Hayata dair yazılıp çizilir ne varsa senin ya da bir başkasını yaşadığı herşey. Dilinin ucuna dek gelipte söylenemez ne varsa ya da yazılmaz her ne varsa bu sayfaların arasında birkaç kelime ile.. sen ve biz aslında hiç de geç kalmadık ve hatta tam zamanı şimdi Yorumlarınızı Bekliyorum.....
28 Ocak 2012 Cumartesi
GEÇ KALMIŞLIK...Kendine dair istediklerin o kadar azdır ki; sen bile bunların olmaması halinde şüphelenirsin.
Geç Kalmışlık
Her yer karanlık; bir boşluktan uçuşan birkaç yüzden başka bir şey yok. Nerede ve kim olduğunu bilmeden, bunun önemli olmadığı ve hiç umursamadığın yerlerde olmak. İşte hayatın sana sundukları. Buram buram senin koktuğun yerlerde olmak. Ne işi olduğunu bilmeden harcanmış çağların hesabını sorarak, nerede, nasıl ve kiminle olduğunu bilmeden çiçeklerle örtülü bir dağda gezmek. İşte bunlar da senin; hayattan isteyip de alamadıkların.
Gerçek bir geç kalmışlık var sanki. Hiçbir yer beni almıyor içine. Yaşamla küs olmama rağmen beni terk etmiş gibi. Sanki dağları dolaşan bir gezginim. Başkalarına berduş, kendime göre ermişim. Ererken gözlerimle bakamamayı öğrendikten, yaşamın bir düş olduğundan haberli oluşumdan, başkalarının gördükleri beni avutur hale gelmişim. Bunları bilmişim ancak kimselere söylememişim. Sanki bir tren varmış. Beni hiçlere götürecek ve ben ona hep ama hep geç kalmışım. Ya bacaklarım tutmamış ya da yola çıkacakken geleceğimi evde unutmuşum.
Neden sanki yaşanılan var oluşlar; hiç yaşanmazların kanıtı olmuş? Her şey ve herkes kendini ilk sırada görürken, sen; kimsesizliğin sonbaharında bu denli sinirli ve bir o kadar da acı çeker bir hal alırsın? Her köşe başından insanlar ve onların addettiğimiz müsvetteleri. Birer birer fırlıyorlar geceye onları gömdüğümüz yerlerden. Ardına düşüp seni adeta soluksuzca bırakırcasına kovalıyor müsvetteleri ve anıları.
Sorular sorarsın kendine. Aslında cevapları hiç yoktur bunların, bilirsin. Kendine dair istediklerin o kadar azdır ki; sen bile bunların olmaması halinde şüphelenirsin.
İnsan bazen yanlış yazmak istiyor, bazen yanlış konuşmak istiyor. Neden her şeyin doğrusu olmalı ki; hiç kimsenin dürüstü olmadan. Her dürüstte bir yanlış ve her yanlışta; bir doğru aranırken, doğruları oynayıp yorulmak neden birkaç kişiye has bir durum olsun ki.
Beklentiler vardır hayatta. İnsanlar yaşarlarken akıllarının içini doldurdukları ile yaşadıklarını bağdaştırmaya, onları bir örnek giydirilmiş ikizler haline sokmaya çalışırlar. İkizlere asla sorulmaz; “Aynısını giymek ister misiniz?”, diye. Yani; yaşamı, düşlerle bir kaba koymak gibidir, başka hayalleri kurabilmek yani aynadaki aksidir; yaşadığın gündüz, yaşayacağın gecenin. Yaşam neresinden tutuğuna dair hiçbir beklenti ve umur içinde değildir oysaki. Ancak doğarken; hüzünleri tek başına yaşamak insandan başka hangi canlının başına gelmiştir ki? Sen bir başka dünyadan, yeni bir dünyaya adım atmak için var gücünle kapıları zorlarsın. Dışarıda seni bekleyen ne var bilemezsin. Bazen adı gözyaşı, bazen de gülücük olur anne ve babaya atılan. Her yer senden bir haberdir. Çok şanslı ya da şanssız olacağına dair içinde herhangi bir beklenti yoktur. Şanslı olmak ya da olmamak senin için o an herhangi bir anlam içermeyecektir. Çok az şanslının başına gelir doğduktan hemen sonra yaşanabilir fiziksel acılar. İşte o an kazınmıştır beynine acı. Canın bundan sonrada zaman zaman yanacaktır. Bunları elbette ki sen istemezsin. Ama acı; hayatın vazgeçilmez bir gerçeğidir, yaşanmak üzere seni beklediği.
Limanlar var belki. Ve o limanlarda seni bekleyenler var. Kim bilir? Belki sen o limanlara varamayacak kadar aç ve yorgunsun. Belki açıldığın doğu denizi karanlık. Suskunsun ve yenilmişsin. Bu berbat yaşam, neden kime karşı bir direniş olmuştur sanki ? “Kime istediğini vermiş ki?”, dersin ve bir sigara daha yakarsın. Evinde bir kedi vardır. Kedi suyu içer. Su dereye karışır, ev yanar, duman dağa kaçar, dağ bir deprem olur, tekrar eve gelir kedi, evden ne zaman kaçmıştır sen bile hatırlamazsın. Yaşam senden habersizce oynanan bir oyun olmuştur. İçinde sen ve senden olan birkaç kişiden oluşan bir takımla oynan.
Yaşam, adeta bir küfür olup kulaklarına vurmuştur. Yaşam eş değil midir küfretmeye? İşte o an gelmiştir. Kendini bilmezler karışmıştır geceye. Belki bir parça hayal kurmuşsundur. Almış olduğun yenilgilere inat küfretmeyeceksindir. Küfürlerin boğazına takılıp kalmıştır bile.
Yenilgiler; sana alışıktır oysaki. Bünyen bunu kaldırmasa da, yenilgilerin bünyesi seni kaldırmıştır çoktan. Kim bilir yenilgiler daha kaç yaşamın içindedir aynı bu halde.
Duman, kir, is ne garip kelimelerdir. Yazamamış ve yaşayamamışlar için kaç gecenin mazotla tutuştuğu bir garip sobanın içerde uyuyan ve belki şu an hiç olmayan kedinin olduğu bir evde. Kimim ben; sobamı, mazot mu, kedimi yoksa çoktan dağa kaçan yaşlı kedi mi?
Doğarken elimize tutuşturulan hayatın kullanma kılavuzunu iyi incelemek gerek. Bilmediğimiz, aklımızın ermeyeceği ve anlamakta ne kadar zorlanacağımızı belirten yazılar var o başka lisanlarda, başka insanlar için tercümesi mevcut kılavuz içinde. Kimseyi umursamadan okumak gerek. Kimse neden olduğunu ya da neler olabileceğini bilememeli hayatın. Sır ve bekleyişlerle örtülmeli içinden hiç çıkamayacağın sokaklar. Bir parçasında ekmek olabilmek ve yıllar sonra gelen zamanlarda anılarını; sana sunulmuş bu hayattan terk edilişine inatla savurmak gerek tüm yok oluşlara ve yok olduğu sanılanlara...
Birden duruvermek gerek gezdiğin bir serginin, senin için olması muhtemel olmayan ve önündeki süreçlerin birinde asla karşına çıkmayacak, bir zaman makinesini tanıtan ve boyu senin boynundan öteye geçmiş, bin asırlık bir varolma çabası içinde belki karının doyurmak için değil de yaşamını, en iyi şekilde idame ettirmek için, denizler kadar ulu, başaklar kadar sarı ve ipeklerden daha da ipek tenini bir zaman makinesi önünde zamanını ve güzelliğini sunan o insanı var edene haykırmak...
Ne kadar da güzeldi... Nerelerden geliyordu bu tür varlıklar. Tanrının; “Evet ben varım!”, demesinin garip başka bir yolumu bu? Uzak, çok uzak. Sanki; sende ve bizde olmayan değerlerle ilgili bir durum ve hal bu.
Yürek tün cesaretini toplayıp, ellerine kına olmak isterdi. Anadolu‘da bir köyde ya da ezip geçtiği bir parça keder ve kuraklık içerisinde yoğrulmuş topraklarda. Ellerinde yanan bir tutam ateş içinde ya da damarlarında dolaşan bir damla buruk kan olmak isterdi. Yahut bir başka dilde ama yabancı olmayan bir türkünün herhangi bir dizesinde yanan, tutuşan bir yürek olmak isterdi insan..
Yol gizli, sır gizli yürekte ve senin olmayacak düşler ve sana o düşlerden kalan birkaç umuda dair gülümseme.
Oysa sen dağlar ve arkalarındaki o kimselerin yüreğine alamadığı dağları yıkan, uğruna dünyaları yakan değil misin? Ne adalet ama! Birkaç deste paraya yenik düşmüşsün. Zafer sende sen asıl var olansın bir başka türkü tutturur dilin bir başka sevdanın içinde bulursun kendini. Sen var olma mücadelesinde rakibin olanlara karşı bu hayat oyununda zaten yenik başlamışsın varolmaya ama senden hep korkmuşlar. Onlar için bir tehdit olmuş ve suskunluğunu zafer addetmişler kendi ufak dimağları için. Aslında sen hiç susmamışsın. Bağırmışsın. Ve hatta bazen senden olan sesler, onları rahatsız etmiş. Sen konuştukta ben; ben olduğumu, aslında onların hiç olmadığını anlamışım ve orada tüm güzelliğini sunan ve asla benim olmayacak olana, asılında benden başka kimsenin olmadığını anlamışım.
Dil, bir suskunluk içerisinde. Kelimeler dünyanın başka yerlerinden gelmişçesine yabancı ve yabani. Her şeyde bir başka yosunun ayaklara dolanması var sanki. Bekleyişler sarmış tüm benliği. Oysa yola çıkmışken cesur ve güçlüydü bedenini saran ruhun. Birçok aşk hikâyesine adın yazılmıştır. Deniz kenarlarında esen hafif gece rüzgârları, sen o aşk hikâyelerinin içindeyken garip bir huzur ve sevinç vermiştir sana. Bunları o kadar çok yaşatmıştır ki hayat sana; her sene mevsim yaza döndüğünde deniz kenarlarında olmayan şehirlerde bile geceleri terli yüzüne çarpan her esinti sen; o aşk hikâyelerinin içinde olmasan bile sana benzer bir huzuru çok görmez. Artık damağında hayatın ve anların tadı karışmıştır. Hangisi daha huzurludur karar veremezsin. Terli bir yüreğe çarpan nemli bir esinti mi, yoksa terli bir yüze çarpan şehrin rüzgârı mı?
Sel içerisinde yaşadığın ve tüm yazdıkların. Yalıyarlara çarpıp batmış bir halde tüm varlığın. Adını koyamasan da korkarsın. Sana geceler düşman, benliğin adeta bir yabancı. Oysa saçların ve onların rüzgârlara değme olasılığı var ve sen bu olasılıklardan kaçmak için ne kadar da isteklisin. Sabahın ilk dakikalarını sen yapayalnız ve bir pencereden herkesin gördüğü rüyaların olmadığı gerçekler yaşarsın. Beklersin. Bir yerlerden çıkıp sana koşar adımlarla gelmelidir mutluluk. Sen; mutluluktan da korkarsın. Mutluluk; daha sen ufakken bir takım tehlikelere gebedir diye anlatmışlardı sana. Sen sana ait olanı düşünmeden ve kendinde bir hak bulmadan yani temellendirmeden arasın ve gecenin saatleri arkasında saklanırsın. Saklandığın yerlerde seni bulup sobelemek için, hayatın başka bir oyuncusu gelmeni ve bu oyuna başlamanı beklemektedir. Sen saklanılacak yerlerine; “Kimseler bilmiyor!”, diye gayet kendinden emin adımlarla ilerlersin. Saklanırsın da. Ancak seni sobelemek için bir başka hayal göreve başlamıştır bile. Sana düşen işte o yakalanma anını iyi yaşamaktır. Belki de yakalanmak için kendine bir fırsat vermektir kim bilir.
