24 Şubat 2012 Cuma

"Sel" Ağırca aralandı kapı. Biraz evvel yanı başımda duran ufak fakat gürültülü saat yerinde yokmuşçasına ses çıkartmıyor.


Sel



Ağırca aralandı kapı. Biraz evvel yanı başımda duran ufak fakat gürültülü saat yerinde yokmuşçasına ses çıkartmıyor. Cehennem avluda. Başıbozuk düşler bekliyor geceyi. Sanki kırağı yağmışçasına ortalık bembeyaz. Ay bulutların arasından bir görünüp bir kayboluyor. Gece üç tane düş kuruyor.
 Birinci düşün içinde herkes tanıyor birbirini. Öteki düş can alırcasına seviyor herkesi. Sonuncu düş diğerlerinden daha farklıca, olacağı zamanı bekliyor.  Daldan, teker teker düşüyor üç elma akıl almaz bir sıra içinde. Masallardaki o yürekli kahraman olamasa bile insan, en azından daldan düşen elmanın yolunu şaşırıp da kendi kafasına düşmesini bekliyor ufak tefek çağlarında. Gerçekleşen hayat içinde rüzgârın savurduğu bir yaprak olunduğunu anladığı vakit geç oluyor zaman. Kimler acılar içinde diye düşündüğünde, en çok kendi acıları geliyor insanın aklına. Gece amansızca taraf tutuyor. Hep en sona sakladığı: “Bir zamanlar..”,  diye başlayan anıları kullanıyor, en güçlü silah olarak. Amacı seni öldürmek de değil hani. Öldürmek istese bu o kadar kolay olurdu ki, sen bile ölürken şaşırırdın bu kadar kolay nasıl oldu diye. Ama dedim ya, amaç ölümün değil. Amaç, yaşarken birden çok hüznü nasıl olacak da dayanacak diye yapılan bir test sadece. Sen hep başarılar ya da kazançlar üzerinde durdun, bunu en iyi seni ikizin kadar tanıyan ve sana benzeyen gece biliyor. Sen farkında olmadan daha sonu hazırlanmış ve kaybedilmek için sıra bekleyen bir kaç testten ilkine girmişsin sadece. Ne de kolaymış seni kandırmak. Ne de rahat söylenirmiş, hiç bitmeyecek diye aklından hiç çıkmayan bir gülün buğusuyla ıslanan gece. Ardına dek çekilen perdeler ve kimsesiz korkularından korumak uğruna sarf edilen, kimi zaman bir gerçekliğe bürünüp geceyi dahi ürperten o korkular. Yanında bir minik buse, busede bir ılık sıcaklık. Hepsi bu. Bilmediğin ve hatta kim bilir hiç umursamayacağın coğrafyalara kadar uzanabilecek bir tasa. Neden seni bulsun ki? Oysa bilinmez kapılar hep yüzüne doğru dıştan kapanır, bu kadar da mutlu olabilmek, bu denli coşkulu olabilmek zaman zaman tehlikelidir. Bilemezsin.

