çıkartmıyor.
Sel
Ağırca aralandı kapı.
Biraz evvel yanı başımda duran ufak fakat gürültülü saat yerinde yokmuşçasına
ses çıkartmıyor. Cehennem avluda. Başıbozuk düşler bekliyor geceyi. Sanki
kırağı yağmışçasına ortalık bembeyaz. Ay bulutların arasından bir görünüp bir kayboluyor.
Gece üç tane düş kuruyor.
Birinci düşün içinde herkes tanıyor birbirini.
Öteki düş can alırcasına seviyor herkesi. Sonuncu düş diğerlerinden daha
farklıca, olacağı zamanı bekliyor.
Daldan, teker teker düşüyor üç elma akıl almaz bir sıra içinde.
Masallardaki o yürekli kahraman olamasa bile insan, en azından daldan düşen
elmanın yolunu şaşırıp da kendi kafasına düşmesini bekliyor ufak tefek
çağlarında. Gerçekleşen hayat içinde rüzgârın savurduğu bir yaprak olunduğunu
anladığı vakit geç oluyor zaman. Kimler acılar içinde diye düşündüğünde, en çok
kendi acıları geliyor insanın aklına. Gece amansızca taraf tutuyor. Hep en sona
sakladığı: “Bir zamanlar..”, diye
başlayan anıları kullanıyor, en güçlü silah olarak. Amacı seni öldürmek de
değil hani. Öldürmek istese bu o kadar kolay olurdu ki, sen bile ölürken
şaşırırdın bu kadar kolay nasıl oldu diye. Ama dedim ya, amaç ölümün değil.
Amaç, yaşarken birden çok hüznü nasıl olacak da dayanacak diye yapılan bir test
sadece. Sen hep başarılar ya da kazançlar üzerinde durdun, bunu en iyi seni
ikizin kadar tanıyan ve sana benzeyen gece biliyor. Sen farkında olmadan daha
sonu hazırlanmış ve kaybedilmek için sıra bekleyen bir kaç testten ilkine
girmişsin sadece. Ne de kolaymış seni kandırmak. Ne de rahat söylenirmiş, hiç
bitmeyecek diye aklından hiç çıkmayan bir gülün buğusuyla ıslanan gece. Ardına
dek çekilen perdeler ve kimsesiz korkularından korumak uğruna sarf edilen, kimi
zaman bir gerçekliğe bürünüp geceyi dahi ürperten o korkular. Yanında bir minik
buse, busede bir ılık sıcaklık. Hepsi bu. Bilmediğin ve hatta kim bilir hiç
umursamayacağın coğrafyalara kadar uzanabilecek bir tasa. Neden seni bulsun ki?
Oysa bilinmez kapılar hep yüzüne doğru dıştan kapanır, bu kadar da mutlu
olabilmek, bu denli coşkulu olabilmek zaman zaman tehlikelidir. Bilemezsin.
Işıklar sönük. Dışarısı
zifiri karanlık odanın belki de dünyaya açılan tek bakış noktası bu. Önünde
şaşmış bir halde oturduğum pencere. Buradan her şey o kadar karanlık görünüyor
ki, insan elektriğin ne kadar da önemli olduğunu anlıyor bu denli bir karanlığı
gördüğü vakit. Oysa yanarken beden, ruhtan çıkan ışık, yetip fazla bile gelirdi
yok olmamak için anlatılan masallarda. Masallara inanmayacak kadar gerçektik
değil mi? Tıpkı buradan ve olası
karanlıkları delebileceğimiz, yegâne dışarı açılan pencerenin pervazında
oturduğum gibi. Birkaç dostum aradı sen gittikten hemen sonra. İçim o kadar
garip ki; ne kimseyle konuşmak, ne de bir yerlerde olmak istedim. Yoktun. Olan
sadece buydu.
Düşlerle dolu kapılar var buradan
baktığımda hayata. Hayat hep aynı garip oyunu oynamaktan sıkılmamış ve yine
kurban olarak beni seçmiş. Ne garip? Bu kadar çok da seçilmiş olmak dokunuyor
yüreğime. Yüreğim, gidişlerinin yükünü ne kadar taşıyabilir bilmiyorum. Tepemde
amansızca dönüp duran bulutların birkaç damla yağmurunu sürüyorum yüzüme.
İçmeyeceğim diye yeminler verdiğim o buruk martı kanı son defa daha misafir
oluyor bedenime. Bedenim de en az benden ayrı olan bedenim kadar alışamadı
gidişine. Hani yakın da değil ki, binip gittiğin o kuşun seni göğüs kafesimden
alıp da götürdüğü yerler. Yakın olsa bu kadar bekler miyim, bu denli düşlerin
içinde ardıma bile bakmadan boğulur muyum?
“Artık vakti geldi
arılığın.”, dediğinde zaten gittiğin
yerlerden gelen rüzgâr beni üşütmüştü bile. Oysa gitmeyeceksin sanmış,
gideceğine ihtimal vermemiştim. “Gitmeyeceğim!”, demen beni ısıtacak tek ve son şeydi. Rüzgâr
başka vurmuştu kapımın arasında, rengini sana boyadığım duvarlarıma yaptığın
rüya, kötü rüya kovucu hareketlenmişti.
Mümkün müydü gitmek? Martılar alay
edercesine dolanıyor etrafımda. Kargalar bu defa üzgünler. Onlardan başka hangi
canlı anlayabilir ki beni, yani göğüs kafesinde hapsolmuş bir ruhun sana ait
olan bir ruhun kendiliğinden gitmesini.
Kapılar ardına dek açık. İçeri
davet ettiğim misafirler yok ama ziyaretçilerim çok. En başta ağlamaklı yüzümü
örten ve içimdeki yangınları körükleyen rüzgâr var. Ardına hemen suskunluk
gizlenmiş. Sırada o var. “Eskilerden bir şeyler.”, diye düşünüyorum ama
yüreğimdeki sancıyı giderecek hiçbir şey bulamıyorum. Buruk martı kanı bedenime
ağır ağır ilerliyor. O kadar donuk ki yüzüm, göz yağmurlarım akarken yüzümden
adeta donuyorlar. Taş kesmiş bedenim. Anlaşılan bu bahar da en son çiçek açan
dallar benimkiler olacak. Ve biliyorum ilk önce onlar solacak.
Gidişin bende bana karşı bir öç
haline geldi. Ben anladım ki giden sen değilsin. Kalan ve giden olmak arasında
bir fark varsa, kalana zorluktan başka bir şey değilmiş ayrılık. Ben giderdim
kalmak kolay olsaydı. Oysaki sıcak bir düş, düşte bir gülüş, fazlasını
dilemiyordum hiç kimseden. Kim bilir bu kadar da zor olmazdı ayrılmak.
Sanki kemiklerim hiç yok. Ve daha
on dakika öncesinde buradaymışsın gibi. Dedim ya giden benim aslında.
Sen gönül dağımda, göğüs
kafesimin hemen içinde bir yerlerdesin. Oysaki seni oralara hapsetmemek için ne
de çok direnmiştim. Hatta güleceksin belki. Bir ara kendimi kahraman ilan
etmiştim. Seni hapis oldu sanmak ne büyük bir gafletmiş, şimdi anlıyorum. Gece
bir karanlığın içinden, kozasından sıyrılma çabasındaki bir ipek böceği gibi
kurtulmak için çabalıyor. Bense içimde artık iyiden iyiye hissettiğim o buruk
martı kanın etkisindeyim. Sanki omuzların varmış da oraya bir yere yığılmış
gibi başım düşüyor yatağa ve soğuk bir zemine. Ne acıymış bu? Nasıl da
kendinden geçermiş bir yürek sevmeye başladıysa ve onu tam bulmuşken
yitiriyorsa. Katlanmak nelere yol açar biliyorsun. Katlanılacak neler kaldı ki
sen gittikten sonra. Yanan ve ağlayan bir ten, tende üç beş iz, izler de senden
kalma zaten.
Bir sel olurmuş sen giderken.
Selin içinde bulunmakmış aslında seni sevebilmek. O kadar da garip değilmiş
seni sevmek ki ben severken; düşünen, düşünürken sevemeyen biriyken, senin bu
sevilişin umuttu belki de bana, yeniden sevebilmenin adına. Benim olurdun belki
kim bilir?. Ama artık olamayacak kadar uzaklardasın değil mi?
Bense yine aynı camın kenarından
odama dalan geceyi seyre dalmışım. Sen başka saat dilimlerinde yeni açmışken
gözlerini, yeni bir güne. Anlayamadığım bir lisan oldu bu sevmek ve aşk denen
mevzuu. Oysa sana içimden kopan tüm şiirleri yazabilecek kadar da sevebilirdim
seni. Senin sadece burada olman ve o son gece yani bundan saatler öncesi kal
dememi beklemeden gitmiyor olman yeterliydi. Hey Hat! Nasıl da buruk yüreğim,
yoksa ben...
Hayır, olamaz. Ben nasıl olurda
birkaç zaman içinde kendimi bu boşlukta bulurum. Yoksa....?
Sellere direnmenin ne faydası var
ki? Ekin bir defa göze almışsa rüzgâr ve
karganın gagasında dünyayı dolanmaya, sellere set olsan ya da sen sel olup
çağlasan ne fayda..
Canımın istediği gibi yaşam dolu yarınlara
koşacakken kim bilebilirdi ki suskun bir rüzgârın bir başka seli getireceğini.