İçinden yalvarmak geçer bazen. Her zaman gidip de oturduğun, otururken düş âlemlerinde yorulduğun yelerde sesini duyabilecek her nasıl olursa olsun bir canlıya yalvarmak. Bir karınca ya da bir karga kardeşe kime ve neye, ne şekilde olursa olsun yalvarmak. Yakarışlarını kimseler duymaz. Sesin boğuk çıkmaktadır çünkü. Herkesin yaşadıklarını yaşasan ve herkesin söyleyemedikleri senin yakarışların olsa dinleyenlerin, duyanların ve sana katılanlarının sayısı seni şaşırtacak kadar çoğalacaktır. Ancak acıların sadece ve sadece sana özgüdür. Geçmiş zamanlarına ağlamak sadece sana has bir başka durumdur. Ancak o zamanın içinde başka bir hayatta varsa, o zaman yakarışlar ve gözyaşları kesişebilir. Ancak bunun aynı zamanda olma olasılığı o hayatla kurduğun bağ ile zamanlanmıştır. Her gün seni bir başka geç kalmışlık içine sürükleyip gider. Günler geçtikçe hayat anlaşılamaz. Ta ki; ardına dönüp bakabilecek kadar bir zamana sahip olursun ve o zaman anlayamadıklarını anlama şansın olur. Adına geç kalmışlık dersin. O zaman kurduğun cümleler ve o cümlelere özne olanlar, o durumun oluşmasında paye sahibi olanları bulamazsın. Hayat sana her zaman aynı türden şansları sunmaz ne yazık ki!
Kendin hariç aklın her şeye erer. “Bu kadar çok uzun bir zamana mı sahipti hayatım?”, diye sorarsın kendine. İşte üzüntün bundan sonra başlamalıdır. Canını yakması gereken o zamanı nasıl da boşa harcadığın olmalıdır ki; harcadıysan eğer. Ancak her zaman olan talihsizliğin merak etme seni o zamanda yalnız bırakmayacak ve adı son pişmanlık olacaktır. Yani ona bile hakkın olmayacaktır. Sana sorulmayacaktır bile. Sana düşen; fayda etmeyecek olan o son pişmanlığını yaşamak olacaktır.
Tersi de olabilir kuşkusuz. Hayat sana dolu dolu zamanları armağan etmiş ve sen de onu iyi değerlendirmiş olabilirsin. Doğumunda tattığın acılar belleğinden çoktan silinip gitmiş olabilir. O zaman yüzüne gelip yerleşen gülümseme; yaşanılan bu kadar çok acının bir ödülü olacaktır. Özgür olabilir ruhun o vakit. Hiçbir geç kalmışlık hissetmezsin yüreğinde. Aşka ve kedere gerekeni vermişsindir. Hepsi birbirini tamamlamıştır bir de bakarsın ki. Sana düşen kısmını tüketmişsindir hayatın. Ancak bu sefer bir başka hissedersin. Varlığın; bir yoklukla son bulmamış, aksine yaşama dair yeni ayrıntılar katmışsındır. Bunu kimseler bilmese de sen yaşamışsındır. Artık çok rahat uyuyabilir ve hatta uyanmayabilirsin. Ruhun başka yerlere doğru yol alırken, sahip olduğun; sana ölümsüzlükte dahi yetecek olan bir huzur kalmıştır. Artık mutlu ama yaşamış bir ölü olmuşsundur. Hepsi bu!
20 Ocak 2012 Cuma
Olmayacak..."Ya sus olursun ya da en iyi saklandığın yerde bulup sobeler seni hayat ve pus olursun. Oysa ne de iyi saklanılmıştır değil mi?"
Olmayacak
Olmayacak. Hiçbir şey
istenilen gibi olmayacak. Hiç kimseye haber vermeyecek ölüm. Suskun kalan
bedenden başka bir şey olmayacak. Bir koşudan farksız olacak hayat. Her yerde
akıl almaz bir telaş, telaşlardan arta
kalan yorgunluk olacak. Üzerine bir yorganı çekebilmenin rahatı olacak huzur
denilen. Sokaklar olacak, senden ve bizden habersizce dolaşılan. Ve insanlar
olacak adları bile sayılmayan, kimileri için önemin kendisi, kimi için de
anılmayan olacak.
Direnerek ölebilmek. Sanki
akıl almaz bir buhran ve ortasında tek kalmış bir yaprak. Ne komik hayatı bu
denli acımasızca yaşarken; aklımıza, hayalimize âşık olmayı getirebilmek. Oysa
neye hakkımız var ki; yaşam dediklerinde senin ve bizim. Başka bir tendi
seninle yüz yüze kaldığımız o sular. İçlerinde binlerce balık ve ölü
denizcinin, denizkızlarıyla dans ettiği sulardı o sular. Nasıl da özlemiştik
onları, ne de hasretle sarılmıştık bir birimize. Yaşam buydu. Zeytin
lezzetinde. Dilimin ucundan tüm benliğime yayılan; o lezzet, o koku, senin tadın
ve kokun. Bana içinde defalarca boğulmayı isteten o sular. Artık biliyorum,
ölüm ve yaşam arasındaki farkı anladığımız ve ancak öldüğümüzde görebildiğimiz;
o kimi zaman ince, kimi zaman kalın çizgiyi. Yaşam senden ve bizden önceydi ve
sonrada olacak. Ta ki; kendi sonuna imza atana dek, zaman ve insanoğlu. Yaşam
senden ve bizden de daha acımasız olacak, yok edeceği hiçbir düşü kalmayıncaya
dek. Her doğumun ardındaki sevinç aslında yeni imzalanmış bir ölüm anlaşmasına
sevinç olacak. Hayat bizlere kısa bir süre için kiralanmış olacak. Kimileri
bedelleri yoksullukla, kimileri varlıkla ağır bir şekilde ödeyecekler. Her gün
ölünecek. Doğduğunu hatırlamayacak insanoğlu, ölümünü başkaları anımsayacak.
Beden büyüyecek, bir büyü olacak görenler için. Büyü ilerledikçe bedenin
yaşlanacak. Her gün biraz daha öleceksin. Yaşama dair ödenecek bedel ölüm
olacak. Bedelsiz vermeyecekler hiçbir şeyi, yaşamı bile. Hatta bir şey için
ödediğin en ağır bedel olacak ölümün. Sahipsiz bırakılmış bir düşü bile
kurarken ödeyeceğin bedelleri önceden kabul etmişsin sayacaklar. Sen ise
bunlara akıl erdiremeyip sadece bakakalacaksın. Bakarken yorulacak, dizlerin
üzerine çöküp öyle kalacaksın.
Birileri mutlaka
bedelleri ödetti ve bir başkası da ödedi her zaman. Ödeyen; “Neden?” diye soramadı.
Borcu ödemeye o kadar dalmıştı borcu ödeyen, yaşamaya vakti kalmadı. Borcunu
sorgulamayı ya hiç istemedi ya da isteyecek oldu yeni borçlar buldu yorgun
ruhunu. Oysa bedellere alışmıştık. Ama bir yerde; “Fazla artık!”, demeye başlayanlar olmuştu.
Sesi çıkanlar, ilk olmuşlardı kafaları boyunlarından ayrılıp yerçekimine uyan.
Gerçi ses çıkacak kadar da gür olamamıştı. Hiçbir zaman beden iyi
beslenememişti. İyi gıdalar başkalarının
emeğiydi ve başka boğazlardan geçiyordu, hak ve hukuk edilmeden, sahipsizce..
Sahipleri
çıkacak elbet, uğruna yıllar, terler ve kanların döküldüklerine. Varsa yoksa
bir telaş olacak hayat denen karmaşa. Karmaşadan arta kalan yalnızlık ve
yalnızlıktan arta kalan hüzün olacak, başka bir şey olamayacak. Oysa sen ve ben
dalgalanan sularda tüm doğamızla bir arada olabilecekken; sen ayrı, ben ayrı düşlerin sahipleri için bilinmedik
ve hummalı çabalar içindeyiz. Başka şeyler ararken hep aynı şeyler olacak sen,
ben ve düşler. Umut adına verdiğimiz
savaşlardan yorulanlar ve ölenler olacak ama onlar ya bu hummalı koşuya
çıkmamış ya da çıkıp geri dönmüş olacak.
Evler olacak. İçlerinde
insanlar, karıncalardan farklıca. Onlar gibi olan insanlar, düşlerin ardından
gerçeklerden paylarını alacak. Ev kurmak üzerine söylenecek tüm fikirler. Fikirlerden
arta kalan gerçekler olacak, gerçekler gün geçtikçe büyüyecek, büyü çoktan
bozulmuş olacak, düşlerden arta kalanlar başka hayalleri başka insanlar adına
yapmak için koşacak, koşacak ve düşecekler düş kurdukları o minik beşiklerinden
aşağıya. Asla sen ve benim gibi olamayacak.
Düş kurarken ölmek istemeyecekler
varoldukları andan itibaren. Adımız deliye çıkacak; biz eskilerin dediği gibi kendimizi yiğit
hissedecek ve ilk kafaları kopacaklar listesinde bir numarayı bulacağız. Sen ve
biz düşlerden başka yerlerde olmayacağız.
Numaralar olacak telefon
defterlerimizde. Her an değişmeye hazır ve yırtılmaya aday sayfalarda olacak
tüm dost ve aşklarımızın ismi. Ağlayan yüzlerimiz olacak, yüzlerimizin
gülüşlere kardeş olmasını bekleyeceğiz yıllarca. Hep aynı sözler çarpacak
duvarlardan kulaklarımıza. “Her şey güzel olacak, bu sefer farklı
olacak!”, diye bağıracak tüm haber
bültenleri. Dertlerimiz sadece bizi ilgilendirecek başkaları bu konu hakkında
ne yorum, ne de yaşam bildirecekler bizlere hayatlarından kesitlerle.
Gördüğümüz kesitler daha kötü yaşamlara ait olacak, gözlerimiz kararacak ve
midemiz bulanacak.
Numaralardan
hayatlar gidecek bir bir. Aklına gelen sadece yaşama dair ufak ayrıntılar
olacak, ruhun bedeninden başka yerlere giderken. Bir an gelecek toprak içinde
çürümeye yüz tutmuş bulacaksın bedenini. Bedenin sanki sesin çıktığı ve hatta
defalarca âşık olduğun o beden olmayacak. Hiç umursamayacak böcekler; etlerini,
kemiklerden kemirmeye başladıklarında, ne seni, ne de her zaman başka başka canlanan
ölü düşlerini. Başka bir şey olmayacak öldüğünde ruhun bedenini terk edecek ve
doğumundan itibaren başladığını ölme yarışı sona erecek. Birden ölmeyeceksin
yani. Yaşarken teker teker kopacak hayattan birkaç bağın daha. Sesin hiç de gür
çıkmayacak eğer yaşlanabilirsen günün birinde. Ellerinden dökülen kimi zaman
kan, kimi zaman da ter olacak ölene dek. Ya kalp kırmak ya da almak için
dönecek dilin. Dilin bir gün umursanamayacak. Susmuş olacaksın yani. Bir kaza
diye addettiğin hayat senden habersizce çekip gidecek ya da sen aynı yerde
kalacaksın, hareketsiz ve düşsüz. Tabi bir sefer yok olacak herkes, bazı düşler
gibi yeniden doğacak binlercesi yine aynı mekanizmanın dişlilerini çevirmek
üzere. Başkaları olacak hayatta. Sanki dünya hiç gitmediğin bir düğün ya da
mezun olduğun liseye, tekrar uğramak gibi bir şey olacak. Kimse seni ve bizi
tanımayacak. Yok, olmak da değil bu. Düşünsene bir defa; yok olmak için yaşanır
mı?
Varsa yoksa karın
tokluğu. Tüm insanların ortak birleştiği tek ve yegâne nokta. Herkes acıkıyor
ancak kim gerçekten doyuyor? Yaşamda böcekler kadar şanslı olan ne var ki?
Onlar hep bedenlerden doyuyorlar yaşam içinde.....
Sinemde açan yağmurlar sanki
bilmediğim dağlardan aşıp tenhalarını ıslatıyor güneşin. Güneş ellerin kadar
yakamıyor yüreğimi. Dilin bir başka bıçak defalarca deşeliyor benliğimi. Sanki
biz değiliz bu bedenlerden ayrılacak ve bu toprakların içlerinde
bilinmediklerimizi besleyecek olan. Oysa ya yüreğimizi kemirirken gidenler.