Işıklar sönük. Dışarısı zifiri karanlık odanın belki de dünyaya açılan tek bakış noktası bu. Önünde şaşmış bir halde oturduğum pencere. Buradan her şey o kadar karanlık görünüyor ki, insan elektriğin ne kadar da önemli olduğunu anlıyor bu denli bir karanlığı gördüğü vakit. Oysa yanarken beden, ruhtan çıkan ışık, yetip fazla bile gelirdi yok olmamak için anlatılan masallarda. Masallara inanmayacak kadar gerçektik değil mi? Tıpkı buradan ve  olası karanlıkları delebileceğimiz, yegâne dışarı açılan pencerenin pervazında oturduğum gibi. Birkaç dostum aradı sen gittikten hemen sonra. İçim o kadar garip ki; ne kimseyle konuşmak, ne de bir yerlerde olmak istedim. Yoktun. Olan sadece buydu.
Düşlerle dolu kapılar var buradan baktığımda hayata. Hayat hep aynı garip oyunu oynamaktan sıkılmamış ve yine kurban olarak beni seçmiş. Ne garip? Bu kadar çok da seçilmiş olmak dokunuyor yüreğime. Yüreğim, gidişlerinin yükünü ne kadar taşıyabilir bilmiyorum. Tepemde amansızca dönüp duran bulutların birkaç damla yağmurunu sürüyorum yüzüme. İçmeyeceğim diye yeminler verdiğim o buruk martı kanı son defa daha misafir oluyor bedenime. Bedenim de en az benden ayrı olan bedenim kadar alışamadı gidişine. Hani yakın da değil ki, binip gittiğin o kuşun seni göğüs kafesimden alıp da götürdüğü yerler. Yakın olsa bu kadar bekler miyim, bu denli düşlerin içinde ardıma bile bakmadan boğulur muyum?
“Artık vakti geldi arılığın.”,  dediğinde zaten gittiğin yerlerden gelen rüzgâr beni üşütmüştü bile. Oysa gitmeyeceksin sanmış, gideceğine ihtimal vermemiştim. “Gitmeyeceğim!”,  demen beni ısıtacak tek ve son şeydi. Rüzgâr başka vurmuştu kapımın arasında, rengini sana boyadığım duvarlarıma yaptığın rüya,  kötü rüya kovucu hareketlenmişti. Mümkün müydü gitmek?  Martılar alay edercesine dolanıyor etrafımda. Kargalar bu defa üzgünler. Onlardan başka hangi canlı anlayabilir ki beni, yani göğüs kafesinde hapsolmuş bir ruhun sana ait olan bir ruhun kendiliğinden gitmesini.
Kapılar ardına dek açık. İçeri davet ettiğim misafirler yok ama ziyaretçilerim çok. En başta ağlamaklı yüzümü örten ve içimdeki yangınları körükleyen rüzgâr var. Ardına hemen suskunluk gizlenmiş. Sırada o var. “Eskilerden bir şeyler.”, diye düşünüyorum ama yüreğimdeki sancıyı giderecek hiçbir şey bulamıyorum. Buruk martı kanı bedenime ağır ağır ilerliyor. O kadar donuk ki yüzüm, göz yağmurlarım akarken yüzümden adeta donuyorlar. Taş kesmiş bedenim. Anlaşılan bu bahar da en son çiçek açan dallar benimkiler olacak. Ve biliyorum ilk önce onlar solacak.
Gidişin bende bana karşı bir öç haline geldi. Ben anladım ki giden sen değilsin. Kalan ve giden olmak arasında bir fark varsa, kalana zorluktan başka bir şey değilmiş ayrılık. Ben giderdim kalmak kolay olsaydı. Oysaki sıcak bir düş, düşte bir gülüş, fazlasını dilemiyordum hiç kimseden. Kim bilir bu kadar da zor olmazdı ayrılmak.