Kim bilebilirdi ki; rüyalarımı kovan rüya kovucunun artık çalışmayacağını ve
gördüğüm kabusların bir bir gerçek
olacağını. Oysa ben bile inanamadım, sen giderken gelecekte göreceğim
kabuslarıma.
Geç de olsa anlıyorum. Sanki
kabusun tam içindeyim. Ömrümü yangınlara teslim etmek üzereyim. Kim bilir belki
de küller üzerinde, külden kaleler yapıyorum da farkında değilim. Her
coğrafyada bu şekilde mi yaşanıyor bu aşk acısı?. Ne dedim ben? Kabulleniyorsa
yüreğim, beynime söz nasıl geçecek bilemiyorum. Anlıyorum ki gidişinden sonraya
kalmış seni gerçekten sevdiğimi bilmek. İşte şimdi mahvoldum. Kabuslarım
peşimden gelecek sen olmayacaksın ki yanı başımda sakin ol diyecek! Gözlerim
ağır ağır kapanıyor. Rüyanın içine dalıyorum.
Rüya
Nasıl olabiliyor bu? Sen
gitmemiş miydin? Evet, buradasın demek ki gidişin bir kâbustu. Oh! Gece sona
ermiş ne kadar güzel. Dışarıda pırıl pırıl bir hava var. Bahar gelmiş, ağaçlar
meyveleri koymuş dallara ve yaz gelip de demlenmesini bekliyorlar. Ne kadar
güzel değil mi? Aynen senin istediğin gibi. Neden konuşmuyorsun, yüzüme
baksana. Yüzüm senden yana bilirsin. Galiba gece çok kötü ateşlendim ve ateş
bana kâbuslar gösterdi. Kâbus berbattı. Gidiyordun hem de başka bir ülkeye. Her
yeri kaplamıştı karanlık. Amansız acılar içindeydim. Gidiyordun. Kalman için
çok defa seslenmek geçmişti içimden, ama bir türlü olmamıştı. Ardına dönüp bir
kere bakmıştın ve elveda demiştin. Yüreğim bu kedere daha fazla dayanamadı.
Sızdım olduğum yere, gözlerim açık bir halde. Nasıl bir kâbustu o öyle?
Bu kadar üzüldüğümü bir rüyaya
hatırlamıyorum. Sen otur, ben çayı ateşe koyarım. Sana ellerimle bir kahvaltı
hazırlamak istiyorum. Önce bir mutfağa bakmak gerek ne var, ne yok diye.
Misafirimizi, biricik aşkımızı iyi ağırlamak gerek, gittiğinde üzülüyor insan,
bir kötü oluyor. Biliyor musun sana rüyam da, neyse boş ver döndüğümde
anlatırım gerisini. Evet geldim. En sevdiğin ekmekten aldım, hani şu taş
fırınlarda pişenlerden. Bir parça yağ ile reçel arası düş kurarsak harika olur.
Evet, vefalı dostumuz iki mahcup zeytin tanesi de sıcak ekmek ve buğulu çay
yanında yerini aldı. Haydi, artık başlayalım. Evet. Haydi, ama bekliyorum. Ha
rüyamda sana seni sevdiğimi söyleyemeden gitmiştin ve ben seni sevdiğimin
farkına, sen gitmeden varamamıştım. Gittiğinin acısı en çok o an çökmüştü
yüreğime, nasılda buruk olmuştu içim, sanki bilmedik bir kütle varmış ve sanki
boğazımdan başlayıp, içine seni hapsettiğim göğüs kafesimi kaplamışçasına ağırlaşmıştı.
Ne kötü bir kâbustu o. Seni demek ki rüyamda bile kaybetmek istemeyecek kadar
çok seviyormuşum. Bunu anlamam aslında benim için ne kadar iyi oldu bilemezsin.
Uzun zaman olmuştu kimseyi sevmemiştim, herkes de bir eksik, her eksikte bir
neden bulurdum. Yani bahaneler hazırdı. Belki de sen farklı olduğun için ben bu
şekilde hissetmeye başladım yeniden. Ama itiraf etmek gerekirse bunu sana
borçluyum ve borcumu seni yaşadığımca severek ödemek istiyorum. Neden
yemiyorsun? Çayın soğumuştur. Döküp
yenisini koymamı istemez misin? Ama hadi ye bir şeyler. Bak ne diyeceğim. Ben
şimdi çıkayım çünkü geç kalıyorum. Sen kahvaltını yap. Sigaranı iç daha sonra
istediğin zaman.... Ne var ne oldu? Bak
gözlerin dolu. Ne var ne için üzgün duruyorsun ki? Ne demek şimdi bu? Hangi
rüya bu kadar çabuk gerçek olur ki, ya da hangi hayat kendini kahreder, acıları
iki defa yaşar bir günde. Dur lütfen. Gitme.
Sana kal diyeceğim bu sefer gitmene izin vermeyeceğim. Çünkü anladım ki
ben seni gerçekten seviyorum. Gidişini hak etmiyorum. Uzun zaman oldu
sevmeyeli. Uzun zamandır düşlerimden söküp atmıştım sevmeyi, ama yeniden
öğrendim. Artık daha iyi biliyorum, biz kavramının, ben kavramından daha da
anlamlı olduğu. Demek gerçekten de rüyamdaki gibi. Ama dur. İşte söylüyorum
bak. Seviyorum seni. Sadece gidecek misin? Son bir bakış ve elveda öyle mi?
Gitmek mümkün mü artık? Ben yeniden sevmişken ve ölmeyeceğine inanmışken içimde
rakı içip sarhoş olan martıları, gitmek en büyük ceza değil mi?
İçimde kopan
bu sel, kayboluşumuzun sana dair imlerini taşıyor şimdi. Bilmediğim yerlerde
uyanıyor, yanında uyumaya ve o huzurla uyanmaya alışkın bedenim. Yaşam ve ölüm,
gerçek ve rüya arsında gidip geliyor. Kendimi gittiğinden beri göğüs kafesimde
başlayan ve tüm vücuduma yayılan bir çatışma içinde buluyorum. Kurşunlar
uçuşuyor. Ölen ben oluyorum. Öldüren de ben. Yangınlar çıkıyor bacaklarımda,
ellerimi buzlar kaplıyor o andan bu yana. Bir oraya savuruyor rüzgâr beni, bir
buraya. Kimse yüzümdeki sakalları tanımıyor ya da içtiğim buruk martı kanını.
Severken gidişlere acıyor yürek en çok. Tarlalar bu yüzden vermiyorlar ektiğin
ekini. Kuşlar gelip pencerenin önüne konmuyor. Dudaklarında eskilerden kalma
acı ve acayip türküler hiç mi hiç eksik olmuyor. Karıncalar, son düğün
törenlerini yapıyorlar. İçlerinden birkaçı başka karıncalar gibi içten içe
kursunlar dünyayı diye emirler yağdırıyor ötekilere. Üretsinler ve üresinler
diye. Boz kırlar oluyor sen gidicince içerilerimde. Boz kırlarda kuru rüzgâr yanık otları bekliyor.
Uzanıyorlar saçlarının dalgalarına. Dalgalarında fırtınalar kopuyor. Yağıyor
yağmurlar, sellere kalıyor gece. Aklıma gelmeyen geliyor başıma. Bülbüle
benziyorum gül dalındayken, söylemeyip de gül kuruduktan sonra sevdasını nafile
bir halde haykıran. Gece sellere kucak açıyor. Yere düşenler ıslatmıyor
yolları. Ağlarken ben, giderken sen bir ağaç boynunu büküyor sellere, seller
arkalarında yığınlardan başka bir şey bırakmıyor. Ne gariptir hayat. Sen
giderken o çelik kanatlı kuşla ben anlıyorum, yalnız senin aşkın ile ruh
ayrılacak bedenden. Ve kalbim yeraltında dahi senin adınla yine atacak. Atarken
anacak yine seni sevdiğini son kez. Buymuş ayrılığın acısı. Buymuş giderken sen
söyleyememek sevdiğini.
Hayat uyanılan bir rüyaymış
gördüğüm. Çepçevre bahar içinde bir yer. Bu yerlerde sen varken açan çiçekler,
yokken yok olan düşler ve uçup giden gülüşler.
Gerçek mi görünen, yoksa hayal
mi. Ben konuşurken ayna da, o konuşur karşımda sıkılmadan, utanmadan,
yalanlarla.
22 Şubat 2012 Çarşamba
Bir Başka Film "Ve ölüyorlar. Üzerlerine binlerce defa güneş doğmuş olarak, yaşlandıklarını ki bazen buna fırsatları olmadığını bilerek ölüyorlar. Hatta en yoksullar bile ölüyor. Bir çok acı ve yokluğun içinde dönüp duran, bazılarını şaşırtan yaşamları bir gün son buluyor. Giderken hayat boyu sahip oldukları tek şeyi götürüyorlar yanlarında. "
Kalmadı artık
yazacak ne bir kelime, ne de söylenecek yeni sözler. Hep bir şeyler ötekinin
aynı sanki. Bu günü, bu gün eden sanki yarından habersiz bir halde yaşıyor ve
yaşlanıyor.
İnsanlar doğuyor, gün batımından
hemen önce. Vardıkları karanlık geceyi umursamıyorlar bile. Gelmiş olmanın
verdiği o garip huzur içlerinde doğacak yeni günü bekliyorlar, yaşama
kaldıkları yerden devam etmek için.