Başka ne bırakacaklar artlarında. Ah onlar, bizi biz eden bu amansız tutku
içerinde kimsesiz bırakmaya ne de çok alışıklar. Hep aynı şeyleri başka
şekillerde yapmadılar mı ya! Sıcak memleketlere taşınma hırsıyla beslerken
yüreklerimizi, onlar; başka eller tutacaklarını ilan ettiler yüzümüze. Ağlarken
görmediler bizi, bizden hep uzaktaydı oluşları. Suskunluğumuzu kin saydılar
adlarına, anılarına yapılan. Oysa ne kin, ne de kavga yapacak kadar seviyorduk
onları. Bir parça tutku, bir parça yasemin kokusuydu güle benzer tenlerinde
aradığımız. Onlar hep gittiler başka hiçbir şey olmadı. Kimsesiz kalışımızın
adını bile koyacak vaktimiz olmadı; onlar oralara giderlerken. Kendimizi ne
kadar da güçlü hissettirdiler bize. Oysaki onların onlar olmadığını kabul
edecek gücü onlar yokken bulduğumuzda kendimize; “İşte!”, dedik. “Yaşam devam
ediyor, beden yaşlanıyor başka hiçbir şey olmuyor..”
Hayat belki de; üç dilim ekmek parçasının dilimin ucunda
olması ve ağızda dağılmasıydı. Ya da kırlangıçlarla konuşurken, bir kelebeğin
içinden geçen küfürleri haykırabilen dil olmaktı, kimselerin bilmediği
lisanlardan çevrilen. Yaşam ne de garip oyunlar oynar hep. Ya sus olursun ya da
en iyi saklandığın yerde bulup sobeler seni hayat ve pus olursun. Oysa ne de
iyi saklanılmıştır değil mi?
Bir düşün içinde kaybolup
yitmelerin zamanı belki. Kâbusların adı gidenlerin hep o buruk tadı değil mi
ki? Yaşam belki de yaşamaktan bir veda bizlere. Bizler ki; üç beş duruma,
birkaç kötü düşe rağmen severdik onu. Ve bazen güneş doğarken; içimizdeki
yaşama isteği, dağların arkasından zümrüt ve onun eşi Anka kuşunu yakalayacak
kadar da hevesliydi. Sözler havada savruluyor. Birazdan burada olmayacak ve
hatta hiçliğini yaşatacak hayat. Hey hat! Bu ne amansız bir tavır, bu ne
kayıtsız bir gidiş. İçimizden ürperenler sen değil misin yoksa? Sustu içimde
koşup duran, bağır çağır benden uzaklaşan itfaiye aracı. Artık yangınlar da
çıkmıyor. Yüreğimde değişen hiçbir şey olamayacak, yine aynı kalacak her nesne
bıraktığın gibi.
Iramaklar akacak ve otlar
büyüyecek bir büyü olacak, bahar girecek kanına ve söz bitecek baharın
başladığı yerde..
Öyle sevdik. Bazen öldük
öldük dirildik. Ruhlarımız başka yıldızlara eş oldu, başka yıldızlar bizi hiç
mi hiç sevmedi. Düşleri değiştirmeye çalışıp ellerimizi her uzattığımızda
yokluk olacak sahip olduğumuz. Başka hiçbir şey olmayacak! Düşler kurulacak
yine yanıp tutuşan yüreklerimizde. Biri gelip kandırmaya çalışacak, biri
ölmemiz için ikna etmeye çalışacak ve sevgi yine ağır cezada daimî hapse mahkûm
olacak, yüreğimizi göğüs kafesimize hapsedeceğiz.
Olmayacak. Değişen hiçbir şey
olmayacak. Rüzgâr yeniden esecek, yağmurlar ıslatacak. arta kalan sonu gelmemiş
düşler olacak. Düşler hapsedilen yüreğimizden çıkıp ıslanmak için zorlayacak
göğüs kafesimizi. Canımız yanacak, yüreğe söz geçiremeyeceğiz.. Hep aynı şey olacak;
düşüp düşte kalkacağız, uyandığımızda paçalarımızda düşlerden kalma, düşüşlerin
çamurları olacak. Düşler sulardan geçecek bazen, umut olacak yaşamda bize ait
ufak ayrıntılar. Şaşacağız; “Bunlar nasıl oldu?”, diye. Bazen gülümseyeceğiz. Gülümsemelerimiz
gerçek olacak. Yüreklerimizden dökülüp gelen şarkılar olacak, şarkılar başka
lisanlarda gelecek bizden olmayanlara, anlamayacaklar neler söylediğini. İşte o
an, vakit geç olmayacak kovalayıp yakalayamadığımız düşlerimizi ellerimizin
arasında tutmamız için.
19 Ocak 2012 Perşembe
Küller ve Dikenler Sen ve ben yoktuk aslında, sadece ben vardım. Aslolan bendim. Sen, benden olma taklit bir hayalden öte değildin. Gerçeğine, gerçek kadar benzeyen bir taklit.
Küller Ve Dikenler
Düşünmeden yazmak
istiyorum seni. Ve seni; hiç bilmeden, hiç âşık olmadan sevmek istiyorum.
Ellerimin değdiği her yerde seni bulmak ve bin asırdır süren susuzluğumun
benden çok uzaklara gitmesini istiyorum. Düşlerimin gerçeklere karıştığı o
anlardaki sana olan heyecanımın, yaşadığım sürece yüreğimden hiç gitmemesini
istiyorum. Varlığımın kanıtı olan nefes alışlarımın yüzüne her vuruşunda,
teninden gelen o serinliği istiyorum. Kan olmak istiyorum, senin yüreğinden tüm
bedenine dağıtılan. Damarlarında dolaşırken, bedeninin içinde sana dünyanın tüm
nimetlerini taşımak istiyorum. Dudaklarından dökülen birkaç güzel söze ve
alnından akan bir ter damlasına bulaşmak istiyorum. Yani sen yaşarken,
varlığının tam ortasında olmak istiyorum.
Seni, senken; benden ayrı
düşünmek istiyorum. Aslında seni hep senden fazla sevmek istiyorum. Senden
vazgeçemeyişim, benim için koşulsuz oluşunun nedeni, sadece ve sadece yaşıyor
olman değil, yaşarken bana aldığım nefesi de hatırlatıyor olmandan.
Ben her an; sende seni, senin
yaşadıkların gibi yaşayamamış oluşumdan, hayat ve sevgi içiceyken bunları ne
senden, ne de seninle olabilecek bir yaşamdan ayıramıyor oluşumdan dolayı bu
kadar coşku ve özlemle istiyorum. Yağmur olmak isterken; tuzdan ve sıcaktan yarılmış topraklara,
ellerim bir telaş içinde. Her yerim müsamereye ilk defa çıkacak bir ilkokul
çocuğunun heyecanı içinde. İlk andan beri seni ve güzelliğini bildiğimden, bu
denli telaş ve artan kalp atışları içinde yüreğim. Ve son anına kadar da seni
anımsıya biliyor oluşumdan bütün bu olanlar ve düşlerim.
Seninle farklı bir dünya
isteyişimden, şimdi ki küsüşüm dünyaya. Ben senle olanın tadına ermek istiyorum
yeniden. Ben o nedenden vuramıyorum kendimi bir silah ve ondan çıkan bir
kurşunla. Kurşunun derime değdiği zaman canımın acımayacağını bilmeme rağmen.
Sanki kurşun bir araç ve ölümün son anı da bir yolculuk olacak benim bu uslanmaz
halim için.
Bir kuş olmak istiyorum
dalından havalanan ve yine senin pencerenin yanağına konan. Seni yıllardır
beklediğimin nedeni, başka diyarlara uçamaz olduğumdan değil, diğer
diyarlarında aslında senden farklı olmadığından. Ne kadar da bir şehir olsa
yüreğin, damarlarına vardığım zaman biliyorum ki; aslında daracık sokaklardan
farklı değil damarların ve bedenin. Birbirine anlatılan tüm öykülerdeki o
sokaklarımız, o şehirler geniş ve içine hepimizi alabilecek kadar büyüktü oysaki.
O kadar genişti ki; içine sığmayan ne bir ölüm, ne de aykırı, insanlığı isyana
çıkarabilecek bir düş vardı. İsyanların hep biri tarafından çıkarılması ve
sonsuza gidemeden son buluşlarına alışıktık hepimiz.
Sen kimsin? İçimdeki
çağlayanları bilir misin? Kalbinin sanki olduğu yerden fırlayıp ellerine
düşeceğini düşündüğün oldu mu hiç?
Kalbimin çarpışlarını ellerinin arasında duysan ve ben sana yüreğimin
sesini dinletsem ne yapar, nasıl da şaşırırdın. Ben sana bunu dinletecekken;
yıllar beni nasıl da kovalar, nasıl da okunmaz tüm kötü öykülerini üzerimden
yazardı kim bilir? Öykülerin en çok
korkulanı olup, bir yandan da diğer kahramanlarından arta kalan armağanlarını
topluyor olurdum. Şehirler dolusu ağlayıp, kaldırımların toz kokularını
baharlarda insanların burun deliklerinden yalnızlık diye, rüzgârla beraber salardım. Ama öykülerin
yazıldığı tarihi anmak değil, bunları yaşadığın zamanlardaki içinde bulunduğun
haldir önemli olan. Gerçeklerin peşinden koşan ve koşusu yorgunluklarıyla hiç
bitmeyen bir bedenin daha fazla kaldırabileceği yük nedir ki, hayattan başka?!
En sevdiğim
rengi soruyordu güneş baba. Senin teninin rengini söylüyordum. Sormasının
nedeni akşam vakti üzerine düşüp, gecenin eşsiz rengini herkesin gözlerinin
içine, senin teninin bir telinden yansıtmak istemesiydi. Bunu çok sonraları
anladım. Bunu anlarken sahip olduğum, o herkeslerden uzak bakışlarımı sırf bu
iş uğruna sarf etmiştim.
Bitmek bilmez bir hırs olmuştu
senden bana kalan anılar. Sanki her sokak başından sen çıkıp çekip alacaktın
beni, o hep olduğun yanına. Oysa sen yine başka diyarlardan uçup gelen
kelebeklere açmıştın kapılarını. Anlamadığın benim bir kelebek olmadığımdı.
Bana birkaç bakışın ya da birkaç
aşk değişin bağlamıştı beni sana. İşte kendi kanatlarıyla uçan bir kuşu bir
kafese tıkan yegâne neden buydu. Kafesteki, uçamayan bir kuşun rekabet şansı
çok azdır, rengârenk kelebeklerin yanında. Ki onlar değil midir; çiçekten
çiçeğe dolaşan ayaklarında binlerce tonda kokuları taşıyan? Değil midir onlar;
göründüklerinden daha da güzel kokan? Oysa bir kuşun yeri kafesinin hemen
sağına soluna tutturulmuş birkaç daldır tünemesi için, sahibi tarafından
bahşedilmiş, bir başka dala konmasına asla ve asla izin verilmeyen birkaç dal.
Seni bir nehrin kenarında
bir kamışın ucunu sivriltirken hayal ettim bazen, ya da gidip geldiğin
yerlerden dönerken yüzüne ve ellerine bulaşan yolculuk kokusunu hayal ederdim.
Üzerine sinen o yolculukların kokularını solurken burun deliklerim, dönüp de
geldiğin o yolculukların her anında seninle olur, bazılarına senden önce çıkar
ve duraklarında o yolların, seni bilmediğin bir yerlerde karşılar olurdum.
Bazen de sen, ben olamadın galiba. Ya da ben bir kelebeği oynayıp sana
ayaklarımla çiçeklerden çaldığım polenleri ve kokuları getiremedim. Sadece
kafesteki bir kuş olarak benden bekleneni yaptım sana, bildiğim ve lisanımın
yettiği bütün şarkıları söyledim. Ben; senden, ben olmanı istedim, sen kendin gibi
de sevemedin kuşları. Oysa yüreğim ellerine konabilecek bir kuştan farksız,
hemen yanı başında atıyordu. Ellerini her aklıma getirdiğimde, yüreğimde
çöllerin bittiği yerine uçsuz bucaksız bir ova başlıyordu. Ovanın sonunda benim
bildiğim lisanlarda şarkılar söyleyen binlerce tür kuşun dallarında şarkılar
söylediği bir orman başlıyordu. Ormandaki; bazılarının içi kurtlar tarafından
istila edilmiş ağaçlar, mutlu yuvalar temin ediyordu o kuşlara. Konabilecekleri
binlerce daldan bahsediyordu doğa onlara. Yerlerde karınca orduları seferlere
çıkmıştı kuşlardan arta kalan böcekleri toplamak için. Ormanların başladığı
yerlerde bir akarsuyun serinliği kaplıyordu yüreğimi. Yüreğim yanına geldiğimde
akarsuyun kayalara çarpıp heyecan içinde dallara değercesine yamacın eğimine
uyup gidiyordu. Damarlarında bir kandamlası olarak başladığım bu yolculuk,
eğimine uyan bir nehir hesabı akıp gidiyordu yani.