Sanki kemiklerim hiç yok. Ve daha on dakika öncesinde buradaymışsın gibi. Dedim ya giden benim aslında.
Sen gönül dağımda, göğüs kafesimin hemen içinde bir yerlerdesin. Oysaki seni oralara hapsetmemek için ne de çok direnmiştim. Hatta güleceksin belki. Bir ara kendimi kahraman ilan etmiştim. Seni hapis oldu sanmak ne büyük bir gafletmiş, şimdi anlıyorum. Gece bir karanlığın içinden, kozasından sıyrılma çabasındaki bir ipek böceği gibi kurtulmak için çabalıyor. Bense içimde artık iyiden iyiye hissettiğim o buruk martı kanın etkisindeyim. Sanki omuzların varmış da oraya bir yere yığılmış gibi başım düşüyor yatağa ve soğuk bir zemine. Ne acıymış bu? Nasıl da kendinden geçermiş bir yürek sevmeye başladıysa ve onu tam bulmuşken yitiriyorsa. Katlanmak nelere yol açar biliyorsun. Katlanılacak neler kaldı ki sen gittikten sonra. Yanan ve ağlayan bir ten, tende üç beş iz, izler de senden kalma zaten.
Bir sel olurmuş sen giderken. Selin içinde bulunmakmış aslında seni sevebilmek. O kadar da garip değilmiş seni sevmek ki ben severken; düşünen, düşünürken sevemeyen biriyken, senin bu sevilişin umuttu belki de bana, yeniden sevebilmenin adına. Benim olurdun belki kim bilir?. Ama artık olamayacak kadar uzaklardasın değil mi?
Bense yine aynı camın kenarından odama dalan geceyi seyre dalmışım. Sen başka saat dilimlerinde yeni açmışken gözlerini, yeni bir güne. Anlayamadığım bir lisan oldu bu sevmek ve aşk denen mevzuu. Oysa sana içimden kopan tüm şiirleri yazabilecek kadar da sevebilirdim seni. Senin sadece burada olman ve o son gece yani bundan saatler öncesi kal dememi beklemeden gitmiyor olman yeterliydi. Hey Hat! Nasıl da buruk yüreğim, yoksa ben...
Hayır, olamaz. Ben nasıl olurda birkaç zaman içinde kendimi bu boşlukta bulurum. Yoksa....?
Sellere direnmenin ne faydası var ki?  Ekin bir defa göze almışsa rüzgâr ve karganın gagasında dünyayı dolanmaya, sellere set olsan ya da sen sel olup çağlasan ne fayda..
Canımın istediği gibi yaşam dolu yarınlara koşacakken kim bilebilirdi ki suskun bir rüzgârın bir başka seli getireceğini. Kim bilebilirdi ki; rüyalarımı kovan rüya kovucunun artık çalışmayacağını ve gördüğüm kabusların bir bir  gerçek olacağını. Oysa ben bile inanamadım, sen giderken gelecekte göreceğim kabuslarıma.
Geç de olsa anlıyorum. Sanki kabusun tam içindeyim. Ömrümü yangınlara teslim etmek üzereyim. Kim bilir belki de küller üzerinde, külden kaleler yapıyorum da farkında değilim. Her coğrafyada bu şekilde mi yaşanıyor bu aşk acısı?. Ne dedim ben? Kabulleniyorsa yüreğim, beynime söz nasıl geçecek bilemiyorum. Anlıyorum ki gidişinden sonraya kalmış seni gerçekten sevdiğimi bilmek. İşte şimdi mahvoldum. Kabuslarım peşimden gelecek sen olmayacaksın ki yanı başımda sakin ol diyecek! Gözlerim ağır ağır kapanıyor. Rüyanın içine dalıyorum.