Ve ölüyorlar. Üzerlerine binlerce
defa güneş doğmuş olarak, yaşlandıklarını ki bazen buna fırsatları olmadığını
bilerek ölüyorlar. Hatta en yoksullar bile ölüyor. Bir çok acı ve yokluğun
içinde dönüp duran, bazılarını şaşırtan yaşamları bir gün son buluyor. Giderken
hayat boyu sahip oldukları tek şeyi götürüyorlar yanlarında. O da; yokluğu.
Sabah yeli ile geliyor insana
gelenler. Kim olduğunu bilmeden, kusursuz bir halde, idam ediyor birileri, bir
başka düşleri. Gerçekten ölenler bir daha ölmemin mutluluğunu omuzluyorlar,
yaşam boyu başka yükler taşıdıkları sırtlarında.
Bir şeyler neden ötekilerden farklı
olamıyor sanki? Bir yerler ve başka yerler aslında olan hep aynı yerdeler.
Sanki istediklerim bir
yerlerden kopya gibi. Sanki istediklerimi,
kendim düşünemiyorum ve senden ya da bir başkasından ödünç alıyorum.
Belki de çalıyorum. Varsay bir hırsızım bir şeyler çalarken neler hisseder bir insan?
Bunu sen bilemeyeceksin işte bu
kadar basit. Bunun cevabı yine bende dedim ya varsay bir hırsızım..
Öyle bir hırsızım ki bu işi
yaparken, vicdanım beni çalarken ki kadar rahat bırakıyor. İcat değil bu
yaptığım. Sadece hayatta kalma adına verilen bir başka savaş say.
Varsay hayatın aynı bir film
gibi. Ama sen sana ait olanı, asla ve
asla yaşamayacaksın. Birçok filmden ara kesitler olacak hayatında ve sen
bunların, genellikle de kötü olan sahnelerini oynayacaksın. Kimi zaman gelecek,
hayat sana bir aptalı oynatacak, başka bir sahnede aldatılan, bir başka sahnede
suçlu olacaksın. Mutlu olman gereken sahneler filime on dakika ara yazan
yazıdan, hemen üç-beş saniye önce olacak. Sen, o sahnelerde alnında birikmiş terleri
sileceksin. Bazı sahnelerde isyan edilecek noktalara geleceksin. Yüksek
uçurumlardan düşeceksin ve hatta oralarda ölmeyeceksin. Düşerken sen,
başkaları; ne kadar da komik bulacak düşüşlerini. Bazı sahnelerde bebek
olacaksın, daha ilk sahnede başına gelmeyenin kalmadığı bir bebek. Ucuz Türk
filmlerine dönecek hayatın. Birden çok düşmanın olacak ve düşmanların önünde
bir bir diz çökecek. Ve sen; ” evet başardım!”, derken birden kazanamadığını,
kötülüğün ve hayatın daha maça başlarken üç-sıfır önde olduğunu göreceksin.
“Haydi hızlı ol !”, diyecek hayat sana. Maçın bitmesine az bir zaman var.
Yaşam, tüm soğukluğunu
seçilmişlerin üzerine serpiştiriyor. İçlerinden o kadar azı bu var oluş
savaşını ortasından galibiyetle çıkıyor ki; sayı, katılımdan oldukça düşük.
Bahar geldi. Beynimde çimenler boy atmaya başladı. Bahar, en çok cebimdeki
sığırcık kuşlarını sevindirdi. Nede olsa tüm bir kış cebimde yaşadılar. Nasılda
cıvıldıyorlar şimdi. Yüreğimden gelen sıcaklık onların göç etmelerine engel
oldu. Ama artık bahar geldi ve en güzel çiçekler kendilerini kırlarda, ovalarda
sergileyecek ve en lezzetli böcekler, canlılar âlemi için yeni ve taze besin
kaynakları olacak ne hoş. Sığırcıklar ne kadar göç ederler ki?
Sığırcıkların
gidişi içimde bir yerlerde yangınlar çıkartıyor. Sanki yüreğimin ormanlarında
alev var ve yangının sesi geliyor kulaklarıma. İçimde ki yangılar bitmek
bilmiyor. Yangınlar en cılız ışığı dolunayda veriyorlar gökyüzüne. Yangınlarımın üzerine hep yağmurlar yağıyor,
yangınlar sönmek bilmiyor.
Kesik bir
öksürük var ciğerlerimde. Sanki her seferinde yerinden oynuyor. Yüreğimi itiyor
göğüs kafesimden çıkarmak için. Her gece düşümde başka âlemlere yolculuğa
çıkıyorum. Boş vakit neredeyse yok denecek kadar az. Gündüzleri olmayan
sevgiliye mektup yazmakla geçiyor. Yazsan ne çare sevgili senden o kadar
uzaklardaki yok bile denebilir.
Gece buralarda her yerdeki gibi.
Karanlık. Bir de yüzyıllardır aynı matemin yaşanmışlığı var karanlığa ek
olarak. Her şeyden haberi oluyor insanın. Baharın geldiğinden, kuşların
cıvıldamasından, günün birinde dünyanın bir son bulacağından. Burası güvenin
olduğu kadar tehlikelerinde kol gezdiği, insanın kimi zaman uyanmak
istemediği, belki ve muhtemelen gibi
sözcüklerin olmadığı, ifadelerin kesin ve keskin anlamalarının olduğu bir yer.
Burada var olmak ve yok olmak aynı şeyler. Bahar tüm lezzetiyle sokaklarda.
Kırlarda bin bir böcek, yılan, çıyan.
Var olduğunun kanıtı, yaşamın ve tanrının. Nedense sadece baharda bu
kanıtlar geliyor insanın göz bebeklerine. Sen, olası tüm kaygılarımdan
uzaktasın. Benden daha emin bir yerde, yükseklerde yer tutmuşsun. Kim bilir
belki de uyumuşsundur. Belki dedim ya burada; belkilere yer yok! Kesin olan
buradan çok uzak olduğun. Uzaksın çünkü yaşam seni olabileceğin en güvenli yere
taşıdı. Yaşam; sana bir anne çakalın, yavrusuna davrandığı gibi davrandı. Düşün
bir, yaşam bir çakal ve sen onun biriciğisin. Yağmurlar başladı. Her yer allak
bullak. Etrafı seller götürüyor. Senin içinde bulunduğun; tek girişi yerden
daha aşağıda olan mağaranın içlerine kadar sular ilerlemekte. Anne çakal;
biricik yavrusunu ensesinden kaptığı gibi mağaranın, suların hiç ulaşamayacağı
yükseklikte bir yerine taşıyor. Yavru çakal emniyette. Artık gelen sel suları
onun minik savunmasız bedenini yutmayacak ve başka leşlerden beslenmesi için
büyümesine imkân tanıyacak. Yani yaşam sana içgüdüsel olarak gerekeni yapıyor.
Anne çakal, doğurduğu yavrusuna sahip çıkıyor. Yaşam aynı adaleti benim içinde
gösterdi. Yalnız bir farkla. Başka vahşi hayvanların avladığı, av oldu bana
düşen rol ve yaşam artıklarımla, seni ve benzerlerini beslemek üzere üşüştü
başıma. Ne yaşama, ne de avlayana karşı bir sitem oldu içimde. Bazen kursaktan
aşağıya inen olmak dokunuyor bir canlıya nedense. İşte hissettiğim sadece bu.
Ama öldükten sonra bu hiç mi hiç umuruna gelmiyor av olarak yaşayan bir
canlının, buna ben tanığım.
Buradan baktığında,
gerçeklerin tüm coşkusunu görebiliyorsun. Aslında senin yavru çakalı oynadığın
ve gerçekte avdan başka bir şey olmadığımız gerçek yeryüzü, tüm av oluşlara
rağmen bir düğün alayından farksız. Ellerde fenerler, fenerlerde cılız fakat
huzur dağıtan bir ışık. Işıklar bilinmedik yerlerin ve olayların habercisi
olmuş, faili meçhul düşlerin ardından
gider gelir olmuşlardı. Düşler, dünyanın kapılarını çalmadan, ormanın
derinliklerine doğru yol alıp o kadar uzaklaşmışlardı ki, bebek eli değse
değerdi hani, herhangi birine. Yaşam her ne kadar av ve avcıyı oynatsa da, bir
yerde adaleti de ihmal etmiyor. Birine av, diğerine avcı olmayı görev olarak
dağıtıyordu. Düşler ve arkasındaki gerçekler. Kimin ne olduğu önemli değil,
sadece var olmak kalmıştı ellerde. Her
sevdaya dalışta bir umut, her umutta da bir başka sevdanın ve oluşumun
haberleri izleniyordu. Av, bazen avcıyı ve acıyı seviyor, avcı bazen sadece
kendini seviyor, nadiren avı ilerde yemek üzere toprağa gömüyordu. Hayatın bu
bilinmedik karmaşalarının olması garip ve güzel. Düşünsene bir de her şeyin;
feryatsız ve beklendiği gibi olduğunu. Hiç seni şaşırtan bir durum ve olay yok.
Mesela bir çiftçisin ve tarlanı ekmişsin. Beklentin var yağmurun yağması,
güneşin yüzünü göstermesi tüm parlaklığıyla. Oysa ne gariptir ki hem yağmuru
bekliyorsun, hem de güneşin doğmasını. Yağmurun yağması da, güneşin doğması da
umurunda. Kimseler umursamasa bile sen umursamak zorundasın. Güneş fazla
kavurmamalı, yağmur yağarken ektiğin bir avuç alın terin sellere karışmamalı.
Hayat beklentilerinle ve beklediklerinle güzel.
Hayat olan annen daha sana en
temiz gıdanı boca ederken yutağından, sonraları için hiçbir plan ve hayal yok.
