Sel
Ağırca aralandı kapı.
Biraz evvel yanı başımda duran ufak fakat gürültülü saat yerinde yokmuşçasına
ses çıkartmıyor. Cehennem avluda. Başıbozuk düşler bekliyor geceyi. Sanki
kırağı yağmışçasına ortalık bembeyaz. Ay bulutların arasından bir görünüp bir kayboluyor.
Gece üç tane düş kuruyor.
Birinci düşün içinde herkes tanıyor birbirini.
Öteki düş can alırcasına seviyor herkesi. Sonuncu düş diğerlerinden daha
farklıca, olacağı zamanı bekliyor.
Daldan, teker teker düşüyor üç elma akıl almaz bir sıra içinde.
Masallardaki o yürekli kahraman olamasa bile insan, en azından daldan düşen
elmanın yolunu şaşırıp da kendi kafasına düşmesini bekliyor ufak tefek
çağlarında. Gerçekleşen hayat içinde rüzgârın savurduğu bir yaprak olunduğunu
anladığı vakit geç oluyor zaman. Kimler acılar içinde diye düşündüğünde, en çok
kendi acıları geliyor insanın aklına. Gece amansızca taraf tutuyor. Hep en sona
sakladığı: “Bir zamanlar..”, diye
başlayan anıları kullanıyor, en güçlü silah olarak. Amacı seni öldürmek de
değil hani. Öldürmek istese bu o kadar kolay olurdu ki, sen bile ölürken
şaşırırdın bu kadar kolay nasıl oldu diye. Ama dedim ya, amaç ölümün değil.
Amaç, yaşarken birden çok hüznü nasıl olacak da dayanacak diye yapılan bir test
sadece. Sen hep başarılar ya da kazançlar üzerinde durdun, bunu en iyi seni
ikizin kadar tanıyan ve sana benzeyen gece biliyor. Sen farkında olmadan daha
sonu hazırlanmış ve kaybedilmek için sıra bekleyen bir kaç testten ilkine
girmişsin sadece. Ne de kolaymış seni kandırmak. Ne de rahat söylenirmiş, hiç
bitmeyecek diye aklından hiç çıkmayan bir gülün buğusuyla ıslanan gece. Ardına
dek çekilen perdeler ve kimsesiz korkularından korumak uğruna sarf edilen, kimi
zaman bir gerçekliğe bürünüp geceyi dahi ürperten o korkular. Yanında bir minik
buse, busede bir ılık sıcaklık. Hepsi bu. Bilmediğin ve hatta kim bilir hiç
umursamayacağın coğrafyalara kadar uzanabilecek bir tasa. Neden seni bulsun ki?
Oysa bilinmez kapılar hep yüzüne doğru dıştan kapanır, bu kadar da mutlu
olabilmek, bu denli coşkulu olabilmek zaman zaman tehlikelidir. Bilemezsin.
Işıklar sönük. Dışarısı
zifiri karanlık odanın belki de dünyaya açılan tek bakış noktası bu. Önünde
şaşmış bir halde oturduğum pencere. Buradan her şey o kadar karanlık görünüyor
ki, insan elektriğin ne kadar da önemli olduğunu anlıyor bu denli bir karanlığı
gördüğü vakit. Oysa yanarken beden, ruhtan çıkan ışık, yetip fazla bile gelirdi
yok olmamak için anlatılan masallarda. Masallara inanmayacak kadar gerçektik
değil mi? Tıpkı buradan ve olası
karanlıkları delebileceğimiz, yegâne dışarı açılan pencerenin pervazında
oturduğum gibi. Birkaç dostum aradı sen gittikten hemen sonra. İçim o kadar
garip ki; ne kimseyle konuşmak, ne de bir yerlerde olmak istedim. Yoktun. Olan
sadece buydu.
Düşlerle dolu kapılar var buradan
baktığımda hayata. Hayat hep aynı garip oyunu oynamaktan sıkılmamış ve yine
kurban olarak beni seçmiş. Ne garip? Bu kadar çok da seçilmiş olmak dokunuyor
yüreğime. Yüreğim, gidişlerinin yükünü ne kadar taşıyabilir bilmiyorum. Tepemde
amansızca dönüp duran bulutların birkaç damla yağmurunu sürüyorum yüzüme.
İçmeyeceğim diye yeminler verdiğim o buruk martı kanı son defa daha misafir
oluyor bedenime. Bedenim de en az benden ayrı olan bedenim kadar alışamadı
gidişine. Hani yakın da değil ki, binip gittiğin o kuşun seni göğüs kafesimden
alıp da götürdüğü yerler. Yakın olsa bu kadar bekler miyim, bu denli düşlerin
içinde ardıma bile bakmadan boğulur muyum?