 

Rüya


Nasıl olabiliyor bu? Sen gitmemiş miydin? Evet, buradasın demek ki gidişin bir kâbustu. Oh! Gece sona ermiş ne kadar güzel. Dışarıda pırıl pırıl bir hava var. Bahar gelmiş, ağaçlar meyveleri koymuş dallara ve yaz gelip de demlenmesini bekliyorlar. Ne kadar güzel değil mi? Aynen senin istediğin gibi. Neden konuşmuyorsun, yüzüme baksana. Yüzüm senden yana bilirsin. Galiba gece çok kötü ateşlendim ve ateş bana kâbuslar gösterdi. Kâbus berbattı. Gidiyordun hem de başka bir ülkeye. Her yeri kaplamıştı karanlık. Amansız acılar içindeydim. Gidiyordun. Kalman için çok defa seslenmek geçmişti içimden, ama bir türlü olmamıştı. Ardına dönüp bir kere bakmıştın ve elveda demiştin. Yüreğim bu kedere daha fazla dayanamadı. Sızdım olduğum yere, gözlerim açık bir halde. Nasıl bir kâbustu o öyle?
Bu kadar üzüldüğümü bir rüyaya hatırlamıyorum. Sen otur, ben çayı ateşe koyarım. Sana ellerimle bir kahvaltı hazırlamak istiyorum. Önce bir mutfağa bakmak gerek ne var, ne yok diye. Misafirimizi, biricik aşkımızı iyi ağırlamak gerek, gittiğinde üzülüyor insan, bir kötü oluyor. Biliyor musun sana rüyam da, neyse boş ver döndüğümde anlatırım gerisini. Evet geldim. En sevdiğin ekmekten aldım, hani şu taş fırınlarda pişenlerden. Bir parça yağ ile reçel arası düş kurarsak harika olur. Evet, vefalı dostumuz iki mahcup zeytin tanesi de sıcak ekmek ve buğulu çay yanında yerini aldı. Haydi, artık başlayalım. Evet. Haydi, ama bekliyorum. Ha rüyamda sana seni sevdiğimi söyleyemeden gitmiştin ve ben seni sevdiğimin farkına, sen gitmeden varamamıştım. Gittiğinin acısı en çok o an çökmüştü yüreğime, nasılda buruk olmuştu içim, sanki bilmedik bir kütle varmış ve sanki boğazımdan başlayıp, içine seni hapsettiğim göğüs kafesimi kaplamışçasına ağırlaşmıştı. Ne kötü bir kâbustu o. Seni demek ki rüyamda bile kaybetmek istemeyecek kadar çok seviyormuşum. Bunu anlamam aslında benim için ne kadar iyi oldu bilemezsin. Uzun zaman olmuştu kimseyi sevmemiştim, herkes de bir eksik, her eksikte bir neden bulurdum. Yani bahaneler hazırdı. Belki de sen farklı olduğun için ben bu şekilde hissetmeye başladım yeniden. Ama itiraf etmek gerekirse bunu sana borçluyum ve borcumu seni yaşadığımca severek ödemek istiyorum. Neden yemiyorsun?  Çayın soğumuştur. Döküp yenisini koymamı istemez misin? Ama hadi ye bir şeyler. Bak ne diyeceğim. Ben şimdi çıkayım çünkü geç kalıyorum. Sen kahvaltını yap. Sigaranı iç daha sonra istediğin zaman....  Ne var ne oldu? Bak gözlerin dolu. Ne var ne için üzgün duruyorsun ki? Ne demek şimdi bu? Hangi rüya bu kadar çabuk gerçek olur ki, ya da hangi hayat kendini kahreder, acıları iki defa yaşar bir günde. Dur lütfen. Gitme.  Sana kal diyeceğim bu sefer gitmene izin vermeyeceğim. Çünkü anladım ki ben seni gerçekten seviyorum. Gidişini hak etmiyorum. Uzun zaman oldu sevmeyeli. Uzun zamandır düşlerimden söküp atmıştım sevmeyi, ama yeniden öğrendim. Artık daha iyi biliyorum, biz kavramının, ben kavramından daha da anlamlı olduğu. Demek gerçekten de rüyamdaki gibi. Ama dur. İşte söylüyorum bak. Seviyorum seni. Sadece gidecek misin? Son bir bakış ve elveda öyle mi? Gitmek mümkün mü artık? Ben yeniden sevmişken ve ölmeyeceğine inanmışken içimde rakı içip sarhoş olan martıları, gitmek en büyük ceza değil mi?