Varsan vardır, yoksan yok. Yutulan ilk
lokma aslında hayata merhabanın, elveda hali bana sorarsan. Gariptir ki adaleti
en etkili gördüğün ve gırtlağına kadar hissettiğin ilk ve belki de son an bu;
tüm adem oğullarının ilk yediği yemek. Ne o havarilere verilen son ihtişamlı
yemek, ne de bir parça kuru ekmek ardına gizlenmiş mahcup zeytin. Fark yok. İlk lokma çoğu zaman aynı. Belki
ilerleyen zamanda gırtlağından geçecek olan lezzetler için resimler yapılacak
balık derisi üzerine ya da hiç anımsanmayacak anlardan biri olacak yediğin o
zavallı zeytin. Dallarında kiraz çiçeği gibi açtığımız o dal, ilk ve son defa
belki de adil olup bir memeden içirmişti bize hayatın ilk lokmasını. Hatırlayamayacağımız ilk lezzet bu belki de.
İlk melodi diyelim buna. Kulaklarımızın ve ruhumuzun yüzyıllar süren sessizliğini
bozan. Belki de âmâ gözlerle baktığımız dünyaya karşı gözlerimize çarpan ilk
ışık. Berbat bir öksürükten kurtulurcasına
yenilen ve birilerinden çaresiz almaya alıştığımız ilk şey.
O kara ve iri kapıdan geçip de
beyaz bir düş gibi, başlayan hayatta acımasızca ve tüm saldırganlığımızla
başladığımız ilk an. Bazıları takılıp kalmaktalar halen o iri kapıdan geçerken
hemen sol köşede duran, lezzetli ve ufak elmaları olan ağaca. Geç kalma
nedenleri bu. Gecikecekler çünkü yedikleri elmanın çekiciliği halen
kursaklarında. Hayat onlara da, sana ve bana davrandığı gibi adaletli
davranacak. Aralarından bir kaçı balıkçı olacak, geri kalanı da balıkçının
ağına takılacak balık olacak. Bazen hayat aynı çakal ve yavrusunu oynatacak,
bazen de büyük balık, daha büyük balık ve en nihayetinde en büyük balık olan
balıkçının hikayesi gibi olacak sonunda bir başkası mutlak diğerini iri ve kara
kapıdan başka bir düşün içine salacak.
Evet, sen
belki de isteyip de yutamadığım tek küçük balık oldun. Bu şekilde
hesaplamıştım. Dedim ya hayat beklentilere cevap veremeyecek kadar meşgul ve
yeni planları var. Yeni roller dağıtıyor her an bir başkasına. Varsay bir
başkasının düşü içindesin ve orada yok olmuşsun. Aslında bu şekilde
olmayacaktı. Senin o iri kapıdan geçmen bu denli erken bir vakitte olmamalıydı.
İlk tattığın lezzeti hatırlayacak kadar uzun durman gerekiyordu bu yarı gerçek,
yarı acı olan düş âleminin içinde. Ama ben erken davrandım seni daha emniyetli
yerlere taşımak için. Hayat bana yeni bir görev vermişti. Ben düşlerin
efendisi, yıkılmış ve için için yanmakta olan bir dünyanın düş bekçisi olarak
seni ense kökünden kavrayıp, gitmek için hiç de acele etmeyeceğin yerlere
yollamıştım. Ben senin kurduğun düşlerin siyah atına binmiş olan zenci bir
prensi olmuştum. Sen de şaşmıştın buna, çünkü bu denli kara derili bir prens
beklemiyordun.
Kaç kişi düşlerinde siyah ata
binmiş esmer bir prens bekler ki?
28 Ocak 2012 Cumartesi
GEÇ KALMIŞLIK...Kendine dair istediklerin o kadar azdır ki; sen bile bunların olmaması halinde şüphelenirsin.
Geç Kalmışlık
Her yer karanlık; bir boşluktan uçuşan birkaç yüzden başka bir şey yok. Nerede ve kim olduğunu bilmeden, bunun önemli olmadığı ve hiç umursamadığın yerlerde olmak. İşte hayatın sana sundukları. Buram buram senin koktuğun yerlerde olmak. Ne işi olduğunu bilmeden harcanmış çağların hesabını sorarak, nerede, nasıl ve kiminle olduğunu bilmeden çiçeklerle örtülü bir dağda gezmek. İşte bunlar da senin; hayattan isteyip de alamadıkların.
Gerçek bir geç kalmışlık var sanki. Hiçbir yer beni almıyor içine. Yaşamla küs olmama rağmen beni terk etmiş gibi. Sanki dağları dolaşan bir gezginim. Başkalarına berduş, kendime göre ermişim. Ererken gözlerimle bakamamayı öğrendikten, yaşamın bir düş olduğundan haberli oluşumdan, başkalarının gördükleri beni avutur hale gelmişim. Bunları bilmişim ancak kimselere söylememişim. Sanki bir tren varmış. Beni hiçlere götürecek ve ben ona hep ama hep geç kalmışım. Ya bacaklarım tutmamış ya da yola çıkacakken geleceğimi evde unutmuşum.
Neden sanki yaşanılan var oluşlar; hiç yaşanmazların kanıtı olmuş? Her şey ve herkes kendini ilk sırada görürken, sen; kimsesizliğin sonbaharında bu denli sinirli ve bir o kadar da acı çeker bir hal alırsın? Her köşe başından insanlar ve onların addettiğimiz müsvetteleri. Birer birer fırlıyorlar geceye onları gömdüğümüz yerlerden. Ardına düşüp seni adeta soluksuzca bırakırcasına kovalıyor müsvetteleri ve anıları.
Sorular sorarsın kendine. Aslında cevapları hiç yoktur bunların, bilirsin. Kendine dair istediklerin o kadar azdır ki; sen bile bunların olmaması halinde şüphelenirsin.
İnsan bazen yanlış yazmak istiyor, bazen yanlış konuşmak istiyor. Neden her şeyin doğrusu olmalı ki; hiç kimsenin dürüstü olmadan. Her dürüstte bir yanlış ve her yanlışta; bir doğru aranırken, doğruları oynayıp yorulmak neden birkaç kişiye has bir durum olsun ki.
Beklentiler vardır hayatta. İnsanlar yaşarlarken akıllarının içini doldurdukları ile yaşadıklarını bağdaştırmaya, onları bir örnek giydirilmiş ikizler haline sokmaya çalışırlar. İkizlere asla sorulmaz; “Aynısını giymek ister misiniz?”, diye. Yani; yaşamı, düşlerle bir kaba koymak gibidir, başka hayalleri kurabilmek yani aynadaki aksidir; yaşadığın gündüz, yaşayacağın gecenin. Yaşam neresinden tutuğuna dair hiçbir beklenti ve umur içinde değildir oysaki. Ancak doğarken; hüzünleri tek başına yaşamak insandan başka hangi canlının başına gelmiştir ki? Sen bir başka dünyadan, yeni bir dünyaya adım atmak için var gücünle kapıları zorlarsın. Dışarıda seni bekleyen ne var bilemezsin. Bazen adı gözyaşı, bazen de gülücük olur anne ve babaya atılan. Her yer senden bir haberdir. Çok şanslı ya da şanssız olacağına dair içinde herhangi bir beklenti yoktur. Şanslı olmak ya da olmamak senin için o an herhangi bir anlam içermeyecektir. Çok az şanslının başına gelir doğduktan hemen sonra yaşanabilir fiziksel acılar. İşte o an kazınmıştır beynine acı. Canın bundan sonrada zaman zaman yanacaktır. Bunları elbette ki sen istemezsin. Ama acı; hayatın vazgeçilmez bir gerçeğidir, yaşanmak üzere seni beklediği.
Limanlar var belki. Ve o limanlarda seni bekleyenler var. Kim bilir? Belki sen o limanlara varamayacak kadar aç ve yorgunsun. Belki açıldığın doğu denizi karanlık. Suskunsun ve yenilmişsin. Bu berbat yaşam, neden kime karşı bir direniş olmuştur sanki ? “Kime istediğini vermiş ki?”, dersin ve bir sigara daha yakarsın. Evinde bir kedi vardır. Kedi suyu içer. Su dereye karışır, ev yanar, duman dağa kaçar, dağ bir deprem olur, tekrar eve gelir kedi, evden ne zaman kaçmıştır sen bile hatırlamazsın. Yaşam senden habersizce oynanan bir oyun olmuştur. İçinde sen ve senden olan birkaç kişiden oluşan bir takımla oynan.
Yaşam, adeta bir küfür olup kulaklarına vurmuştur. Yaşam eş değil midir küfretmeye? İşte o an gelmiştir. Kendini bilmezler karışmıştır geceye. Belki bir parça hayal kurmuşsundur. Almış olduğun yenilgilere inat küfretmeyeceksindir. Küfürlerin boğazına takılıp kalmıştır bile.
Yenilgiler; sana alışıktır oysaki. Bünyen bunu kaldırmasa da, yenilgilerin bünyesi seni kaldırmıştır çoktan. Kim bilir yenilgiler daha kaç yaşamın içindedir aynı bu halde.
Duman, kir, is ne garip kelimelerdir. Yazamamış ve yaşayamamışlar için kaç gecenin mazotla tutuştuğu bir garip sobanın içerde uyuyan ve belki şu an hiç olmayan kedinin olduğu bir evde. Kimim ben; sobamı, mazot mu, kedimi yoksa çoktan dağa kaçan yaşlı kedi mi?