“Artık vakti geldi
arılığın.”, dediğinde zaten gittiğin
yerlerden gelen rüzgâr beni üşütmüştü bile. Oysa gitmeyeceksin sanmış,
gideceğine ihtimal vermemiştim. “Gitmeyeceğim!”, demen beni ısıtacak tek ve son şeydi. Rüzgâr
başka vurmuştu kapımın arasında, rengini sana boyadığım duvarlarıma yaptığın
rüya, kötü rüya kovucu hareketlenmişti.
Mümkün müydü gitmek? Martılar alay
edercesine dolanıyor etrafımda. Kargalar bu defa üzgünler. Onlardan başka hangi
canlı anlayabilir ki beni, yani göğüs kafesinde hapsolmuş bir ruhun sana ait
olan bir ruhun kendiliğinden gitmesini.
Kapılar ardına dek açık. İçeri
davet ettiğim misafirler yok ama ziyaretçilerim çok. En başta ağlamaklı yüzümü
örten ve içimdeki yangınları körükleyen rüzgâr var. Ardına hemen suskunluk
gizlenmiş. Sırada o var. “Eskilerden bir şeyler.”, diye düşünüyorum ama
yüreğimdeki sancıyı giderecek hiçbir şey bulamıyorum. Buruk martı kanı bedenime
ağır ağır ilerliyor. O kadar donuk ki yüzüm, göz yağmurlarım akarken yüzümden
adeta donuyorlar. Taş kesmiş bedenim. Anlaşılan bu bahar da en son çiçek açan
dallar benimkiler olacak. Ve biliyorum ilk önce onlar solacak.
Gidişin bende bana karşı bir öç
haline geldi. Ben anladım ki giden sen değilsin. Kalan ve giden olmak arasında
bir fark varsa, kalana zorluktan başka bir şey değilmiş ayrılık. Ben giderdim
kalmak kolay olsaydı. Oysaki sıcak bir düş, düşte bir gülüş, fazlasını
dilemiyordum hiç kimseden. Kim bilir bu kadar da zor olmazdı ayrılmak.
Sanki kemiklerim hiç yok. Ve daha
on dakika öncesinde buradaymışsın gibi. Dedim ya giden benim aslında.
Sen gönül dağımda, göğüs
kafesimin hemen içinde bir yerlerdesin. Oysaki seni oralara hapsetmemek için ne
de çok direnmiştim. Hatta güleceksin belki. Bir ara kendimi kahraman ilan
etmiştim. Seni hapis oldu sanmak ne büyük bir gafletmiş, şimdi anlıyorum. Gece
bir karanlığın içinden, kozasından sıyrılma çabasındaki bir ipek böceği gibi
kurtulmak için çabalıyor. Bense içimde artık iyiden iyiye hissettiğim o buruk
martı kanın etkisindeyim. Sanki omuzların varmış da oraya bir yere yığılmış
gibi başım düşüyor yatağa ve soğuk bir zemine. Ne acıymış bu? Nasıl da
kendinden geçermiş bir yürek sevmeye başladıysa ve onu tam bulmuşken
yitiriyorsa. Katlanmak nelere yol açar biliyorsun. Katlanılacak neler kaldı ki
sen gittikten sonra. Yanan ve ağlayan bir ten, tende üç beş iz, izler de senden
kalma zaten.
Bir sel olurmuş sen giderken.
Selin içinde bulunmakmış aslında seni sevebilmek. O kadar da garip değilmiş
seni sevmek ki ben severken; düşünen, düşünürken sevemeyen biriyken, senin bu
sevilişin umuttu belki de bana, yeniden sevebilmenin adına. Benim olurdun belki
kim bilir?. Ama artık olamayacak kadar uzaklardasın değil mi?
Bense yine aynı camın kenarından
odama dalan geceyi seyre dalmışım. Sen başka saat dilimlerinde yeni açmışken
gözlerini, yeni bir güne. Anlayamadığım bir lisan oldu bu sevmek ve aşk denen
mevzuu. Oysa sana içimden kopan tüm şiirleri yazabilecek kadar da sevebilirdim
seni. Senin sadece burada olman ve o son gece yani bundan saatler öncesi kal
dememi beklemeden gitmiyor olman yeterliydi. Hey Hat! Nasıl da buruk yüreğim,
yoksa ben...