İçimde kopan bu sel, kayboluşumuzun sana dair imlerini taşıyor şimdi. Bilmediğim yerlerde uyanıyor, yanında uyumaya ve o huzurla uyanmaya alışkın bedenim. Yaşam ve ölüm, gerçek ve rüya arsında gidip geliyor. Kendimi gittiğinden beri göğüs kafesimde başlayan ve tüm vücuduma yayılan bir çatışma içinde buluyorum. Kurşunlar uçuşuyor. Ölen ben oluyorum. Öldüren de ben. Yangınlar çıkıyor bacaklarımda, ellerimi buzlar kaplıyor o andan bu yana. Bir oraya savuruyor rüzgâr beni, bir buraya. Kimse yüzümdeki sakalları tanımıyor ya da içtiğim buruk martı kanını. Severken gidişlere acıyor yürek en çok. Tarlalar bu yüzden vermiyorlar ektiğin ekini. Kuşlar gelip pencerenin önüne konmuyor. Dudaklarında eskilerden kalma acı ve acayip türküler hiç mi hiç eksik olmuyor. Karıncalar, son düğün törenlerini yapıyorlar. İçlerinden birkaçı başka karıncalar gibi içten içe kursunlar dünyayı diye emirler yağdırıyor ötekilere. Üretsinler ve üresinler diye. Boz kırlar oluyor sen gidicince içerilerimde.  Boz kırlarda kuru rüzgâr yanık otları bekliyor. Uzanıyorlar saçlarının dalgalarına. Dalgalarında fırtınalar kopuyor. Yağıyor yağmurlar, sellere kalıyor gece. Aklıma gelmeyen geliyor başıma. Bülbüle benziyorum gül dalındayken, söylemeyip de gül kuruduktan sonra sevdasını nafile bir halde haykıran. Gece sellere kucak açıyor. Yere düşenler ıslatmıyor yolları. Ağlarken ben, giderken sen bir ağaç boynunu büküyor sellere, seller arkalarında yığınlardan başka bir şey bırakmıyor. Ne gariptir hayat. Sen giderken o çelik kanatlı kuşla ben anlıyorum, yalnız senin aşkın ile ruh ayrılacak bedenden. Ve kalbim yeraltında dahi senin adınla yine atacak. Atarken anacak yine seni sevdiğini son kez. Buymuş ayrılığın acısı. Buymuş giderken sen söyleyememek sevdiğini.
Hayat uyanılan bir rüyaymış gördüğüm. Çepçevre bahar içinde bir yer. Bu yerlerde sen varken açan çiçekler, yokken yok olan düşler ve uçup giden gülüşler.
Gerçek mi görünen, yoksa hayal mi. Ben konuşurken ayna da, o konuşur karşımda sıkılmadan, utanmadan, yalanlarla.







22 Şubat 2012 Çarşamba

Bir Başka Film "Ve ölüyorlar. Üzerlerine binlerce defa güneş doğmuş olarak, yaşlandıklarını ki bazen buna fırsatları olmadığını bilerek ölüyorlar. Hatta en yoksullar bile ölüyor. Bir çok acı ve yokluğun içinde dönüp duran, bazılarını şaşırtan yaşamları bir gün son buluyor. Giderken hayat boyu sahip oldukları tek şeyi götürüyorlar yanlarında. "





Kalmadı artık yazacak ne bir kelime, ne de söylenecek yeni sözler. Hep bir şeyler ötekinin aynı sanki. Bu günü, bu gün eden sanki yarından habersiz bir halde yaşıyor ve yaşlanıyor.
İnsanlar doğuyor, gün batımından hemen önce. Vardıkları karanlık geceyi umursamıyorlar bile. Gelmiş olmanın verdiği o garip huzur içlerinde doğacak yeni günü bekliyorlar, yaşama kaldıkları yerden devam etmek için.
Ve ölüyorlar. Üzerlerine binlerce defa güneş doğmuş olarak, yaşlandıklarını ki bazen buna fırsatları olmadığını bilerek ölüyorlar. Hatta en yoksullar bile ölüyor. Bir çok acı ve yokluğun içinde dönüp duran, bazılarını şaşırtan yaşamları bir gün son buluyor. Giderken hayat boyu sahip oldukları tek şeyi götürüyorlar yanlarında. O da;  yokluğu.
Sabah yeli ile geliyor insana gelenler. Kim olduğunu bilmeden, kusursuz bir halde, idam ediyor birileri, bir başka düşleri. Gerçekten ölenler bir daha ölmemin mutluluğunu omuzluyorlar, yaşam boyu başka yükler taşıdıkları sırtlarında.
Bir şeyler neden ötekilerden farklı olamıyor sanki? Bir yerler ve başka yerler aslında olan hep aynı yerdeler.