Doğarken elimize tutuşturulan hayatın kullanma kılavuzunu iyi incelemek gerek. Bilmediğimiz, aklımızın ermeyeceği ve anlamakta ne kadar zorlanacağımızı belirten yazılar var o başka lisanlarda, başka insanlar için tercümesi mevcut kılavuz içinde. Kimseyi umursamadan okumak gerek. Kimse neden olduğunu ya da neler olabileceğini bilememeli hayatın. Sır ve bekleyişlerle örtülmeli içinden hiç çıkamayacağın sokaklar. Bir parçasında ekmek olabilmek ve yıllar sonra gelen zamanlarda anılarını; sana sunulmuş bu hayattan terk edilişine inatla savurmak gerek tüm yok oluşlara ve yok olduğu sanılanlara...
Birden duruvermek gerek gezdiğin bir serginin, senin için olması muhtemel olmayan ve önündeki süreçlerin birinde asla karşına çıkmayacak, bir zaman makinesini tanıtan ve boyu senin boynundan öteye geçmiş, bin asırlık bir varolma çabası içinde belki karının doyurmak için değil de yaşamını, en iyi şekilde idame ettirmek için, denizler kadar ulu, başaklar kadar sarı ve ipeklerden daha da ipek tenini bir zaman makinesi önünde zamanını ve güzelliğini sunan o insanı var edene haykırmak...
Ne kadar da güzeldi... Nerelerden geliyordu bu tür varlıklar. Tanrının; “Evet ben varım!”, demesinin garip başka bir yolumu bu? Uzak, çok uzak. Sanki; sende ve bizde olmayan değerlerle ilgili bir durum ve hal bu.
Yürek tün cesaretini toplayıp, ellerine kına olmak isterdi. Anadolu‘da bir köyde ya da ezip geçtiği bir parça keder ve kuraklık içerisinde yoğrulmuş topraklarda. Ellerinde yanan bir tutam ateş içinde ya da damarlarında dolaşan bir damla buruk kan olmak isterdi. Yahut bir başka dilde ama yabancı olmayan bir türkünün herhangi bir dizesinde yanan, tutuşan bir yürek olmak isterdi insan..
Yol gizli, sır gizli yürekte ve senin olmayacak düşler ve sana o düşlerden kalan birkaç umuda dair gülümseme.
Oysa sen dağlar ve arkalarındaki o kimselerin yüreğine alamadığı dağları yıkan, uğruna dünyaları yakan değil misin? Ne adalet ama! Birkaç deste paraya yenik düşmüşsün. Zafer sende sen asıl var olansın bir başka türkü tutturur dilin bir başka sevdanın içinde bulursun kendini. Sen var olma mücadelesinde rakibin olanlara karşı bu hayat oyununda zaten yenik başlamışsın varolmaya ama senden hep korkmuşlar. Onlar için bir tehdit olmuş ve suskunluğunu zafer addetmişler kendi ufak dimağları için. Aslında sen hiç susmamışsın. Bağırmışsın. Ve hatta bazen senden olan sesler, onları rahatsız etmiş. Sen konuştukta ben; ben olduğumu, aslında onların hiç olmadığını anlamışım ve orada tüm güzelliğini sunan ve asla benim olmayacak olana, asılında benden başka kimsenin olmadığını anlamışım.
Dil, bir suskunluk içerisinde. Kelimeler dünyanın başka yerlerinden gelmişçesine yabancı ve yabani. Her şeyde bir başka yosunun ayaklara dolanması var sanki. Bekleyişler sarmış tüm benliği. Oysa yola çıkmışken cesur ve güçlüydü bedenini saran ruhun. Birçok aşk hikâyesine adın yazılmıştır. Deniz kenarlarında esen hafif gece rüzgârları, sen o aşk hikâyelerinin içindeyken garip bir huzur ve sevinç vermiştir sana. Bunları o kadar çok yaşatmıştır ki hayat sana; her sene mevsim yaza döndüğünde deniz kenarlarında olmayan şehirlerde bile geceleri terli yüzüne çarpan her esinti sen; o aşk hikâyelerinin içinde olmasan bile sana benzer bir huzuru çok görmez. Artık damağında hayatın ve anların tadı karışmıştır. Hangisi daha huzurludur karar veremezsin. Terli bir yüreğe çarpan nemli bir esinti mi, yoksa terli bir yüze çarpan şehrin rüzgârı mı?
Sel içerisinde yaşadığın ve tüm yazdıkların. Yalıyarlara çarpıp batmış bir halde tüm varlığın. Adını koyamasan da korkarsın. Sana geceler düşman, benliğin adeta bir yabancı. Oysa saçların ve onların rüzgârlara değme olasılığı var ve sen bu olasılıklardan kaçmak için ne kadar da isteklisin. Sabahın ilk dakikalarını sen yapayalnız ve bir pencereden herkesin gördüğü rüyaların olmadığı gerçekler yaşarsın. Beklersin. Bir yerlerden çıkıp sana koşar adımlarla gelmelidir mutluluk. Sen; mutluluktan da korkarsın. Mutluluk; daha sen ufakken bir takım tehlikelere gebedir diye anlatmışlardı sana. Sen sana ait olanı düşünmeden ve kendinde bir hak bulmadan yani temellendirmeden arasın ve gecenin saatleri arkasında saklanırsın. Saklandığın yerlerde seni bulup sobelemek için, hayatın başka bir oyuncusu gelmeni ve bu oyuna başlamanı beklemektedir. Sen saklanılacak yerlerine; “Kimseler bilmiyor!”, diye gayet kendinden emin adımlarla ilerlersin. Saklanırsın da. Ancak seni sobelemek için bir başka hayal göreve başlamıştır bile. Sana düşen işte o yakalanma anını iyi yaşamaktır. Belki de yakalanmak için kendine bir fırsat vermektir kim bilir.
İçinden yalvarmak geçer bazen. Her zaman gidip de oturduğun, otururken düş âlemlerinde yorulduğun yelerde sesini duyabilecek her nasıl olursa olsun bir canlıya yalvarmak. Bir karınca ya da bir karga kardeşe kime ve neye, ne şekilde olursa olsun yalvarmak. Yakarışlarını kimseler duymaz. Sesin boğuk çıkmaktadır çünkü. Herkesin yaşadıklarını yaşasan ve herkesin söyleyemedikleri senin yakarışların olsa dinleyenlerin, duyanların ve sana katılanlarının sayısı seni şaşırtacak kadar çoğalacaktır. Ancak acıların sadece ve sadece sana özgüdür. Geçmiş zamanlarına ağlamak sadece sana has bir başka durumdur. Ancak o zamanın içinde başka bir hayatta varsa, o zaman yakarışlar ve gözyaşları kesişebilir. Ancak bunun aynı zamanda olma olasılığı o hayatla kurduğun bağ ile zamanlanmıştır. Her gün seni bir başka geç kalmışlık içine sürükleyip gider. Günler geçtikçe hayat anlaşılamaz. Ta ki; ardına dönüp bakabilecek kadar bir zamana sahip olursun ve o zaman anlayamadıklarını anlama şansın olur. Adına geç kalmışlık dersin. O zaman kurduğun cümleler ve o cümlelere özne olanlar, o durumun oluşmasında paye sahibi olanları bulamazsın. Hayat sana her zaman aynı türden şansları sunmaz ne yazık ki!
Kendin hariç aklın her şeye erer. “Bu kadar çok uzun bir zamana mı sahipti hayatım?”, diye sorarsın kendine. İşte üzüntün bundan sonra başlamalıdır. Canını yakması gereken o zamanı nasıl da boşa harcadığın olmalıdır ki; harcadıysan eğer. Ancak her zaman olan talihsizliğin merak etme seni o zamanda yalnız bırakmayacak ve adı son pişmanlık olacaktır. Yani ona bile hakkın olmayacaktır. Sana sorulmayacaktır bile. Sana düşen; fayda etmeyecek olan o son pişmanlığını yaşamak olacaktır.
Tersi de olabilir kuşkusuz. Hayat sana dolu dolu zamanları armağan etmiş ve sen de onu iyi değerlendirmiş olabilirsin. Doğumunda tattığın acılar belleğinden çoktan silinip gitmiş olabilir. O zaman yüzüne gelip yerleşen gülümseme; yaşanılan bu kadar çok acının bir ödülü olacaktır. Özgür olabilir ruhun o vakit. Hiçbir geç kalmışlık hissetmezsin yüreğinde. Aşka ve kedere gerekeni vermişsindir. Hepsi birbirini tamamlamıştır bir de bakarsın ki. Sana düşen kısmını tüketmişsindir hayatın. Ancak bu sefer bir başka hissedersin. Varlığın; bir yoklukla son bulmamış, aksine yaşama dair yeni ayrıntılar katmışsındır. Bunu kimseler bilmese de sen yaşamışsındır. Artık çok rahat uyuyabilir ve hatta uyanmayabilirsin. Ruhun başka yerlere doğru yol alırken, sahip olduğun; sana ölümsüzlükte dahi yetecek olan bir huzur kalmıştır. Artık mutlu ama yaşamış bir ölü olmuşsundur. Hepsi bu!
20 Ocak 2012 Cuma
Olmayacak..."Ya sus olursun ya da en iyi saklandığın yerde bulup sobeler seni hayat ve pus olursun. Oysa ne de iyi saklanılmıştır değil mi?"