Her şeyin nedeni var. Her
şey senle başlamamıştı oysa. Senin, sen olabileceğini düşündüğümde de artık çok
geçti. Her şey birilerinin ormana gelip önce kuşları kovalayıp, sonra nehre
zehrini bırakıp, üzerinde benzer kuşların konduğu birkaç taze ağacı kesmesiyle
değişmeye başlamıştı. Birden her yer; sana adını kulaklarına bir şarkı olarak
söylediğim o ormanın, büyü gibi kaybolmasıyla bilindik, hep aynı yapay lezzeti
olan bir şehre dönmesiyle sona erdi.
Yani hayat bir başka seferine daha başlamıştı, ormanlardan kovulup
birkaç kafeste yaşamaya mahkûm edilmiş kuşlara kelebekleri oynatmak için
Sana tüm hislerimi anlattığım o
sevimli kartı hatırlıyor musun? Hani hiçbir şey yazılı değildi o kartta. Sana
onu verdiğimde açmış ve: “Ne güzel!”,
demiş ardında sana özgü o basmakalıp kalp kırıcılığınla, karta bir şeyler
yazmayı ihmal ettiğimi söylemiştin. Hâlbuki anlatıyordu her şeyi sana. Seninle
ve senli geçen tüm günlerim için ne kadar gözyaşı döktüğümü, kendimi
hırpalayacak kadar, seninle var olduğum yazılıydı kartta. Sadece sen benim
yazdığım kartı okuyabilme erkinden uzaktın. Yıllardır yorgundum ve sen bir
kartı doldurtmayacak kadar bir aşktın benim için. Bense binlerce sayfalar
dolusu içinde senin olduğun her şeyden bahseder birkaç kelime duymak istiyordum
sadece.
Seni yaşamak söyle dursun, hayal
bile kurduğumda, neden diye soruyordun bana. Nedeni yoktu hiçbir şeyin. Belki varlıklara
adanmış birkaç küçük nottan ibaretti sanki hayat. Üzerine giydiğin ve adı beden
olan ve ellerimdeki kana inat yaşayan. Ben işte o an senden doğmadığımı
anladım. Sadece senden var olan birkaç damla keder ve gözyaşıydı.
Aşka olan inancımdı, başıma
dikenlerden yapılmış bir tacı, çiçekten ve defneyapraklarından yapılmış bir taç
gibi istekle ve senden geldiği için geçirişim. Tüm uğraşım seninle. Hep
gülüyorduk ilk düşlere erdiğimiz zamanlar. Yapma çiçeklerde değil gerçeklerde
arıyordum sevdaya ait kokuları. Kokular, korkulara karışıyor bir başka düş
oluyordu bir arada olunamayan zamanlarda. İşte o an çiçeklerden yayılanın
aslında çürümeye başlamış olan etimden çıkan koku olduğunu anlıyor, yaşama dair
son oyunlarımı oynuyordum. Sevdaların ayak izleri kalmıştı sadece. Ayak
izlerini takiple başlayan her yolculuk başkalarının gittiği yerlerde son
buluyordu ne yazık. “Bu kadarda vahşi olamaz!”,
diye düşünürken dünyayı, sevdaların ayak izleri ardından yitip gitmişti;
birkaç kırık kalp ve onlardan damlayan kanlar. Farz et bir denizin tam
ortasında yapayalnız ve çaresiz kalmış yüreğin. Ellerini uzatsan ölüm, gönlünü
salsan keder var. Umut yarı bırakılmış bir kurabiye gibi sahipsiz ve uzak
düşler kurmakta. Yaşamın ağır yükleri; aşkı ve ölümü ellerinden yakalar,
gözlerinin içine bakar, omuzlarından silkeleyip, kendine doğru çeker ve öleceği
günü haber vermeden ölünmeyeceğini düşletir hep.
Bir şehir düşün, tam ortasında
kimselerin kimsenin dudağına bir buse kondurmaya cesaret ve hamle edemediği bir
yerde, bir garip ruhun tam dudaklarının ortasına konduruveriyordu, yağmurlardan
çalıp sabah rüzgârlarıyla soğuttuğu bir parça nemi. Yıkılan umutlardan kalanlar
hep birer harabeyi andırıyor, yaşamdan arta kalan ter ve gözyaşı o harabeleri
yavaşça yırtıp, sonsuzluk denilen ve ölümle başlayan yere götürüyordu. Aşk
sanki atlastan kumaş ve her yeni aşk rüzgârları o bez parçasının kopan bir
tarafını yüklüyordu yüreklerimize. Yüreklerimiz yırtık pırtık olmuştu. Ellerimiz onu onarmak için salladığımız
iğneler tarafından delik deşik edilmişti. Kanayan parmak uçlarımıza
birbirimizin gözyaşlarını merhem olsun diye sürüyorduk. Hayat, biz
merhemlerimizi birbirimize sürerken başka ve hiç merhem sürülmeyecek
yerlerimizde yeni yaralar açma ve açtırma gayretindeydi.
Sen ve ben yoktuk
aslında, sadece ben vardım. Aslolan bendim. Sen, benden olma taklit bir
hayalden öte değildin. Gerçeğine, gerçek kadar benzeyen bir taklit.
Yani ben olmadan sen yoktun ve
benim oluşumla sen vücut buldun. Sahipsiz ruhun benimle ete kemiğe büründü.
Belki de içindeki o zalim, o acımasız ruh benim anlımdan akan kanlarla
besleniyor, yeni zalimlikler, yeni acılar üretmek için kimsesiz bedenlerden,
ruhlara sahipleniyor, ruhları sana ait olan cehennemlere sürüyor ve benim
tuzlu, ılık kanımı gözyaşlarımla beraber
sunuyordun, esaretine mahkûm ettiğin yeni ruhlara.
Ve şimdi deli rüzgârlar var bu
kırık kalpler coğrafyasında. Haritaların içinde senin olduğu kısımları yanmış
ve dumanları halen tütmekte. Garip bir duman çıkıyor varlığının dolaştığı her
yerde. Senden tüten yangınların kokusu
da yine sen gibi kokuyor. Yanıp sadece kül halde kalan bir harita için bu durum
yaşamdan daha da zor geliyor anlaşılan.
Artık sen yoksun ve ben yine
varolanım. Ve yine sana ait o sebepsiz ruh yine etsiz, kemiksiz ve kansız.
Küllerin, bedenin varlığından
daha da bir değerli benim için. Çünkü gözlerimden dökülen yaşların kocaman bir
şehri nasılda aleve verebileceğini gördüğümden dolayı bunu bu kadar büyük bir
cesaretle söylüyorum. Atık başımdaki tacın ve gözlerimden süzülen birkaç damla
pırlantanın değerini biliyorum.
Ben artık senin kim olduğun
biliyorum.
15 Ocak 2012 Pazar
GÖZ TUZU......Düşler gecelerden daha da esmer bir hale geliyor, anlattıkça aklaşıyor, sustukça siyahlara bürünüyordu.
Göz Tuzu
Sonbahardı. Geç kalmış
hüzünler ağaçlardan dökülüyordu. Gece bir karanlığa karışıyordu ve gözlerimden
akan iki damla yaş teninde yitip gidiyordu. Akdeniz’in tuzu teninde kalmıştı.
Bir yerlerde başlayan akıl almaz yangınların dumanları beni boğuyordu. Yüreğim, eskiden kalma anlıları arar
olmuştu. Anılar sanki taze duruyorlar ve her seferinde yeniden canlanıyorlardı,
canımı almak için. Bedenim anılara direniyor, kimi zaman onları yeniyor, kimi
zaman da yok etmeleri için teslim oluyordu. Bu karmaşanın içinde ömür denilen
zamanı doldurur gider olmuştuk. Her seferi gözlerimizden yeni bir fer almak
için kapıda bekliyordu. Ve son bir defa daha kendini o boşluktan kurtarmak,
yüreğine bir parça daha su sunmak için hayatla pazarlık ediyor ve tanrıya
yalvarıyordum. Hayat pazarlıkta beni hep kardırıyordu. Bu karmaşa pazarında
dilediklerimi sağlayamıyor ve adına yenilgi diyordum, kandırılmış
pazarlıklarımın. Sanki çekilen eski bir fotoğraf kadar sarı ve kahverengi
tonlarda bir şehir halini almıştı yüreğim. Yüreğimde sonbaharlar erken gelmiş
ve tüm ağaçların yapraklarını dökmüştü. Anlılar yerlerdeki yaprakların üzerine
bastıkça iç burkan bir ses tüm evreni kaplıyordu. Ansızın yağmur
başlıyordu. Düşlerimiz yağmur sesiyle
çoğalıyor, olamadıkça bizi boğuyordu.
Suskunduk. Susmaktan başka bir
çaresi kalamıyor insanoğlunun; söyleyeceği sözler tükendiğinde. Hep susmayı
öğütlüyorlardı. Bizde alışmıştık dedim ya susuyorduk hep. Susmak; sanki başka
bir lisan olmuştu bizim için. Konuştukça kavgalar ediyor, sustukça sulh
oluyorduk. Tüm o savaşlardan galip çıkma arzumuza rağmen, güneşin bize
bahşettiği dansa aldanıyor ve yenilecek kadar güçsüz ve isteksiz bir hale
geliyorduk.. Düşler gecelerden daha da esmer bir hale geliyor, anlattıkça
aklaşıyor, sustukça siyahlara bürünüyordu.
Ancak konuştukça savaşlar çıkıyor
ve yeni lisanımızda anlaşılmayanı anlatmaya çalışıyorduk.
Doğamız bizlere yeterince bir
vahşilik vermişti, bunu her seferinde ötekinin boynuna sarılarak kanıtlıyorduk.
Bazen daha da vahşi olmak için yeni nedenler arıyorduk. Nedenler arandıkça bulunuyordu. Biri söze
girmeden öteki yeni bulduğu vahşetini, diğerinin üzerine kusmaya başlıyordu.
Birileri, kin denizinin ortasında ya kusan ya da kusulan oluyor, mutlaka
boğuluyordu. Yok olurlarken hiç acı çekmiyor görünüyorlardı ve bir başka
seferinde mutlaka karşılaşmayı istiyorlardı.
Gençliğimizden
getirdiğimiz kalp kırıklıkları nedense hep tek kişilik olmuştu.
İçinde konuya ana fikir
olabilecek ne erkek, ne de kadın vardı.
Her zaman tek kişilik gözyaşları ve gülüşlere sahiptik. İçine kimselerin giremediği garip bir dünya
olmuştu, geçen zamanda adına gençlik değimiz o çağlar. O zamanlar daha bir
verimliydik. Hem sevmek için, hem de diğerini boğmak için. Boğmak aslında
doğamızın belki de sevmemiz için bir armağanıydı. Anlamadık. Yani bu şekilde
bir kudretin varsa, kinin bir deniz olabiliyorsa, neden sevgilerin çağlamasın.
Ama biz nasıl yıkarız kuleleri diye elimizden geldiğince, var gücümüzle
saldırırdık karşımızdakine. Kin, hemen cevap bulurdu muhatabından. Ya bir fazlasıyla cevap bulunuyordu ya da
çekip gidiyordu karşıdaki. Soluk özlemler içeriyordu o çağlarımız. Kimi
sevebilecek kadar ergin, kimi de bunu karşısındakine söyleyemeyecek kadar
seviyordu bir başkasını. İki kişilik hayallerin o kadar azı gerçek olmuştu ki;
yaşlarımız ilerledikçe de aynı şekilde çift kişilik hayallerden uzak durmaya
çalıştık hep. Ama olmuyordu hayaller tek başlarına bir keyif vermiyordu. Kimi
zaman adına başka şeyler dendiği de oluyordu yaşamın. Ancak bizim için sadece
olmamış bir meyve kadar hamdı dünya. Yenidünya. İki kişilik hayaller kurmanın
ne kadar tehlikeli olduğunu biliyorduk. Yasak gibi bir şeydi bu. Ne kadar da
çekerdi bizleri. O nedenden korka korka iki kişi bir oldu mu savaşmadan önce
kurulurdu tüm hayaller. Sonra tüm şiddetiyle başlardı savaşlar. Dolunay
çıktığında gök yüzü adeta alevlenir, yanardı. Geceler birden başlaması muhtemel
savaşlar için taraftarlarını toplar, herkes bu savaşta kendine düşen yeri
bulur, ona sahip çıkardı. Sözler büyür, ellerde karşı konulmaz bir lezzet
bırakırdı karşıdakinin boğulan kanı. Hayaller kurardık hep iki kişilik. Ama
yaşanan sonlar, her vakit tek kişilik olmuştu nedense. Gökyüzüne kadar
yükselirdi bazen sahip olduğumuz sevgi ve kin. Kimseler önüne geçmeye cesaret
edemez ve teslim olmaktan başka bir çaresi olmadığını düşünürdü hep. Düşünür
düşünür ve ölene dek ağlardı bazıları bu savaşın tam ortasında.