Sanki istediklerim bir yerlerden kopya gibi. Sanki istediklerimi,  kendim düşünemiyorum ve senden ya da bir başkasından ödünç alıyorum. Belki de çalıyorum. Varsay bir hırsızım bir şeyler çalarken neler hisseder bir insan?
Bunu sen bilemeyeceksin işte bu kadar basit. Bunun cevabı yine bende dedim ya varsay bir hırsızım..
Öyle bir hırsızım ki bu işi yaparken, vicdanım beni çalarken ki kadar rahat bırakıyor. İcat değil bu yaptığım. Sadece hayatta kalma adına verilen bir başka savaş say.
Varsay hayatın aynı bir film gibi.  Ama sen sana ait olanı, asla ve asla yaşamayacaksın. Birçok filmden ara kesitler olacak hayatında ve sen bunların, genellikle de kötü olan sahnelerini oynayacaksın. Kimi zaman gelecek, hayat sana bir aptalı oynatacak, başka bir sahnede aldatılan, bir başka sahnede suçlu olacaksın. Mutlu olman gereken sahneler filime on dakika ara yazan yazıdan, hemen üç-beş saniye önce olacak. Sen, o sahnelerde alnında birikmiş terleri sileceksin. Bazı sahnelerde isyan edilecek noktalara geleceksin. Yüksek uçurumlardan düşeceksin ve hatta oralarda ölmeyeceksin. Düşerken sen, başkaları; ne kadar da komik bulacak düşüşlerini. Bazı sahnelerde bebek olacaksın, daha ilk sahnede başına gelmeyenin kalmadığı bir bebek. Ucuz Türk filmlerine dönecek hayatın. Birden çok düşmanın olacak ve düşmanların önünde bir bir diz çökecek. Ve sen; ” evet başardım!”, derken birden kazanamadığını, kötülüğün ve hayatın daha maça başlarken üç-sıfır önde olduğunu göreceksin. “Haydi hızlı ol !”, diyecek hayat sana. Maçın bitmesine az bir zaman var.