Olmayacak
Olmayacak. Hiçbir şey
istenilen gibi olmayacak. Hiç kimseye haber vermeyecek ölüm. Suskun kalan
bedenden başka bir şey olmayacak. Bir koşudan farksız olacak hayat. Her yerde
akıl almaz bir telaş, telaşlardan arta
kalan yorgunluk olacak. Üzerine bir yorganı çekebilmenin rahatı olacak huzur
denilen. Sokaklar olacak, senden ve bizden habersizce dolaşılan. Ve insanlar
olacak adları bile sayılmayan, kimileri için önemin kendisi, kimi için de
anılmayan olacak.
Direnerek ölebilmek. Sanki
akıl almaz bir buhran ve ortasında tek kalmış bir yaprak. Ne komik hayatı bu
denli acımasızca yaşarken; aklımıza, hayalimize âşık olmayı getirebilmek. Oysa
neye hakkımız var ki; yaşam dediklerinde senin ve bizim. Başka bir tendi
seninle yüz yüze kaldığımız o sular. İçlerinde binlerce balık ve ölü
denizcinin, denizkızlarıyla dans ettiği sulardı o sular. Nasıl da özlemiştik
onları, ne de hasretle sarılmıştık bir birimize. Yaşam buydu. Zeytin
lezzetinde. Dilimin ucundan tüm benliğime yayılan; o lezzet, o koku, senin tadın
ve kokun. Bana içinde defalarca boğulmayı isteten o sular. Artık biliyorum,
ölüm ve yaşam arasındaki farkı anladığımız ve ancak öldüğümüzde görebildiğimiz;
o kimi zaman ince, kimi zaman kalın çizgiyi. Yaşam senden ve bizden önceydi ve
sonrada olacak. Ta ki; kendi sonuna imza atana dek, zaman ve insanoğlu. Yaşam
senden ve bizden de daha acımasız olacak, yok edeceği hiçbir düşü kalmayıncaya
dek. Her doğumun ardındaki sevinç aslında yeni imzalanmış bir ölüm anlaşmasına
sevinç olacak. Hayat bizlere kısa bir süre için kiralanmış olacak. Kimileri
bedelleri yoksullukla, kimileri varlıkla ağır bir şekilde ödeyecekler. Her gün
ölünecek. Doğduğunu hatırlamayacak insanoğlu, ölümünü başkaları anımsayacak.
Beden büyüyecek, bir büyü olacak görenler için. Büyü ilerledikçe bedenin
yaşlanacak. Her gün biraz daha öleceksin. Yaşama dair ödenecek bedel ölüm
olacak. Bedelsiz vermeyecekler hiçbir şeyi, yaşamı bile. Hatta bir şey için
ödediğin en ağır bedel olacak ölümün. Sahipsiz bırakılmış bir düşü bile
kurarken ödeyeceğin bedelleri önceden kabul etmişsin sayacaklar. Sen ise
bunlara akıl erdiremeyip sadece bakakalacaksın. Bakarken yorulacak, dizlerin
üzerine çöküp öyle kalacaksın.
Birileri mutlaka
bedelleri ödetti ve bir başkası da ödedi her zaman. Ödeyen; “Neden?” diye soramadı.
Borcu ödemeye o kadar dalmıştı borcu ödeyen, yaşamaya vakti kalmadı. Borcunu
sorgulamayı ya hiç istemedi ya da isteyecek oldu yeni borçlar buldu yorgun
ruhunu. Oysa bedellere alışmıştık. Ama bir yerde; “Fazla artık!”, demeye başlayanlar olmuştu.
Sesi çıkanlar, ilk olmuşlardı kafaları boyunlarından ayrılıp yerçekimine uyan.
Gerçi ses çıkacak kadar da gür olamamıştı. Hiçbir zaman beden iyi
beslenememişti. İyi gıdalar başkalarının
emeğiydi ve başka boğazlardan geçiyordu, hak ve hukuk edilmeden, sahipsizce..
Sahipleri
çıkacak elbet, uğruna yıllar, terler ve kanların döküldüklerine. Varsa yoksa
bir telaş olacak hayat denen karmaşa. Karmaşadan arta kalan yalnızlık ve
yalnızlıktan arta kalan hüzün olacak, başka bir şey olamayacak. Oysa sen ve ben
dalgalanan sularda tüm doğamızla bir arada olabilecekken; sen ayrı, ben ayrı düşlerin sahipleri için bilinmedik
ve hummalı çabalar içindeyiz. Başka şeyler ararken hep aynı şeyler olacak sen,
ben ve düşler. Umut adına verdiğimiz
savaşlardan yorulanlar ve ölenler olacak ama onlar ya bu hummalı koşuya
çıkmamış ya da çıkıp geri dönmüş olacak.
Evler olacak. İçlerinde
insanlar, karıncalardan farklıca. Onlar gibi olan insanlar, düşlerin ardından
gerçeklerden paylarını alacak. Ev kurmak üzerine söylenecek tüm fikirler. Fikirlerden
arta kalan gerçekler olacak, gerçekler gün geçtikçe büyüyecek, büyü çoktan
bozulmuş olacak, düşlerden arta kalanlar başka hayalleri başka insanlar adına
yapmak için koşacak, koşacak ve düşecekler düş kurdukları o minik beşiklerinden
aşağıya. Asla sen ve benim gibi olamayacak.
Düş kurarken ölmek istemeyecekler
varoldukları andan itibaren. Adımız deliye çıkacak; biz eskilerin dediği gibi kendimizi yiğit
hissedecek ve ilk kafaları kopacaklar listesinde bir numarayı bulacağız. Sen ve
biz düşlerden başka yerlerde olmayacağız.
Numaralar olacak telefon
defterlerimizde. Her an değişmeye hazır ve yırtılmaya aday sayfalarda olacak
tüm dost ve aşklarımızın ismi. Ağlayan yüzlerimiz olacak, yüzlerimizin
gülüşlere kardeş olmasını bekleyeceğiz yıllarca. Hep aynı sözler çarpacak
duvarlardan kulaklarımıza. “Her şey güzel olacak, bu sefer farklı
olacak!”, diye bağıracak tüm haber
bültenleri. Dertlerimiz sadece bizi ilgilendirecek başkaları bu konu hakkında
ne yorum, ne de yaşam bildirecekler bizlere hayatlarından kesitlerle.
Gördüğümüz kesitler daha kötü yaşamlara ait olacak, gözlerimiz kararacak ve
midemiz bulanacak.
Numaralardan
hayatlar gidecek bir bir. Aklına gelen sadece yaşama dair ufak ayrıntılar
olacak, ruhun bedeninden başka yerlere giderken. Bir an gelecek toprak içinde
çürümeye yüz tutmuş bulacaksın bedenini. Bedenin sanki sesin çıktığı ve hatta
defalarca âşık olduğun o beden olmayacak. Hiç umursamayacak böcekler; etlerini,
kemiklerden kemirmeye başladıklarında, ne seni, ne de her zaman başka başka canlanan
ölü düşlerini. Başka bir şey olmayacak öldüğünde ruhun bedenini terk edecek ve
doğumundan itibaren başladığını ölme yarışı sona erecek. Birden ölmeyeceksin
yani. Yaşarken teker teker kopacak hayattan birkaç bağın daha. Sesin hiç de gür
çıkmayacak eğer yaşlanabilirsen günün birinde. Ellerinden dökülen kimi zaman
kan, kimi zaman da ter olacak ölene dek. Ya kalp kırmak ya da almak için
dönecek dilin. Dilin bir gün umursanamayacak. Susmuş olacaksın yani. Bir kaza
diye addettiğin hayat senden habersizce çekip gidecek ya da sen aynı yerde
kalacaksın, hareketsiz ve düşsüz. Tabi bir sefer yok olacak herkes, bazı düşler
gibi yeniden doğacak binlercesi yine aynı mekanizmanın dişlilerini çevirmek
üzere. Başkaları olacak hayatta. Sanki dünya hiç gitmediğin bir düğün ya da
mezun olduğun liseye, tekrar uğramak gibi bir şey olacak. Kimse seni ve bizi
tanımayacak. Yok, olmak da değil bu. Düşünsene bir defa; yok olmak için yaşanır
mı?
Varsa yoksa karın
tokluğu. Tüm insanların ortak birleştiği tek ve yegâne nokta. Herkes acıkıyor
ancak kim gerçekten doyuyor? Yaşamda böcekler kadar şanslı olan ne var ki?
Onlar hep bedenlerden doyuyorlar yaşam içinde.....
Sinemde açan yağmurlar sanki
bilmediğim dağlardan aşıp tenhalarını ıslatıyor güneşin. Güneş ellerin kadar
yakamıyor yüreğimi. Dilin bir başka bıçak defalarca deşeliyor benliğimi. Sanki
biz değiliz bu bedenlerden ayrılacak ve bu toprakların içlerinde
bilinmediklerimizi besleyecek olan. Oysa ya yüreğimizi kemirirken gidenler.
Başka ne bırakacaklar artlarında. Ah onlar, bizi biz eden bu amansız tutku
içerinde kimsesiz bırakmaya ne de çok alışıklar. Hep aynı şeyleri başka
şekillerde yapmadılar mı ya! Sıcak memleketlere taşınma hırsıyla beslerken
yüreklerimizi, onlar; başka eller tutacaklarını ilan ettiler yüzümüze. Ağlarken
görmediler bizi, bizden hep uzaktaydı oluşları. Suskunluğumuzu kin saydılar
adlarına, anılarına yapılan. Oysa ne kin, ne de kavga yapacak kadar seviyorduk
onları. Bir parça tutku, bir parça yasemin kokusuydu güle benzer tenlerinde
aradığımız. Onlar hep gittiler başka hiçbir şey olmadı. Kimsesiz kalışımızın
adını bile koyacak vaktimiz olmadı; onlar oralara giderlerken. Kendimizi ne
kadar da güçlü hissettirdiler bize. Oysaki onların onlar olmadığını kabul
edecek gücü onlar yokken bulduğumuzda kendimize; “İşte!”, dedik. “Yaşam devam
ediyor, beden yaşlanıyor başka hiçbir şey olmuyor..”