Neden ölüler
ağlamaz? Hepimiz ölüm için kendimize
olan ağıtımızı, anamızın karnından olan bağımızı kopardıklarında yaparız oysa.
İlk gülücük diye bir şey yoktur hayatta. İlk ağlayışsa; her doğumda ardımızdan
gelen ilk işaretidir hayatın.
Kadın için doğurmak, dünyaya yeni
bir ruh taşımak, ona bürünen eti kemiği ve deriyi ortaya çıkarmak ne de
zor. Bir başka yaşamın ilk evi olmak,
günün birinde her şeyden vazgeçerek o hayatı yaşamak ne kadar da zordur bir
kadın için. Peki doğmak ne kadar kolaydır bir bebek için? Yaşamak bilemediğin
dar, nemli ve dışarıdan gürültüler gelen
bir yerde. Ve sonrası senin tüm saflık ve masumluk adına bulunduğun ilk
yerinden biraz doğa gereği, biraz da zorla alınmak ve başka bir tarlaya ekilmiş
tohum gibi oradan oraya sürülmek. Senin için ne kadar kolaydı bu
hatırlayabilecek misin? Alının tam ortasına yapışmış bir keder vantuzuyla
boynunun kopması bahasına çektiğin ilk zorunlu göç, sonu nerede bitecek bilinmez bir yol?
Ve sen buralarda atisini arayan,
fakat doğarken ne denli acılara imza koyduğunu ve yaşarken hissettiğin acıların
büyüklüğüne inanan sen, büyürken çektiğin acıları doğarkenki kadar net
hatırlaya bilecek misin? O zaman da bu günkü kadar umursamaz olabilecek misin?
Korkacak mısın yine acı çekmekten? Ya da bunu söylemekten utanacak mısın?
Sanmıyorum.
Ve yunuslar dans
ediyorlardı mevsim sonbahardı, kışa ait hüzünler sonbahardakilerle baş göz
olmuşlar, gelecek senelerin hüzünlerini karınlarında taşıyorlardı.
Akdeniz’di. Tuzu yüreklerde birer
iz bırakmıştı. İzlere her göz değdiğinde bir defa daha açılıyordu yaralar.
İçinden; doğumda çektiğin acılarından daha fazlası çıkıyor, bedenin allak
bullak oluyor, beden ruha aykırı oluyor, isyanlar çıkıyor, biri içindeki
gemileri yakıyor, gemicilerini ayartıyor bir denizkızı. Birer ikişer sana karşı
geliyor tayfaların. Biri yelkenlerini topluyor, öteki rüzgâra dua ediyor
yelkenler toplanmadan demir alabilmek için. Sana deli diyor bazıları. Biri
kendini rüzgâra kurban vermek için çıkıyor en uzun direğin, en yüksek yerine ve
sana olan isyanını haykırıyor yüzüne ve salıyor oradan kendini denize. Düşüşünü
görüyorsun onun. Ansızın denizin karanlık bir yerine çakılıveriyor bedeni.
Diğerleri ondan cesaret alıp bakabiliyor yüzüne ve hepsinde aynı ifadeyi
görüyorsun. Hepsinin kendini rüzgâra kurban vereceğinden endişe duyuyorsun.
Gemi onların elinde. İsteseler seni hemen orada boğabilirler. Tıpkı; senin bir
başkasını ve bir başkasının da kendi kini ile bir diğerini boğdu gibi. Birden
sana emirler yağdıran içindeki kinin susuveriyor. Aslında o ana kadar yaşamın sukut içinde ne de güzel olabileceğini
bilmiyorsun. İçindeki o herkesi kul etme hırsı seni ağır ağır eritiyor. Sen
sadece onun dediklerini yapıyorsun.
Eriyen ve kul olan gerçekte sen oluyorsun. İçinde çıkan bu isyan önce
seni, sonra da sana yakın olan herkesi alıyor içine. Ve yerle bir oluyor tek kişilik kurduğun ve
olmasına çok güvendiğin hayallerin. Tüm tayfan denizkızının peşi sıra
kayboluyorlar denizin tam ortasında. Artık ne yelkenlerini açacak, ne de çapanı
toplayacak kimse kalmadı. Artık sen ve o tek kişilik düşlerin işte hayat denen;
bu sonbahardaki hüzünlerini başka mevsimlere taşıyan denizin ortasında
yapayalnızısınız. Şu an yüzebilecek
kadar kuvvetin ve isteğin var. Ya yıllar sonra? Kapılmayacak mısın o
denizkızının güzelliğine, bir başka sefer seni ziyarete geldiğinde? Ardından
ağlayacak ve sana karşı isyanlar çıkartacak tayfalarında olmayacak bu sefer.
İkinci en ağır bedelini ödeyeceksin, bu sahip olduğun kin ve susarken sahip
olduğunuz sukutluğu, konuşurken yaşayamadığın için. Gördüğün her güzellikte
olacak yaşadığın, fakat koruyamadığın anlar. Etrafında açan tozpembe baharlar
sana gök yüzüz kadar karanlık ve yeryüzü kadar da yaşlı gelecek. Hayatın sarhoş
bir beden gibi bir sağa bir sola yalpalayarak, tek başına iki kişilik hayaller
kurmakla geçecek. Oysaki deliler gibi iki kişilik düşlerinin olmasını isterken.
Yüreğinin gözyaşları akacak, her yer senden habersizce sırsıklam olacak ve sen
sadece susacaksın.
Ağlıyor olsa yüreğim,
ıslanırdı bedenin. Akan birkaç damla tuz yaşıydı. Ruhun şimdi sırsıklam.
Ellerinde kalan benden sana birkaç tane göz tuzu, sana verebileceğim içinde
kini olamayan ve saf sevgiyle yoğrulmuş bir armağan. Ki yüzün aydınlansın diye,
ellerinde kinin yegâne ilacı olan sevgiyi tut diye. Haydi, bırak artık seni ve tüm dünyayı yok
eden o acımasız o kibirli ruhunu. Aç yüzünü, uzat ellerini ve bir merhaba de
güneşe. İçinde isyanlar sevgi ile çıksın. Sende katıl o isyancılara.
Denizkızlarına sen âşık ol herkesten önce. Sular durulsun. Bırak çiçekler senin
için açsın, kuşlar uçmadan önce omzuna konsun. Ne kadar olmayacak olsalar dahi
sen yine çift kişilik hayaller kur. Unutma ki; hayallerin bir yerinde gerçekler
gizlidir. Gerçeklerin öte yanı ise yaşamın ta kendisidir. Yaşam senden uzakta
değil kuşkusuz. Hemen yanı başında. Senin ona ulaşmanı bekliyor. Denizkızları
ve tayfaların sensiz başlattıkları isyanlarında gayet mutlular. Senin onlara
katılmanı bekliyorlar. Katıldığın zaman değişecek her şey. Birden dünya yaşanır
hale gelecek yine sana sormadan. O zaman yaşadığın tüm o nedensiz yok oluşlar
ve kalp kırıklıkları teker teker yitirecek anlamlarını. Sen o zaman deniz
olacaksın. Denizler kadar engin olacak yüreğin. Üzerinde kini yenmişliğin
verdiği bir gurur olacak. O vakit önemsemeyeceksin ne kadar zorluklarla sahip olduğunu
sevgiyi. Ellerini parçalamak dahi olsa işin içinde onu koruyacak ve cana can
katacaksın. Soğuk ve nemli bir odada olacaksın belki. Belki de en tepesinde
dünyanın. Ama aklında sevgin olacak ve yüreğinle bir olacaksın kurduğun düşleri
yaşamak için. Yaşarken yaşlanmayacak
ölene kadar genç kalacaksın. Yüzünde bir çocuğunu gülüşü olacak hiç çocuk
olmasan bile. Nasıl sevebildiğine sen bile şaşıracaksın. İsyancılar senin
onlara katılışınla sevinecekler ve denizkızının yüreğine kondurulmuş bir tek
gülü sana gösterecekler. Adı sevgi olan her şeye en önde gider olacaksın.
Kendini bir şeylerle avutmadan önce varolduğunu anlayacaksın. Sonun asla
olmayacak, sonsuzlukta olacaksın.
10 Ocak 2012 Salı
Güldeki Kan
Güldeki Kan
Hayat bana çeyrek asırdır saçma sapan oyunlar
oynuyor. Öfkeliyim. Ufuktan güneş bir batıyor, yüreğim hep kanıyor. Bir
zamanlar var olmamın verdiği keyifle içim içime sığmaz, kendimi oradan, buraya salardım rüzgârdaki
yaprak gibi.
Yağmurları sevmiştim hep, saçlarım kısaydı. Göz yaşlarıma
karışıyor şimdi yağan yağmurlar. Kısa kesim saçlarımdan bin bir kaygı ile
dolaşan kafamın derisini buluyor, yok eden yolculuğunu kafamın içinde
sürdürüyor.Eskiden umutlara karışırdı karış karış gezdiğim topraklar. Yağmurda
kokusunu duyardım bir parça kara toprağın. Kimi zaman bana yaşamı, kimi zaman
ise ölümü çağrıştırırdı yağmurun kokusu. Yağmur gibi hızlıca başladığını ve bir
o kadar da çabuk dindiğini düşünürdüm hayatın. Arada ıslandığımız zaman ise
adını gün olarak koymuştular. Islanmak gün doldurmakla eş değerdeydi.
Parmaklarımda en son sigaramdan kalma sarı bir renk, o da dumanından yadigâr.
Ötedeki hayaller gelirdi o
zamanlar insanın aklına. Sevgiliyle el ele olabilmek gibi bir lüks yağmur
yağarken hiç olmadı. Tüm sevgililer
yağmurda ıslanıp arınmaktan korktular. Yağmur ruhu arındırır bir halde göz
yaşlarımla beraber yere düşüyordu. Ruhum her yağmur tanesiyle beraber
yıkanıyordu sanki. Arınıyordum. Tüm kötülükler ve yaşanılan her şey yağmurla
beraber akıp gidiyordu denize. Bir gün yeniden buluşacağımı biliyordum, hem
yağmurla hem de gözlerimden akanla. Ellerimde birden geçmişimin kan izlerini
buldum. Kan; ne benim, ne de bir başkasının sanıyordum. Bir yerlerden gelip
ellerimi bulmuştu. Ben ellerime bulaşan kanları yüzüme sürdüm. Kanlar benimdi.
Dilime tadı değince anladım bunu. Başkasına kıyamayacak kadar nefret ediyordum
kendimden. Ya da korkuyordum, başkalarının kanından.
Oysa ne çok katil vardı, ne
de çok öldürmüşlerdi beni. Hepsi de beni öldürdükleri için beraat etmiş ve
hatta bir çoğu ödül bile almıştı diğerlerinden. Ben ölmeye alışmıştım onlar
beni öldürmeye. Ölürken ya da öldürürken kendi kanımdan başkası akmıyordu hiç.
O kadar ılıktı, o kadar deliydi ki kanım; yuvasında kuşlar yanmaya başladılar o
an. Kendi kanım damlalar halinde düştükçe kuşlarda bir feryat başlıyor
kanatları yanıyordu.
Katiller bana kendilerini
anlatmamışlardı. Bana söyledikleri bana
hep inanılmaz gelmiş, başkalarından okuduklarıma inanır hale gelmiştim.Oysa
hepsi bana benzer şeytanın birer
örnekleri olduklarını söylemişlerdi. Eller ve kollara takılıp kalan birkaç dem
huzur, beni onlar için kandırmaya yetmiş ve artmıştı. Ama silahım güçlüydü.