Yaşam, tüm soğukluğunu seçilmişlerin üzerine serpiştiriyor. İçlerinden o kadar azı bu var oluş savaşını ortasından galibiyetle çıkıyor ki; sayı, katılımdan oldukça düşük. Bahar geldi. Beynimde çimenler boy atmaya başladı. Bahar, en çok cebimdeki sığırcık kuşlarını sevindirdi. Nede olsa tüm bir kış cebimde yaşadılar. Nasılda cıvıldıyorlar şimdi. Yüreğimden gelen sıcaklık onların göç etmelerine engel oldu. Ama artık bahar geldi ve en güzel çiçekler kendilerini kırlarda, ovalarda sergileyecek ve en lezzetli böcekler, canlılar âlemi için yeni ve taze besin kaynakları olacak ne hoş. Sığırcıklar ne kadar göç ederler ki?
Sığırcıkların gidişi içimde bir yerlerde yangınlar çıkartıyor. Sanki yüreğimin ormanlarında alev var ve yangının sesi geliyor kulaklarıma. İçimde ki yangılar bitmek bilmiyor. Yangınlar en cılız ışığı dolunayda veriyorlar gökyüzüne.  Yangınlarımın üzerine hep yağmurlar yağıyor, yangınlar sönmek bilmiyor.
Kesik bir öksürük var ciğerlerimde. Sanki her seferinde yerinden oynuyor. Yüreğimi itiyor göğüs kafesimden çıkarmak için. Her gece düşümde başka âlemlere yolculuğa çıkıyorum. Boş vakit neredeyse yok denecek kadar az. Gündüzleri olmayan sevgiliye mektup yazmakla geçiyor. Yazsan ne çare sevgili senden o kadar uzaklardaki yok bile denebilir.
Gece buralarda her yerdeki gibi. Karanlık. Bir de yüzyıllardır aynı matemin yaşanmışlığı var karanlığa ek olarak. Her şeyden haberi oluyor insanın. Baharın geldiğinden, kuşların cıvıldamasından, günün birinde dünyanın bir son bulacağından. Burası güvenin olduğu kadar tehlikelerinde kol gezdiği, insanın kimi zaman uyanmak istemediği,  belki ve muhtemelen gibi sözcüklerin olmadığı, ifadelerin kesin ve keskin anlamalarının olduğu bir yer. Burada var olmak ve yok olmak aynı şeyler. Bahar tüm lezzetiyle sokaklarda. Kırlarda bin bir böcek, yılan, çıyan.  Var olduğunun kanıtı, yaşamın ve tanrının. Nedense sadece baharda bu kanıtlar geliyor insanın göz bebeklerine. Sen, olası tüm kaygılarımdan uzaktasın. Benden daha emin bir yerde, yükseklerde yer tutmuşsun. Kim bilir belki de uyumuşsundur. Belki dedim ya burada; belkilere yer yok! Kesin olan buradan çok uzak olduğun. Uzaksın çünkü yaşam seni olabileceğin en güvenli yere taşıdı. Yaşam; sana bir anne çakalın, yavrusuna davrandığı gibi davrandı. Düşün bir, yaşam bir çakal ve sen onun biriciğisin. Yağmurlar başladı. Her yer allak bullak. Etrafı seller götürüyor. Senin içinde bulunduğun; tek girişi yerden daha aşağıda olan mağaranın içlerine kadar sular ilerlemekte. Anne çakal; biricik yavrusunu ensesinden kaptığı gibi mağaranın, suların hiç ulaşamayacağı yükseklikte bir yerine taşıyor. Yavru çakal emniyette. Artık gelen sel suları onun minik savunmasız bedenini yutmayacak ve başka leşlerden beslenmesi için büyümesine imkân tanıyacak. Yani yaşam sana içgüdüsel olarak gerekeni yapıyor. Anne çakal, doğurduğu yavrusuna sahip çıkıyor. Yaşam aynı adaleti benim içinde gösterdi. Yalnız bir farkla. Başka vahşi hayvanların avladığı, av oldu bana düşen rol ve yaşam artıklarımla, seni ve benzerlerini beslemek üzere üşüştü başıma. Ne yaşama, ne de avlayana karşı bir sitem oldu içimde. Bazen kursaktan aşağıya inen olmak dokunuyor bir canlıya nedense. İşte hissettiğim sadece bu. Ama öldükten sonra bu hiç mi hiç umuruna gelmiyor av olarak yaşayan bir canlının, buna ben tanığım.