Hayat belki de; üç dilim ekmek parçasının dilimin ucunda
olması ve ağızda dağılmasıydı. Ya da kırlangıçlarla konuşurken, bir kelebeğin
içinden geçen küfürleri haykırabilen dil olmaktı, kimselerin bilmediği
lisanlardan çevrilen. Yaşam ne de garip oyunlar oynar hep. Ya sus olursun ya da
en iyi saklandığın yerde bulup sobeler seni hayat ve pus olursun. Oysa ne de
iyi saklanılmıştır değil mi?
Bir düşün içinde kaybolup
yitmelerin zamanı belki. Kâbusların adı gidenlerin hep o buruk tadı değil mi
ki? Yaşam belki de yaşamaktan bir veda bizlere. Bizler ki; üç beş duruma,
birkaç kötü düşe rağmen severdik onu. Ve bazen güneş doğarken; içimizdeki
yaşama isteği, dağların arkasından zümrüt ve onun eşi Anka kuşunu yakalayacak
kadar da hevesliydi. Sözler havada savruluyor. Birazdan burada olmayacak ve
hatta hiçliğini yaşatacak hayat. Hey hat! Bu ne amansız bir tavır, bu ne
kayıtsız bir gidiş. İçimizden ürperenler sen değil misin yoksa? Sustu içimde
koşup duran, bağır çağır benden uzaklaşan itfaiye aracı. Artık yangınlar da
çıkmıyor. Yüreğimde değişen hiçbir şey olamayacak, yine aynı kalacak her nesne
bıraktığın gibi.
Iramaklar akacak ve otlar
büyüyecek bir büyü olacak, bahar girecek kanına ve söz bitecek baharın
başladığı yerde..
Öyle sevdik. Bazen öldük
öldük dirildik. Ruhlarımız başka yıldızlara eş oldu, başka yıldızlar bizi hiç
mi hiç sevmedi. Düşleri değiştirmeye çalışıp ellerimizi her uzattığımızda
yokluk olacak sahip olduğumuz. Başka hiçbir şey olmayacak! Düşler kurulacak
yine yanıp tutuşan yüreklerimizde. Biri gelip kandırmaya çalışacak, biri
ölmemiz için ikna etmeye çalışacak ve sevgi yine ağır cezada daimî hapse mahkûm
olacak, yüreğimizi göğüs kafesimize hapsedeceğiz.
Olmayacak. Değişen hiçbir şey
olmayacak. Rüzgâr yeniden esecek, yağmurlar ıslatacak. arta kalan sonu gelmemiş
düşler olacak. Düşler hapsedilen yüreğimizden çıkıp ıslanmak için zorlayacak
göğüs kafesimizi. Canımız yanacak, yüreğe söz geçiremeyeceğiz.. Hep aynı şey olacak;
düşüp düşte kalkacağız, uyandığımızda paçalarımızda düşlerden kalma, düşüşlerin
çamurları olacak. Düşler sulardan geçecek bazen, umut olacak yaşamda bize ait
ufak ayrıntılar. Şaşacağız; “Bunlar nasıl oldu?”, diye. Bazen gülümseyeceğiz. Gülümsemelerimiz
gerçek olacak. Yüreklerimizden dökülüp gelen şarkılar olacak, şarkılar başka
lisanlarda gelecek bizden olmayanlara, anlamayacaklar neler söylediğini. İşte o
an, vakit geç olmayacak kovalayıp yakalayamadığımız düşlerimizi ellerimizin
arasında tutmamız için.
19 Ocak 2012 Perşembe
Küller ve Dikenler Sen ve ben yoktuk aslında, sadece ben vardım. Aslolan bendim. Sen, benden olma taklit bir hayalden öte değildin. Gerçeğine, gerçek kadar benzeyen bir taklit.
Küller Ve Dikenler
Düşünmeden yazmak
istiyorum seni. Ve seni; hiç bilmeden, hiç âşık olmadan sevmek istiyorum.
Ellerimin değdiği her yerde seni bulmak ve bin asırdır süren susuzluğumun
benden çok uzaklara gitmesini istiyorum. Düşlerimin gerçeklere karıştığı o
anlardaki sana olan heyecanımın, yaşadığım sürece yüreğimden hiç gitmemesini
istiyorum. Varlığımın kanıtı olan nefes alışlarımın yüzüne her vuruşunda,
teninden gelen o serinliği istiyorum. Kan olmak istiyorum, senin yüreğinden tüm
bedenine dağıtılan. Damarlarında dolaşırken, bedeninin içinde sana dünyanın tüm
nimetlerini taşımak istiyorum. Dudaklarından dökülen birkaç güzel söze ve
alnından akan bir ter damlasına bulaşmak istiyorum. Yani sen yaşarken,
varlığının tam ortasında olmak istiyorum.
Seni, senken; benden ayrı
düşünmek istiyorum. Aslında seni hep senden fazla sevmek istiyorum. Senden
vazgeçemeyişim, benim için koşulsuz oluşunun nedeni, sadece ve sadece yaşıyor
olman değil, yaşarken bana aldığım nefesi de hatırlatıyor olmandan.
Ben her an; sende seni, senin
yaşadıkların gibi yaşayamamış oluşumdan, hayat ve sevgi içiceyken bunları ne
senden, ne de seninle olabilecek bir yaşamdan ayıramıyor oluşumdan dolayı bu
kadar coşku ve özlemle istiyorum. Yağmur olmak isterken; tuzdan ve sıcaktan yarılmış topraklara,
ellerim bir telaş içinde. Her yerim müsamereye ilk defa çıkacak bir ilkokul
çocuğunun heyecanı içinde. İlk andan beri seni ve güzelliğini bildiğimden, bu
denli telaş ve artan kalp atışları içinde yüreğim. Ve son anına kadar da seni
anımsıya biliyor oluşumdan bütün bu olanlar ve düşlerim.
Seninle farklı bir dünya
isteyişimden, şimdi ki küsüşüm dünyaya. Ben senle olanın tadına ermek istiyorum
yeniden. Ben o nedenden vuramıyorum kendimi bir silah ve ondan çıkan bir
kurşunla. Kurşunun derime değdiği zaman canımın acımayacağını bilmeme rağmen.
Sanki kurşun bir araç ve ölümün son anı da bir yolculuk olacak benim bu uslanmaz
halim için.
Bir kuş olmak istiyorum
dalından havalanan ve yine senin pencerenin yanağına konan. Seni yıllardır
beklediğimin nedeni, başka diyarlara uçamaz olduğumdan değil, diğer
diyarlarında aslında senden farklı olmadığından. Ne kadar da bir şehir olsa
yüreğin, damarlarına vardığım zaman biliyorum ki; aslında daracık sokaklardan
farklı değil damarların ve bedenin. Birbirine anlatılan tüm öykülerdeki o
sokaklarımız, o şehirler geniş ve içine hepimizi alabilecek kadar büyüktü oysaki.
O kadar genişti ki; içine sığmayan ne bir ölüm, ne de aykırı, insanlığı isyana
çıkarabilecek bir düş vardı. İsyanların hep biri tarafından çıkarılması ve
sonsuza gidemeden son buluşlarına alışıktık hepimiz.
Sen kimsin? İçimdeki
çağlayanları bilir misin? Kalbinin sanki olduğu yerden fırlayıp ellerine
düşeceğini düşündüğün oldu mu hiç?
Kalbimin çarpışlarını ellerinin arasında duysan ve ben sana yüreğimin
sesini dinletsem ne yapar, nasıl da şaşırırdın. Ben sana bunu dinletecekken;
yıllar beni nasıl da kovalar, nasıl da okunmaz tüm kötü öykülerini üzerimden
yazardı kim bilir? Öykülerin en çok
korkulanı olup, bir yandan da diğer kahramanlarından arta kalan armağanlarını
topluyor olurdum. Şehirler dolusu ağlayıp, kaldırımların toz kokularını
baharlarda insanların burun deliklerinden yalnızlık diye, rüzgârla beraber salardım. Ama öykülerin
yazıldığı tarihi anmak değil, bunları yaşadığın zamanlardaki içinde bulunduğun
haldir önemli olan. Gerçeklerin peşinden koşan ve koşusu yorgunluklarıyla hiç
bitmeyen bir bedenin daha fazla kaldırabileceği yük nedir ki, hayattan başka?!
En sevdiğim
rengi soruyordu güneş baba. Senin teninin rengini söylüyordum. Sormasının
nedeni akşam vakti üzerine düşüp, gecenin eşsiz rengini herkesin gözlerinin
içine, senin teninin bir telinden yansıtmak istemesiydi. Bunu çok sonraları
anladım. Bunu anlarken sahip olduğum, o herkeslerden uzak bakışlarımı sırf bu
iş uğruna sarf etmiştim.
Bitmek bilmez bir hırs olmuştu
senden bana kalan anılar. Sanki her sokak başından sen çıkıp çekip alacaktın
beni, o hep olduğun yanına. Oysa sen yine başka diyarlardan uçup gelen
kelebeklere açmıştın kapılarını. Anlamadığın benim bir kelebek olmadığımdı.