Hala umut edebilecek kadar cesaretim ve kuvvetim vardı. Yaşam ne de garip!
Kurşunla yapılamayan, başka bir kolda, ya da yüze veya dudaklara başkalarının
kondurduğu minik bir buse ile yapılabiliyor, insan işte o an ölüyor. Ölüm bu
tür zamanları yaşayanlar için karanlık bir boşluk ki; kişiyi yutan veya bir
ezber oluyordu. Yani ben ölmeye onlar öldürmeye alışmışlardı. Cesaretimden
dolayı ben ölüyor, onlar ise öldürdükleri için yeni bir derece daha aldıklarına
inanıyorlardı. Gitmek mümkündü, tüm bu yaşam ve ölüm oyunun tam
ortasından. Yolların ardına gidilebilir,
suskun kalmış ağaçlara şarkılar öğretilebilir, gerçek ve hayal arasındaki o
ufak fark anlatılabilirdi herkese. Ama ya uzaktan kokusunu burnumuzun dibine
kadar getiren fırtına, o ne olacaktı bunu kimseler bilemiyordu. Fırtına estikçe
kuşların kanadı kül oluyordu. Bir atlı oluyordum fırtına katillerin saçlarına
değdiği vakit. Atıma kırbacımı her vuruşumda at hızlanıyor, bozkırın ortasında
ardımızda bir başka toz bulutu kalıyordu fırtınaya dağıtması için. Yüreğim
bozkırın ortasında fırtınaya doğru koşar bir halde hem kanıyor hem de her şeyden
uzaklara gidiyordu.
Bir seferinde
anımsarım, bir bekçi vardı hayatımın yaklaşık on yedi ayında. O zamanlar bahçe
duvarlarından atlayabilecek kadar gençti bacaklarım ve hislerim. Hani öyle çok
atletik bir bedene sahip olduğumdan değil, içimde kopan rüzgârlar beni o bahçe
duvarlarından savuracak şekilde esmesinden dolayı atlayabilirdim, kimi zaman
uçları sivri kazıklarla, kimi zamanda ardında büyük ve sivri dişli, şiddetinden
korkulacak bir köpeğin olduğu duvarlardan. Paslı kazıklara ya da sivri dişli köpeklere
yakalanmadan, yüreğimde bir kaçışla kendimi bir başka sokak lambasının ışığının
vurduğu kaldırım taşları üzerinde ıslık çalarken ve yağan yağmurlarda
ıslanırken bulurdum.
Komşuların bahçelerinden atlanabilecek yaşlarda girmişti o
bekçi hayatıma. Her gece saat onda aynı yerden geçen bir ayak izi ve ardından
damlayan ılık ve tuzlu birkaç damla kan.
O kadar lezzetli görünüyordu ki; o kan damlası yere düşerken insanın, kendi
kanından kanarcasına içesi geliyordu.
Ama kan başka gövdelere gerekiyordu. Onların tek varlık nedeni bu. Her gece akan ılık, kırmızı
ve bir o kadar da deli bir kandı. Başka bedenlere gerekecekken bir damla ılık
kan, nasıl içebilirdi ki insan kendi kanından?
Bekçi ilk zamanlar anlamamıştı, kanın birkaç damlasının
neden havada uçuştuğunu, yerdeki bir kaç damlanın da daha seyrek olduğunu. Anlamakta umurunda değildi. Nereden ya da kimden döküldüğü ilgisini
çekmiyordu. İlgili olduğu şey sadece hayatının rutin bir şekli olan öylesine
bir merak ve gece uykuya teslim edilen gözlerden arta kalan bir ışıktı. O kadar alışmıştı ki köşe başlarında başka
katillere akıtılan göz yaşlarına, benim bedeninden akan kan ya da gözyaşı hiç
ilgisini çekmiyordu. Sadece neden bu gözyaşının renginin bir gül kadar kırmızı
ve bir o kadar da ılık olduğuydu. Ama
buna da alışıla bilinirdi. Alışılan
sadece hayatta olmanın verdiği o garip, o tarifsiz buğuyu; önce teninde sonrada yüreğinde hissedebilmekti.
Gece bir gölgeyi peşi sıra gezdirdiği zaman yaşam; bir kareden daha köşeli oluyordu. Bahar
birkaç damla yağmurda saklanıyor ve mahcup yüzüne düşüyordu gölgenin. Gölgenin
kanı; yağmuru ıslatıyor, tadını bir martının buruk kanına çeviriyordu.
Ve bekçi bir
gün gördü. Bir gölgenin ona yakın bir yerden geçtiğini ve gölgenin elinden;
yaprağı yeşil, rengi kan kırmızısı bir gülün uçtuğunu ve beklediği bahçeye
düştüğünü. Gece bir anda şaşakaldı.
Gecenin etrafa savurduğu düşleri toplayan ve güzellik adına, aşk adına ne varsa
tüketen bir histeriyle bekleyen bir katilin daha iştahı kabarıyordu şaşkınlık
ve heyecan.
Kan ne yaprağa, ne de gölgeye aitti. Kan bir yüreğe ait diye
düşündü ve bir daha asla saat onda
kafasını yola çevirmedi. Camda bir başka katil o güle bulaşmış birkaç damla
kanı bekliyordu beslenmek için. Yaşamın sırrı o kanı taşıyan yürekten gelmez
miydi? Dünya oracıkta duruverir, tüm güzelliğiyle bir haykırış olmaz mıydı
sevgi?
Kan; ellerine değdiği zaman
besleniyor, güçleniyor ve her gece farklı kanlar bekliyordu katil. Oysa ne
yorgun bacakları dolaşmıştı o kan. Hangi
nehirleri aşmış, kaç seferden yorgun ve yaralanmış bir bedeni dolaşmıştı. Daha
ilk günde dolaştığı bedenden sürmüştü onu hayat. İlk defa yeryüzüyle tanışışı
bir bebeğin ayaklarından, birkaç jilet darbesiyle açılan delikten olmuştu.
Gözyaşları o zamanlar için
bilinmedik bir keder ve başka bir varoluş demekti. Nazlı bir gülümsemenin
uğruna nerelere dökülmezdi ki o kan. Katilin gülümsemesi yüreğin en ucundan,
hiç verilmeyecek bir yerinden çıkarıyordu kanı. Ak elleriyle kavrardı katil
gülü ve ona bulaşan birkaç damla kanı dudaklarına götürdü. Katilin ellerine
değdiği zaman gül acıtamaz olurdu. Burcu burcu kokardı o vakit o gül. Kana
benzer rengini dudaklarına ve burnuna götürdüğü vakit birkaç damladan daha
fazlası verilebilirdi.
Katil; güle bulaşmış birkaç damla tuzlu kanın tadına
varıyor, her damlada kendini daha genç ve bir
o kadar da güçlü hissediyordu. Kan ilerledikçe yutağından aşağılara
doğru, katilin tüm bedenine bir merhaba dercesine bedeninde dolaşmaya başlıyor,
katilin; sahte ve zamana karşı direnemeyecek
güzelliği zamansız gün doğumu gibi aydınlatıyordu her yeri. Biliyordu ki; kan bu bedende dolaştıkça, ruhun; bu bedene, katil için yaptıramayacağı
hiçbir şey yoktu. Dolunaydı. Bekçi bahçeyi,
katil kanı, yürek coşacak anını
bekliyordu. Zaman ilerliyor bekçi uykuya yenilmemek için başını
elleriyle destekliyor, şeytanlar kulağına uyku şarkıları fısıldarken, yürek
başka bir sefere daha besin sağlamak için hazırlıyordu kanını. Katilin
karnından gelen gurultular bir zafer şarkısından farksız, yüreğin gelecekteki
acıları için sanki evvelden yağmuru getirecek rüzgârın sesi gibi haberler
veriyordu.
Saat yine ondu. Bekçi beklediği bahçeden ve yoldan ayırmıştı
gözlerini. Katilin silueti camda belirmişti. Ayak sesleri geliyordu. Kanın
ılıklığı ve kokusu tüm havaya dağılmıştı. Etrafta tüm güzelliği ile sevgi
kokuyordu. Katil iştahlanmış, obur ruhunu doyuracak kanın gelmesi için
sabırsızlanıyordu. Her gece aldığı birkaç damla kan ona tadamayacağı bir lezzet
armağan etmiş, yaşantısının bu denli karmaşık ve düş olduğu zamanlarda
doyurmuştu obur ruhunu. Ruhu aç, bedeni adeta güneşin altında unutulmuş bir buz
parçası gibi eriyor, kan ile beslendikçe gelişiyor, semiriyordu. Alev gibi
sıcak oluyordu bedeni. Ve yürek daha da büyük bir coşkuyla atıyor ve yazılan
tüm yazılar silinip gidiyordu su üzerinde.
Beslemek gerek tüm katilleri!
Kanı alıştırmak gerek. Temiz hislerle bir gülün dikenin, ele batarken acıtmadan
çıkan kanın, aslında tuzlu değil de saf ve tatlı olduğuna.
Kan, deli kan. Kadın kadar ılık ve bir o kadar da tatlı. Ama
her akışında yüreği parçalayan kan.
Denizlerden daha derin, rüzgâr kadar serin ve bir başak kadar ahenkle
büyüyen sevgi. Ne de çok harcanır senin için hayatlar. Bir gün hafızana; bekçi,
gül ve kan takılır kalır. Bir başka düşün içine dalmak için; akşam olmasını
beklersin. Islak ve seni serinleten birkaç tutam saç konur yüzüne. Bu; aşk
denen iksirin içinde gülüşlerden sonra en etkili simyadır.
Katillere verilecek gıdalar; hep bir yerlerden, yarım kalan
hikâyelerle başlar. Umudun diğer adı da ; yaşamın kardeşi olan ölümle karşılaşmadan önceki, aşkın en önemli
randevusudur. Kanıyla, canıyla katılmalıdır insan bu coşkuya. Varolmanın en
önemli koşulu budur. Yani yaşamın içinde olabildikçe varsındır. Ölürsem yazıktır ey aşk! Sana doymadan yok olacaksa
bu beden; sana yazıktır. Bilinmez sorular olarak anlatırlar sana, sende var
olan aşkı. Başkalarının döktüğü birkaç
sahte gözyaşı ve adı aşk olan birkaç garip, anlamsız, ticari oyunu. Oysa
sen; ne kadar çok yol almış, tüm
bedenini dolaşmış olan, kimi zaman bir ayrılık uğruna ya da ayrılığı anlatan
eski bir şarkı için döktüğün gözyaşını narin gözlerine taşıyan kanını, bir
katilin anatomisine katacak kadar bilirsin aşk ve ardına saklanan oyunları.
Sana varlıkları başka gelir güllerin. Kokularında düşlerini anımsarsın. İlkler
gecelerden fırlar, seni başka huzurlara taşır hiç bilmediğin, bir şehirden
ötekine taşıyan otobüsler ve onların uykulu şoförleri. Yanında kalan sadece
ufak bir valiz, üç beş kırık eşya ve yarınlarından başka hiç bir şeydir.
Yeniden merhaba dersin yaşama. Yeniden en deli haliyle olmasa da
katillerinkinden daha da lezzetli dolaşır kanın damarlarında. Sen yazın
ortasında yağmur sevinciyle coşan çiftçi gibi olursun başka diyarlardan
gelirken yağmurun. Yağmur gelirken bulut aştığı yollardan, geçtiği şehirlerden
üzerinde toplamıştır bütün kiri üzerine yağdırmak için. Direnirsin. Ardına
bakmazsın. Yeni ve ilktir dersin. Bilirsin ki; bir yüreğe iki sevda sığmaz. Üç
insana ait olamaz bir tutam sevgi. Yürek varsa işin içinde bu tek kişiliktir..
7 Ocak 2012 Cumartesi
HAYDARPAŞA
HAYDARPAŞA Garı
Her şey o kadar ani oldu ki inanamıyorum. Kendimi
üşümüş ve üzgün hissediyorum. Ellerimizde,
değiştiğimiz kalemlerle yazıyorduk. Hiç bilmediğimiz bir şehri, hatta şehre
dair hiç bilmediğimiz düşleri yaşıyorduk. Gün, rüya gibi geçiyordu. Rüya her
zaman uyanılmamak istenen türdendi. Bir yerinde uyandırılacağımızı bilmemize
rağmen aynı rüyayı görmeye devam ediyorduk.