Buradan baktığında, gerçeklerin tüm coşkusunu görebiliyorsun. Aslında senin yavru çakalı oynadığın ve gerçekte avdan başka bir şey olmadığımız gerçek yeryüzü, tüm av oluşlara rağmen bir düğün alayından farksız. Ellerde fenerler, fenerlerde cılız fakat huzur dağıtan bir ışık. Işıklar bilinmedik yerlerin ve olayların habercisi olmuş, faili meçhul  düşlerin ardından gider gelir olmuşlardı. Düşler, dünyanın kapılarını çalmadan, ormanın derinliklerine doğru yol alıp o kadar uzaklaşmışlardı ki, bebek eli değse değerdi hani, herhangi birine. Yaşam her ne kadar av ve avcıyı oynatsa da, bir yerde adaleti de ihmal etmiyor. Birine av, diğerine avcı olmayı görev olarak dağıtıyordu. Düşler ve arkasındaki gerçekler. Kimin ne olduğu önemli değil, sadece var olmak kalmıştı ellerde.  Her sevdaya dalışta bir umut, her umutta da bir başka sevdanın ve oluşumun haberleri izleniyordu. Av, bazen avcıyı ve acıyı seviyor, avcı bazen sadece kendini seviyor, nadiren avı ilerde yemek üzere toprağa gömüyordu. Hayatın bu bilinmedik karmaşalarının olması garip ve güzel. Düşünsene bir de her şeyin; feryatsız ve beklendiği gibi olduğunu. Hiç seni şaşırtan bir durum ve olay yok. Mesela bir çiftçisin ve tarlanı ekmişsin. Beklentin var yağmurun yağması, güneşin yüzünü göstermesi tüm parlaklığıyla. Oysa ne gariptir ki hem yağmuru bekliyorsun, hem de güneşin doğmasını. Yağmurun yağması da, güneşin doğması da umurunda. Kimseler umursamasa bile sen umursamak zorundasın. Güneş fazla kavurmamalı, yağmur yağarken ektiğin bir avuç alın terin sellere karışmamalı. Hayat beklentilerinle ve beklediklerinle güzel.
Hayat olan annen daha sana en temiz gıdanı boca ederken yutağından, sonraları için hiçbir plan ve hayal yok. Varsan vardır, yoksan yok.  Yutulan ilk lokma aslında hayata merhabanın, elveda hali bana sorarsan. Gariptir ki adaleti en etkili gördüğün ve gırtlağına kadar hissettiğin ilk ve belki de son an bu; tüm adem oğullarının ilk yediği yemek. Ne o havarilere verilen son ihtişamlı yemek, ne de bir parça kuru ekmek ardına gizlenmiş mahcup zeytin.  Fark yok. İlk lokma çoğu zaman aynı. Belki ilerleyen zamanda gırtlağından geçecek olan lezzetler için resimler yapılacak balık derisi üzerine ya da hiç anımsanmayacak anlardan biri olacak yediğin o zavallı zeytin. Dallarında kiraz çiçeği gibi açtığımız o dal, ilk ve son defa belki de adil olup bir memeden içirmişti bize hayatın ilk lokmasını.  Hatırlayamayacağımız ilk lezzet bu belki de. İlk melodi diyelim buna. Kulaklarımızın ve ruhumuzun yüzyıllar süren sessizliğini bozan. Belki de âmâ gözlerle baktığımız dünyaya karşı gözlerimize çarpan ilk ışık. Berbat bir öksürükten kurtulurcasına  yenilen ve birilerinden çaresiz almaya alıştığımız ilk şey.
O kara ve iri kapıdan geçip de beyaz bir düş gibi, başlayan hayatta acımasızca ve tüm saldırganlığımızla başladığımız ilk an. Bazıları takılıp kalmaktalar halen o iri kapıdan geçerken hemen sol köşede duran, lezzetli ve ufak elmaları olan ağaca. Geç kalma nedenleri bu. Gecikecekler çünkü yedikleri elmanın çekiciliği halen kursaklarında. Hayat onlara da, sana ve bana davrandığı gibi adaletli davranacak. Aralarından bir kaçı balıkçı olacak, geri kalanı da balıkçının ağına takılacak balık olacak. Bazen hayat aynı çakal ve yavrusunu oynatacak, bazen de büyük balık, daha büyük balık ve en nihayetinde en büyük balık olan balıkçının hikayesi gibi olacak sonunda bir başkası mutlak diğerini iri ve kara kapıdan başka bir düşün içine salacak.

Evet, sen belki de isteyip de yutamadığım tek küçük balık oldun. Bu şekilde hesaplamıştım. Dedim ya hayat beklentilere cevap veremeyecek kadar meşgul ve yeni planları var. Yeni roller dağıtıyor her an bir başkasına. Varsay bir başkasının düşü içindesin ve orada yok olmuşsun. Aslında bu şekilde olmayacaktı. Senin o iri kapıdan geçmen bu denli erken bir vakitte olmamalıydı. İlk tattığın lezzeti hatırlayacak kadar uzun durman gerekiyordu bu yarı gerçek, yarı acı olan düş âleminin içinde. Ama ben erken davrandım seni daha emniyetli yerlere taşımak için. Hayat bana yeni bir görev vermişti. Ben düşlerin efendisi, yıkılmış ve için için yanmakta olan bir dünyanın düş bekçisi olarak seni ense kökünden kavrayıp, gitmek için hiç de acele etmeyeceğin yerlere yollamıştım. Ben senin kurduğun düşlerin siyah atına binmiş olan zenci bir prensi olmuştum. Sen de şaşmıştın buna, çünkü bu denli kara derili bir prens beklemiyordun.
Kaç kişi düşlerinde siyah ata binmiş esmer bir prens bekler ki?