Bana birkaç bakışın ya da birkaç
aşk değişin bağlamıştı beni sana. İşte kendi kanatlarıyla uçan bir kuşu bir
kafese tıkan yegâne neden buydu. Kafesteki, uçamayan bir kuşun rekabet şansı
çok azdır, rengârenk kelebeklerin yanında. Ki onlar değil midir; çiçekten
çiçeğe dolaşan ayaklarında binlerce tonda kokuları taşıyan? Değil midir onlar;
göründüklerinden daha da güzel kokan? Oysa bir kuşun yeri kafesinin hemen
sağına soluna tutturulmuş birkaç daldır tünemesi için, sahibi tarafından
bahşedilmiş, bir başka dala konmasına asla ve asla izin verilmeyen birkaç dal.
Seni bir nehrin kenarında
bir kamışın ucunu sivriltirken hayal ettim bazen, ya da gidip geldiğin
yerlerden dönerken yüzüne ve ellerine bulaşan yolculuk kokusunu hayal ederdim.
Üzerine sinen o yolculukların kokularını solurken burun deliklerim, dönüp de
geldiğin o yolculukların her anında seninle olur, bazılarına senden önce çıkar
ve duraklarında o yolların, seni bilmediğin bir yerlerde karşılar olurdum.
Bazen de sen, ben olamadın galiba. Ya da ben bir kelebeği oynayıp sana
ayaklarımla çiçeklerden çaldığım polenleri ve kokuları getiremedim. Sadece
kafesteki bir kuş olarak benden bekleneni yaptım sana, bildiğim ve lisanımın
yettiği bütün şarkıları söyledim. Ben; senden, ben olmanı istedim, sen kendin gibi
de sevemedin kuşları. Oysa yüreğim ellerine konabilecek bir kuştan farksız,
hemen yanı başında atıyordu. Ellerini her aklıma getirdiğimde, yüreğimde
çöllerin bittiği yerine uçsuz bucaksız bir ova başlıyordu. Ovanın sonunda benim
bildiğim lisanlarda şarkılar söyleyen binlerce tür kuşun dallarında şarkılar
söylediği bir orman başlıyordu. Ormandaki; bazılarının içi kurtlar tarafından
istila edilmiş ağaçlar, mutlu yuvalar temin ediyordu o kuşlara. Konabilecekleri
binlerce daldan bahsediyordu doğa onlara. Yerlerde karınca orduları seferlere
çıkmıştı kuşlardan arta kalan böcekleri toplamak için. Ormanların başladığı
yerlerde bir akarsuyun serinliği kaplıyordu yüreğimi. Yüreğim yanına geldiğimde
akarsuyun kayalara çarpıp heyecan içinde dallara değercesine yamacın eğimine
uyup gidiyordu. Damarlarında bir kandamlası olarak başladığım bu yolculuk,
eğimine uyan bir nehir hesabı akıp gidiyordu yani.
Her şeyin nedeni var. Her
şey senle başlamamıştı oysa. Senin, sen olabileceğini düşündüğümde de artık çok
geçti. Her şey birilerinin ormana gelip önce kuşları kovalayıp, sonra nehre
zehrini bırakıp, üzerinde benzer kuşların konduğu birkaç taze ağacı kesmesiyle
değişmeye başlamıştı. Birden her yer; sana adını kulaklarına bir şarkı olarak
söylediğim o ormanın, büyü gibi kaybolmasıyla bilindik, hep aynı yapay lezzeti
olan bir şehre dönmesiyle sona erdi.
Yani hayat bir başka seferine daha başlamıştı, ormanlardan kovulup
birkaç kafeste yaşamaya mahkûm edilmiş kuşlara kelebekleri oynatmak için
Sana tüm hislerimi anlattığım o
sevimli kartı hatırlıyor musun? Hani hiçbir şey yazılı değildi o kartta. Sana
onu verdiğimde açmış ve: “Ne güzel!”,
demiş ardında sana özgü o basmakalıp kalp kırıcılığınla, karta bir şeyler
yazmayı ihmal ettiğimi söylemiştin. Hâlbuki anlatıyordu her şeyi sana. Seninle
ve senli geçen tüm günlerim için ne kadar gözyaşı döktüğümü, kendimi
hırpalayacak kadar, seninle var olduğum yazılıydı kartta. Sadece sen benim
yazdığım kartı okuyabilme erkinden uzaktın. Yıllardır yorgundum ve sen bir
kartı doldurtmayacak kadar bir aşktın benim için. Bense binlerce sayfalar
dolusu içinde senin olduğun her şeyden bahseder birkaç kelime duymak istiyordum
sadece.
Seni yaşamak söyle dursun, hayal
bile kurduğumda, neden diye soruyordun bana. Nedeni yoktu hiçbir şeyin. Belki varlıklara
adanmış birkaç küçük nottan ibaretti sanki hayat. Üzerine giydiğin ve adı beden
olan ve ellerimdeki kana inat yaşayan. Ben işte o an senden doğmadığımı
anladım. Sadece senden var olan birkaç damla keder ve gözyaşıydı.
Aşka olan inancımdı, başıma
dikenlerden yapılmış bir tacı, çiçekten ve defneyapraklarından yapılmış bir taç
gibi istekle ve senden geldiği için geçirişim. Tüm uğraşım seninle. Hep
gülüyorduk ilk düşlere erdiğimiz zamanlar. Yapma çiçeklerde değil gerçeklerde
arıyordum sevdaya ait kokuları. Kokular, korkulara karışıyor bir başka düş
oluyordu bir arada olunamayan zamanlarda. İşte o an çiçeklerden yayılanın
aslında çürümeye başlamış olan etimden çıkan koku olduğunu anlıyor, yaşama dair
son oyunlarımı oynuyordum. Sevdaların ayak izleri kalmıştı sadece. Ayak
izlerini takiple başlayan her yolculuk başkalarının gittiği yerlerde son
buluyordu ne yazık. “Bu kadarda vahşi olamaz!”,
diye düşünürken dünyayı, sevdaların ayak izleri ardından yitip gitmişti;
birkaç kırık kalp ve onlardan damlayan kanlar. Farz et bir denizin tam
ortasında yapayalnız ve çaresiz kalmış yüreğin. Ellerini uzatsan ölüm, gönlünü
salsan keder var. Umut yarı bırakılmış bir kurabiye gibi sahipsiz ve uzak
düşler kurmakta. Yaşamın ağır yükleri; aşkı ve ölümü ellerinden yakalar,
gözlerinin içine bakar, omuzlarından silkeleyip, kendine doğru çeker ve öleceği
günü haber vermeden ölünmeyeceğini düşletir hep.
Bir şehir düşün, tam ortasında
kimselerin kimsenin dudağına bir buse kondurmaya cesaret ve hamle edemediği bir
yerde, bir garip ruhun tam dudaklarının ortasına konduruveriyordu, yağmurlardan
çalıp sabah rüzgârlarıyla soğuttuğu bir parça nemi. Yıkılan umutlardan kalanlar
hep birer harabeyi andırıyor, yaşamdan arta kalan ter ve gözyaşı o harabeleri
yavaşça yırtıp, sonsuzluk denilen ve ölümle başlayan yere götürüyordu. Aşk
sanki atlastan kumaş ve her yeni aşk rüzgârları o bez parçasının kopan bir
tarafını yüklüyordu yüreklerimize. Yüreklerimiz yırtık pırtık olmuştu. Ellerimiz onu onarmak için salladığımız
iğneler tarafından delik deşik edilmişti. Kanayan parmak uçlarımıza
birbirimizin gözyaşlarını merhem olsun diye sürüyorduk. Hayat, biz
merhemlerimizi birbirimize sürerken başka ve hiç merhem sürülmeyecek
yerlerimizde yeni yaralar açma ve açtırma gayretindeydi.
Sen ve ben yoktuk
aslında, sadece ben vardım. Aslolan bendim. Sen, benden olma taklit bir
hayalden öte değildin. Gerçeğine, gerçek kadar benzeyen bir taklit.
Yani ben olmadan sen yoktun ve
benim oluşumla sen vücut buldun. Sahipsiz ruhun benimle ete kemiğe büründü.
Belki de içindeki o zalim, o acımasız ruh benim anlımdan akan kanlarla
besleniyor, yeni zalimlikler, yeni acılar üretmek için kimsesiz bedenlerden,
ruhlara sahipleniyor, ruhları sana ait olan cehennemlere sürüyor ve benim
tuzlu, ılık kanımı gözyaşlarımla beraber
sunuyordun, esaretine mahkûm ettiğin yeni ruhlara.
Ve şimdi deli rüzgârlar var bu
kırık kalpler coğrafyasında. Haritaların içinde senin olduğu kısımları yanmış
ve dumanları halen tütmekte. Garip bir duman çıkıyor varlığının dolaştığı her
yerde. Senden tüten yangınların kokusu
da yine sen gibi kokuyor. Yanıp sadece kül halde kalan bir harita için bu durum
yaşamdan daha da zor geliyor anlaşılan.
Artık sen yoksun ve ben yine
varolanım. Ve yine sana ait o sebepsiz ruh yine etsiz, kemiksiz ve kansız.
Küllerin, bedenin varlığından
daha da bir değerli benim için. Çünkü gözlerimden dökülen yaşların kocaman bir
şehri nasılda aleve verebileceğini gördüğümden dolayı bunu bu kadar büyük bir
cesaretle söylüyorum. Atık başımdaki tacın ve gözlerimden süzülen birkaç damla
pırlantanın değerini biliyorum.
Ben artık senin kim olduğun
biliyorum.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)