Belki bir büyü havası içindeydi yüreklerimiz ve
bedenlerimiz. Büyü birden başlıyor ve insanı sarhoş ediyordu. Alışılmış ve
bilinen tüm büyülerden farklıca,
damağımızdan geçen iksirin
tadıyla içimizde fırtınalar çıkıyor, önüne geçen tüm şehirleri ve hatta
ülkeleri bile yutup yok ediyordu. Damarlarımıza ulaştığında bu iksir, her şey
birden durgunlaşıyor ve fırtınadan sonraki sessizlik ve huzur hakim oluyordu
bedenlerimize ve yüreklerimize. Ellerimiz yüreklerin yapması gereken atımı gerçekleştiriyor ve tir tir titriyordu
ellerimiz.
Coştuğum bir şehir oldu burası. Bir arada olmaktan başka
hiçbir şey istemedik aşka ve mutluluğa
dair. Bildik bir ilişki yaşanmıyor, bekleme salonlarında geçiyordu iki
kişilik bir ömür. Herkes kendi paydasına düşen kısmını yapayalnız yaşıyordu.
Bir arada olmaksa istenilen tek şeydi.
Son kez baktım ona. Eve daha fazla gecikmemek için
hızla geçti vapurun turnikelerinden. Hiç
susmayan çenem, onun yanında konuşmak istemedi. Biliyordu, çünkü söylenecek
sözler kimi anlarda yetersiz kalacaktı. Kaldı da.
Caddelerinin ışıkları, saçlarına dökülen yağmur tanelerinden
kırılıyor, bir kıza hiç bakmadığım kadar ışıl ışıl ve meraklı gözlerime
düşüyordu. Işık, özellilikle de bir sokak lambasından kırılan ışık gözlerimi
hiç bu denli almamıştı. Gözlerim bu ışık demetinden adeta yanıyor ve göz
pınarlarım içindeki hüznü yeryüzü ile buluşturmak için sabırsızlanıyordu. Hüzün her zaman yakamıza yapışmış, bir arada
olabilmek için bize bir parça zamanı ve
mutluluğu çok görmüştü.
Gözlerinde her zamankinden farklı bir hüzün seziyordum.
Sanki umudunu yitirmiş ve yok olacağımıza dair haberler almış gibiydi. Oysa bir gün bir arada olabilmekti bu iki
kişilik ömrü bir bekleme salonunda kimsesiz yaşatan. Onun umutsuzluğu beni sarstı. Benim
maceraperestliğimden doğmamıştı bu aşk. Aşk umut bilirdi? Bir defada
yaşanabilecek neler kaldı ki umut adına? Zaman artık ilerliyor. Birazdan yine yollarla örtülecek yaşadığımız
üç kısa günün özeti. Bekleyen insanlar var salonda. Yerler de kalorifer
böcekleri. Susmuş kimsesiz insanlar. Düşleri var hepsinin eminin. Bazılarının
hiçbir şeyleri yok ama düşleri var eminim.
O, hayatımdaki ilk ve tek esmer kadın. Ve ben, ve o....
Birilerine anlatmam lâzım. İçimde bir yerlerde büyük
bir yangın çıktı. Yüreğim adeta tutuştu. Ellimi değdiğim her yer birden
yanıyor. Yaşamak ve ölmek adına karar vermek ne kadar da zor! Bana yolda beklememe eşlik eden bir minik
böcek. Ve o böcekten başka hiç kimse yok sesimi duyabilecek. Konuşamayacak
kadar yorgun ve halsizim üstelik. Dokuz kişinin üçü uyuyor, biri dışarı
bakıyor, bir yazı yazıyor. Her şeyim böyle karma karışık mı olmalı? Kimsenin
yaşamadığının yaşayıp, herkesin baktığı; fakat görmediğini görüp, tüm
yaşanırların telaşını ve acılarını
taşımalı mıyım omuzlarımda. Tam da bana göre. Hayatın eksikliklerini
tamamlayıp, öleceğim güne kadar
yaşayarak savaşacağım.
İçimden tek tek öpmek
geldi tuzlu rüzgâr vururken saçlarını. Adımlarımı sıklaştırarak ona giden
yollardan hiç mi hiç gelmek istemedim. Suskun bir saat geldi aklıma biliyordum,
ben onu yolculayacaktım. Yani giden o
olacak ve kalmaların acılarını ben çekecektim yüreğimde.
Yüreğim buna alışkın değildi şüphesiz. Ama hayat nedense
beni seçerdi bu tür acıları yaşatmak için. Bende artık ses çıkartmıyordum.
Başıma ne gelirse yaşar haldeydim. Ve yine en kötülerinden biri daha beni
bulmuş ve yüreğimi önce aşk sonra da o
aşka dair yaşanacak ayrılığı armağan etmişti bana.
Oyun olmadığı için kurallar koymadık. Herkesin
yaşadığını yaşayamadığımız için sanki kurallar bizim için konmamıştı.
Kırmızıda geçmekti, aşk ve özlem.
Sevebilmek için göze alınacak o kadar çok şeyimiz vardı ki.
Vakit yok sanıyorduk, bir an
önce el ele olmalıydık. O ve ben, sevdaları taşırken yüreğimizde, bir boyacı
çocuk, boyu kadar büyük sandığı ile anlattı
tüm olanları. Oysaki elleri kapkara ama yüreği beyaz, bembeyazdı. Yüreğinin
beyazlığını görebiliyordum. Bu beyazlık içimizi ısıtıyor yeniden umudu
salıyordu dünyaya. Herkes gibi bende payıma düşeni alıyordum o çocuğun
yüreğinden dünyaya yayılan aydınlıktan.
İşte olabileceklerin bir kıyası, gök bizi ıslatırken
ıslanmak için yürür müydük yine yenilenen ruhumuza inat. Yürüyüşler bizim için hiç son bulmayacak ve
her seferinde yeniden başlayacaktı. Ayaklarımız kanayacak, ellerimize
yolculukların demir kokan hüznü sinecekti. Bu hüzünler yıllar boyu ne
ellerimizden, ne de düşlerimizden uzak duramayacaktı. Başka zamanlarda geçmişe
dair mutlulukları ararken bizim için kılavuz olacak ve yeni yaşam eskisinden
örneklerle sürüp gidecekti.
Her yerde aynı hüzün şarkıları. Sanki şarkılar bu
yinelenecek yok oluşu haber verircesine, sokakların arasından sıyrılıp, bir kaç
direğe çarpıp kulaklarımıza değiyordu.
“YİNE SEN NERDESİN” diye haykıran bir şarkının sözleri
aklımda kalmıştı. Geçmiş zamanlara ağlanacak bir hal içinde bir başka rüyada
uyanmak istemediğim, orada oluşumdan dolayı başka bir yere dair yeni bir
yolculuğa çıkmak istemiyordu ayaklarım. Sanki oldukları yerde kalabilecekler ve
hayatımı bir kaldırım üzerinde geçirebilecek kadar durgun hissediyordum hayatı.
Sen vapurda giderken
aynı şarkı her yeri kaplamıştı. Yağmur, tuzlu
tuzlu yağıyordu. Ağladığımı kimse görmedi. Bir şeyler yazıyorum. Herkes
bana bakıyor, merak ediyorlar; ”Ne yazıyor, kime yazıyor? Deli mi ne ? Kim bu
?”
Biraz önce içeriği
girdiğinde gözleri kıpkızıldı. Bana: ” Üzülme, mutlu ol!”, demişti. İçinin allak bullak olduğunu şansa
ve kendine kızdığını anlamıştım. Bilmediği suçun bir o kadar da bende oluşuydu.
Buralar, buralar, buralar, bazen çıldırtır adamı. Çamurlu suyun üzerinde; el
ele ama yan yana yürümüyoruz. Ayrı ayrı, gönül gönle yürüyoruz. Yüreğimizdeki
hapis olmuşluğumuz, başka limanlara götürse de aynı yerde kalabilmenin var
olmayan rüyalarını göreceğiz o zaman.
Biz bir gün güneşe aynı
yerden doğarken bakabilecek miyiz? Bu soruyu sorabilecek kadar ne cesur, ne de
umutsuzdu yüreklerimiz. Her şeye alıştım bir iki günde. Tinerci, dilenci çocukların bozukluk
istemelerine, karanlığın dehlizlerde ne
korkunç bir yakarış olduğuna, kinin öldürdüğüne sevginin yarattığına, emsalsiz
bir yaşamın her an olduğuna., büyünün bozulmayacağına alıştım. Büyü, eğer sen o
an orada olabiliyorsan eğer varoluyordu.
Yağmur yağıyor ellerim kenetli. Ellerim şimdi üşüyor. Sanki
onun ellerini tutarken biliyordu, onun ellerinin hiç üşümemesinin gerektiğini. Onun elleri
ısınmalıydı, benimkiler yanmalıydı. Güz bitti. Düş bir sezgi sanki. Bir yaşlı
kadın, sanki ölmüş gibi uyuyor. Sanki ölüm meleği onu yenice ziyaret etmiş ve
gitmişti.Herkes, birbirinin hırsız
olmasından ve sahip olduklarının çalınmasından korkuyorlar. Herkes kuşku ile
bakıyor, benim gözlerim en son onun kıvırcık saçlarında kaldı başka bir şey
görmüyor, orada geziniyor. Saçlarına takılıp kalan denizin tuzlu rüzgârların
kokusunu duyuyor. Rüzgarların kokusu ruhlarımızı alıyor bu bekleme salonunda
çok daha uzaklara, hiç bilmediğimiz bir lisan ve düşlerin yaşandığı dünya
haritasının bir yerine götürüyordu. Gidilen yerde ortadan bir nehir geçiyor,
ölüler ve diriler hep bir arada ruhlarını bu nehrin sularında yıkıyorlardı. Göz
bebeklerimiz bu değişik manzara karşısında
bir başka rüzgâra doğru dönüyordu ve var olduğumuz şehri buluyorduk. Tek
başına iki kişilik hüzünleri yaşadığımız ve muhtemelen de yalnız öleceğimiz
şehirlerin kokularını duyuyorduk.
Bu şehir beni seviyor. Ben giderken hep ağlıyor.
Benim gideceğimi benden önce biliyor. Ben onun varlığını ve yüreğimden yıllarca
gitmeyeceğini bilsem dahi o beni yüreğinden silip atıyor..
Herkes erkenden gelmiş. Buna en çok büfeci seviniyor. Seni
yendim şehir, ben geldim. Ben kazandım. Şansını kullanamadın. Oysaki beni
öldürmek için elinde ne de çok imkânın vardı. Yüzyıllar boyu uğruna birçok
beden ölmüş, birçok yerinde düşler kurulmuştu. Sen bu düşlerinin arasına beni
de sokmuş muydun? Beni özlemiş miydin
şehir, ben senin için ne kadar vardım? Yaşam seninle beni bir seferlik bile
olsa, hür hisler içerisinde sonuna kadar çırçıplak karşılaştırmamış mıydı? Ben
kendi sonuma doğru ağırca ilerlerken sende hep aynı düş saflığınla kalamamıştın
şehir. İçinde fırtınalar koptu, isyanlar çıktı kim bilir. En son senden
ayrılırken o bankın üzerinde uyuyan yaşlı kadın, o yerlerde içimdeki isyan
çığlıklarını dinleyen zavallı kalorifer böceği, belki de beni başka bir
seferinde daha götürmeyecek o tren ve peşinde düşleri taşıyan vagonlar artık
yok. Ama yine yağmurların yağıyor, yine başka birileri benzer olmayan saf ve
hür düşleri, aşkları kuruyorlar senin gövdenin içinde senden habersizce.
Kurulurken bu düşler içlerine özlemlerini katıyor insan. Dolaştığı yolları
katıyor ya da senin göz yaşlarının tuzunu tadıyorlar. Biliyorum beni özlemedin
şehir. İçinde adım belki de başka lisanlarda anılır oldu. Göz bebeklerimin
sendeyken büyümesi ve etrafımı daha bir sen gibi görebilmemin de bir anlamı yok
belki. Beni özlemedin şehir biliyorum ama ben onu, hayatıma giren tek esmer
kadını daha gitmeden özledim.