Hayır, olamaz. Ben nasıl olurda
birkaç zaman içinde kendimi bu boşlukta bulurum. Yoksa....?
Sellere direnmenin ne faydası var
ki? Ekin bir defa göze almışsa rüzgâr ve
karganın gagasında dünyayı dolanmaya, sellere set olsan ya da sen sel olup
çağlasan ne fayda..
Canımın istediği gibi yaşam dolu yarınlara
koşacakken kim bilebilirdi ki suskun bir rüzgârın bir başka seli getireceğini.
Kim bilebilirdi ki; rüyalarımı kovan rüya kovucunun artık çalışmayacağını ve
gördüğüm kabusların bir bir gerçek
olacağını. Oysa ben bile inanamadım, sen giderken gelecekte göreceğim
kabuslarıma.
Geç de olsa anlıyorum. Sanki
kabusun tam içindeyim. Ömrümü yangınlara teslim etmek üzereyim. Kim bilir belki
de küller üzerinde, külden kaleler yapıyorum da farkında değilim. Her
coğrafyada bu şekilde mi yaşanıyor bu aşk acısı?. Ne dedim ben? Kabulleniyorsa
yüreğim, beynime söz nasıl geçecek bilemiyorum. Anlıyorum ki gidişinden sonraya
kalmış seni gerçekten sevdiğimi bilmek. İşte şimdi mahvoldum. Kabuslarım
peşimden gelecek sen olmayacaksın ki yanı başımda sakin ol diyecek! Gözlerim
ağır ağır kapanıyor. Rüyanın içine dalıyorum.
Rüya
Nasıl olabiliyor bu? Sen
gitmemiş miydin? Evet, buradasın demek ki gidişin bir kâbustu. Oh! Gece sona
ermiş ne kadar güzel. Dışarıda pırıl pırıl bir hava var. Bahar gelmiş, ağaçlar
meyveleri koymuş dallara ve yaz gelip de demlenmesini bekliyorlar. Ne kadar
güzel değil mi? Aynen senin istediğin gibi. Neden konuşmuyorsun, yüzüme
baksana. Yüzüm senden yana bilirsin. Galiba gece çok kötü ateşlendim ve ateş
bana kâbuslar gösterdi. Kâbus berbattı. Gidiyordun hem de başka bir ülkeye. Her
yeri kaplamıştı karanlık. Amansız acılar içindeydim. Gidiyordun. Kalman için
çok defa seslenmek geçmişti içimden, ama bir türlü olmamıştı. Ardına dönüp bir
kere bakmıştın ve elveda demiştin. Yüreğim bu kedere daha fazla dayanamadı.
Sızdım olduğum yere, gözlerim açık bir halde. Nasıl bir kâbustu o öyle?
Bu kadar üzüldüğümü bir rüyaya
hatırlamıyorum. Sen otur, ben çayı ateşe koyarım. Sana ellerimle bir kahvaltı
hazırlamak istiyorum. Önce bir mutfağa bakmak gerek ne var, ne yok diye.
Misafirimizi, biricik aşkımızı iyi ağırlamak gerek, gittiğinde üzülüyor insan,
bir kötü oluyor. Biliyor musun sana rüyam da, neyse boş ver döndüğümde
anlatırım gerisini. Evet geldim. En sevdiğin ekmekten aldım, hani şu taş
fırınlarda pişenlerden. Bir parça yağ ile reçel arası düş kurarsak harika olur.
Evet, vefalı dostumuz iki mahcup zeytin tanesi de sıcak ekmek ve buğulu çay
yanında yerini aldı. Haydi, artık başlayalım. Evet. Haydi, ama bekliyorum. Ha
rüyamda sana seni sevdiğimi söyleyemeden gitmiştin ve ben seni sevdiğimin
farkına, sen gitmeden varamamıştım. Gittiğinin acısı en çok o an çökmüştü
yüreğime, nasılda buruk olmuştu içim, sanki bilmedik bir kütle varmış ve sanki
boğazımdan başlayıp, içine seni hapsettiğim göğüs kafesimi kaplamışçasına ağırlaşmıştı.
Ne kötü bir kâbustu o. Seni demek ki rüyamda bile kaybetmek istemeyecek kadar
çok seviyormuşum. Bunu anlamam aslında benim için ne kadar iyi oldu bilemezsin.
Uzun zaman olmuştu kimseyi sevmemiştim, herkes de bir eksik, her eksikte bir
neden bulurdum. Yani bahaneler hazırdı. Belki de sen farklı olduğun için ben bu
şekilde hissetmeye başladım yeniden. Ama itiraf etmek gerekirse bunu sana
borçluyum ve borcumu seni yaşadığımca severek ödemek istiyorum. Neden
yemiyorsun? Çayın soğumuştur. Döküp
yenisini koymamı istemez misin? Ama hadi ye bir şeyler. Bak ne diyeceğim. Ben
şimdi çıkayım çünkü geç kalıyorum. Sen kahvaltını yap. Sigaranı iç daha sonra
istediğin zaman.... Ne var ne oldu? Bak
gözlerin dolu. Ne var ne için üzgün duruyorsun ki? Ne demek şimdi bu? Hangi
rüya bu kadar çabuk gerçek olur ki, ya da hangi hayat kendini kahreder, acıları
iki defa yaşar bir günde. Dur lütfen. Gitme.
Sana kal diyeceğim bu sefer gitmene izin vermeyeceğim. Çünkü anladım ki
ben seni gerçekten seviyorum. Gidişini hak etmiyorum. Uzun zaman oldu
sevmeyeli. Uzun zamandır düşlerimden söküp atmıştım sevmeyi, ama yeniden
öğrendim. Artık daha iyi biliyorum, biz kavramının, ben kavramından daha da
anlamlı olduğu. Demek gerçekten de rüyamdaki gibi. Ama dur. İşte söylüyorum
bak. Seviyorum seni. Sadece gidecek misin? Son bir bakış ve elveda öyle mi?
Gitmek mümkün mü artık? Ben yeniden sevmişken ve ölmeyeceğine inanmışken içimde
rakı içip sarhoş olan martıları, gitmek en büyük ceza değil mi?
İçimde kopan
bu sel, kayboluşumuzun sana dair imlerini taşıyor şimdi. Bilmediğim yerlerde
uyanıyor, yanında uyumaya ve o huzurla uyanmaya alışkın bedenim. Yaşam ve ölüm,
gerçek ve rüya arsında gidip geliyor. Kendimi gittiğinden beri göğüs kafesimde
başlayan ve tüm vücuduma yayılan bir çatışma içinde buluyorum. Kurşunlar
uçuşuyor. Ölen ben oluyorum. Öldüren de ben. Yangınlar çıkıyor bacaklarımda,
ellerimi buzlar kaplıyor o andan bu yana. Bir oraya savuruyor rüzgâr beni, bir
buraya. Kimse yüzümdeki sakalları tanımıyor ya da içtiğim buruk martı kanını.
Severken gidişlere acıyor yürek en çok. Tarlalar bu yüzden vermiyorlar ektiğin
ekini. Kuşlar gelip pencerenin önüne konmuyor. Dudaklarında eskilerden kalma
acı ve acayip türküler hiç mi hiç eksik olmuyor. Karıncalar, son düğün
törenlerini yapıyorlar. İçlerinden birkaçı başka karıncalar gibi içten içe
kursunlar dünyayı diye emirler yağdırıyor ötekilere. Üretsinler ve üresinler
diye. Boz kırlar oluyor sen gidicince içerilerimde. Boz kırlarda kuru rüzgâr yanık otları bekliyor.
Uzanıyorlar saçlarının dalgalarına. Dalgalarında fırtınalar kopuyor. Yağıyor
yağmurlar, sellere kalıyor gece. Aklıma gelmeyen geliyor başıma. Bülbüle
benziyorum gül dalındayken, söylemeyip de gül kuruduktan sonra sevdasını nafile
bir halde haykıran. Gece sellere kucak açıyor. Yere düşenler ıslatmıyor
yolları. Ağlarken ben, giderken sen bir ağaç boynunu büküyor sellere, seller
arkalarında yığınlardan başka bir şey bırakmıyor. Ne gariptir hayat. Sen
giderken o çelik kanatlı kuşla ben anlıyorum, yalnız senin aşkın ile ruh
ayrılacak bedenden. Ve kalbim yeraltında dahi senin adınla yine atacak. Atarken
anacak yine seni sevdiğini son kez. Buymuş ayrılığın acısı. Buymuş giderken sen
söyleyememek sevdiğini.
Hayat uyanılan bir rüyaymış
gördüğüm. Çepçevre bahar içinde bir yer. Bu yerlerde sen varken açan çiçekler,
yokken yok olan düşler ve uçup giden gülüşler.
Gerçek mi görünen, yoksa hayal
mi. Ben konuşurken ayna da, o konuşur karşımda sıkılmadan, utanmadan,
yalanlarla.