13.12.1997
4 Ocak 2012 Çarşamba
Kaledeki Yüzler
Kaledeki Yüzler
Anlamadığım, anladıklarımdan o
kadar az ki; sanki söyleyecek çok şeyim varmış ve bunları unutmuş gibiyim. İlk
gözümü açtığımda yaşamaktı tek gayem. Yaşım ilerledikçe gayeler ve hayaller
kesişecek yer aradılar birbirlerinden habersizce. Kesiştikleri noktalardan o
kadar uzaklara düştüler ki; bir daha bulsalar birbirlerini bu kadar
özlemeyeceklerdi kim bilir? Ah sessiz sokaklar neler anlattım onlara geceler
boyu. Bazen bir bekçi oldu sırdaşım, bazen çöplerde hayatını sürdürmeye çalışan
sokak köpekleri. Neydi bizi hayata çeken? Kimin oyununa gelmiş ve yönümüzü
dünyaya çevirip, gözümüzü açmıştık boş bir odada. Aslında bir şeylere sahip olunamadığını
bilmek ne kadar kötü bir his. Durup düşündüğünde; bir bedene bile sahip değil
insan. En çok hüznü veren ne gidişler, ne de doğuşlar. En çok içine hüzün salan
yalnız yere düşen bir sonbahar yaprağı
ya da yalnız başına merhaba denilen bir akşam güneşi. Biliyorsun ki
güneş batacak ve ışıklar yanacak. Ve düşen sonbahar yaprakları ayaklarının
altında ezilecek, ta ki bir rüzgâr
yanından geçip de onları başka yerlere savuruncaya dek. Yaşamı anlayamadık
yeterince. Bir çift sana bakan gözbebeği varken hayatta, mutlusun ya da
sadece mutlu olunduğunu sanıyorsun. O
bir çift bakış senden ayrılınca ve uzaklara yönelince anlıyorsun bir başka rüya
daha görmüş olduğunu. Ve umutların göç
eden kuşlardan farksız kalıyor. Hayat hep bir tarafı tutuyor. Ona merhaba diyor
ve senin dalların bahar gelmeden
mevsimsizce açıyor ve geç kalmış bir kış hüznü yaşarken solup gidiyor. Yani
merhameti olmuyor dünyanın. Hepsi sıraya girmişçesine bekliyor olmayan düşlerin.Yaşadığın kültürün
nasıl da değiştiğini anlamakta zorlanıyorsun. Sen sen olmak peşinde koşuyorsun,
başka insanlar da oldukları benliklerini beğenmeyip, başka benlikler olmaya çalışıyorlar. Hayat
hep bir ikizi aramakla geçip gidiyor.
İkizin senin doğumunla ölüyor. Onun sen doğarken öldüğünü; ya içindeki
iyi ya da kötü sana yenildiğinde anlıyorsun.
Sen ve biz yıkılmaz denilen
kalenin belki de son bekçileriyiz. Kalenin surlarında iki yüzün izleri var.
Biri kuzeye, öteki güneye dönük. İki lisan var konuşulan, kelimeler tanıdık ama
cümleler yabancı bize. Sarı bir güneş ve onun rengini kıskanan bir bulut gibi
hayat. Hep istekler ve ardında son bulmayan düşler. Siyah ve kanatlı bir kapısı
var kalenin. Kapının hemen arkasında sen ve biz duruyoruz, kayıp düşlere sahip çıkmak ve onları nihayete
erdirmek için. Düşler birer birer çoğalıyor. Feryat sesleri yükseliyor. “Artık
yeter!”, diye haykırıyor kimisi. Hepsi de bir öncekinden daha da sabırsız
olacakları anı beklerken yürekleri kanıyor. Beklentisi olan sadece onlar değil
mutlaka. Baharın gelmesini, çiçeklerin bin bir renk ve kokuda açmasını bekliyor kozasındaki
böcek. Sıyrılması gerek, benliğini adadığı varoluşunu tamamlaması için o ipeksi
kozadan. Önce tenini acıtan bir hal alıyor birkaç zamandır etrafını saran o
ipek. Sanki gelecekteki güzellikleri haber verir bir yumuşaklıkta. Ancak
etrafını sarmış durumda. Ne kadar da yumuşak olsa hapis olduğunu biliyor o ipek
böceği ve onu saran kozası.
Koza hanenin ışıkları yanıyor.
Sen ve ben o bitmek bilmez nöbetimizde
yeni bir sayfa açtığımızda, etrafa hüzün ve ölümün kokusu yayılıyor. Burası
düşler ve etrafını kozaların sardığı bir kale. Kalede iki yüz asılı biri bana
bakıyor, öteki sana. Kaynayan sular içinde can çekişen ipek böceklerinin
sesleri karışıyor geceye. Çığlıklar adeta yüzyıllardır süren ipek böceğinin
ölüm yolcuğunu birkaç dakika içinde özetleyiveriyor. Böceğin çırpınışları; gece
vakti koza hanede çalışan kızların dillerinden söylenen başka şarkılarla yol
buluyor. Kalede iki yüz aslı biri kuzeye
dönük, öteki güneye.
Yeraltından gelen sesler ışıklı şehirlerin gürültüsünden
farksız. Kaleyi bekleyen iki yüz anlıyor sesleri ve onların geldiği şekli. Asıl
adı yaşam olan bu kardeş ölümün son bir haykırışı belki. İpek böcekleri
sonlarını biliyorlar. Bu denli yaşam olmanın nedeni de bu belki. Feryat her yerde. Bir yangından farksız. Son
çıkan rüzgârdan sana arta kalan; iki çatlak oluyor dudaklarında. Kanının; tadı,
tuzlu bile acı değil oysaki. Yaşama dair bağların hepsi bir bir kopuyor. İnsan içinden “Başıbozuk yaşamlar vardı.”,
diye geçiyor. Susan, ölünce; hep en çok haykıran oluyor. Yaz gecelerinin ufak ve unutulmaz bekçileri
gibi olan akrepler hiçbir zaman kalenin duvarlarını yalnız bırakmıyorlar.
Burada yaşamda olduklarını biliyorlar. Kim arta kalacak ki düşlerinden de
ötede? Bir deli rüzgâr kopuyor. Kalenin duvarları sallanıyor. Sallanan
duvarlara iki yüzün sedası yapışıyor. Gün; yüzünü geceden almaya kararlı. O
kadar berrak ki ay bırakmak istemiyor geceyi. Ama gün kararlı. Dönecek bir gün
kovulup, lanetlendiği dağlara. Dağlarda meşaleler yanacak. Meşaleler; labirent
gibi karmaşık olan hayata yön verecek, ışığı gören ilk düş nihayete erecek. İlk
düş; kozasından sıyrılan ilk ipek böceği olacak. Elinde taşıdığı meşalesi
yanacak ha yanacak.
Kalenin soğuk yüzü al al
yanıyor. Kozaların şanslı olanları; bir dut ağacının dallarında kalmışlar.
Şanssız olanlar; kaynar kazan içinde bulmuşlar bedenlerini, daha kanatları
olmadan, başka diyarlara uçmuşlar. Bahar gelecek! Şu karanlığı yarabilseydi
eğer güneş, verebilseydi aydınlığını kimsesiz düş kalmayacak, sen ve biz başka
düşlere dalacak, onların efendisi olacaktık. Efendi önümüzde eğilecek, etekleri
yerlere değecekti. Gece daha yeni bitmiş, kuşlar akşamın yorgunluğundan
kurtulmak ve aç olan karınlarını doyurmak için açmışlardı kanatlarını yeni bir
güne. Kalenin iki ucundaki yüzler, gündoğumu ile ortadan kaybolmuşlardı.
Kızlar; koza haneden çıkmışlar, birbirlerine kaledeki o biri kuzeye, diğeri
güneye bakan siluetler hakkında hikâyeler anlatıyor, kimisi gülüyor, kimisi umursamayacak kadar
yorgun bir halde evine doğru gidiyordu. Gece; günü getirmiş, fakat gelirken
güneş ışığını unutmuştu bir başka karanlığın içinde. Kapalı bir hava ve yer; kan, çamur içindeydi. Köşe
başı birileri tarafından tutulmuştu. Ayak sesleri yaklaşıyordu. Olduğu yerden
dikildi düşler, sen ve biz ayaktaydık daha uyumamış, uyumak için vaktimiz
olmamıştı. Birileri köşe başını bekler halde uyumamızı bekliyordu sanki. Kah
bir yürüyüş, kah bir kavganın tam
ortasında terk edilmiş hayaller ve onların yegâne bekçileri olan sen ve biz. Bu
soğuk bu kasvet dolu gecenin sabahını ne
de umutla beklemiştik düşlerin hapis olduğu kalenin duvarlarını. Kozalarından
duyulmaz çığlıklarını atan ipek böcekleri yoldaşımız olmuştu. Yollarda kızların şarkılarının ufak tınıları
kalmıştı. Kalede iki yüz, yüzde iki soluk bakış. Şimdi bunların hepsi bir hayal
gibi olacakları zamanı bekliyorlar.
Yüzler her günkünden farklıca
bir başka düşün matemini almışlar yüzlerine. Adı sonsuzluk olan ve varoluşların
en son durağı olan yere erdikleri için olamaz bu. Çünkü biliyorlar sonsuzlukta
bir daha ölünmeyeceğini. İpek böcekleri daha önce anlatmıştı onlara binlerce
defa. Adı suskun bir şarkı gibi sessiz ve kimselere anlatılamayacak kadar ayıp
ve hüzünlü bir ifade almışlardı. Sanki bir sürgün vardı ve sürgünün son durağı
olmuştu bu ölüm ve karanlık kokan kale.Yorgun düşenler ve hatta yorulamadan
ölenler olmuştu kaleye ulaşılacakken, son bulan yolda. Tersine dönen hiçbir şey
yoktu ve her şey aynı görünüyordu. Kaledeki yüzlerin aksi matemlerini güneşe
savuruyordu. Birden gök yarılıverdi. İçinden kara giysiler içinde bedenler
aşağılara doğru eğildiler. Başlarında kara
maskesi yüzünü örtmüş efendileri geliyordu. Koza haneden çıkan kızlar ne göğün
yarıldığını, ne de kara elbiseli adamların yola indiklerini göremediler.
Kalenin duvarlarındaki akrepler birden telaş içinde kaçışmaya başladılar.
Duvardaki yüzler kulakları yırtarcasına çığlıklar atıyorlar hapis olmuş
ruhlarının bedene kavuşmasını istiyorlardı. Güneş kendini buluta teslim etmiş
ne kaleye, ne de kızların ilerlediği yollara vuruyordu. Baştan aşağıya kan
rengine bürünmüştü akreplerin gözleri.
Başka bir lisan aramaya
başlamıştık sen ve ben. Kendi lisanımızı kimse duymuyor içimizde ölen ve
yeniden varolan ahlarımızı anlatmak için yeni yollar arıyorduk. Yollar bulunamıyor ve bildiğimiz tek lisanı
unutur hale geliyorduk. Birden senin ellerin ve benim gözlerim kanamaya
başladı. Kimse neden olduğunu anlamıyor kızlar birbirlerine ayıp şarkıları
olabildikleri en masum hallerinde söylüyorlardı. Sözlerindeki; insanları yasak olana iten
sözler hoşlarına gidiyor, beyaz tenli olanların yüzleri kızarıyordu. Senin
ellerinden dökülen kanlar ardımıza izler bırakmış, benim gözlerimden akanlarsa
kalenin duvarlarından kaçışan akrepler için besin olmuştu. Hepsi yüzüme
üşüşmüşlerdi. Bekleyiş sona ermiş,
geceyi güne teslim etmenin rahatlıyla ayrılmıştık, bize verilmemiş doğamızdan aldığımız
görevimizden. Karalar içindeki adamlar birden güneşin vurduğu ışıkların olduğu
yöne doğru döndüler. İçimizde başka bir yok oluşa dair yeni izler bulmuştuk.
Gözlerim; kan kırmızısı içinde bu koşunun ne vakit biteceğini bekliyordum.
Efendileri birden doğruldu. Tüm yaşayanlar gözlerini efendiye çevirdi. Kızlar
şarkılarını, ipek böcekleri feryatlarını. Herkesin içinde anlatılmayacak anılar
canlandı birden. Efendi yok olmaları için önce birkaç ipek böceği, sonra da
birkaç şarkı söyleyen kızdan seçti. Seçilenler artık bir daha yeni bir yolun olmayacağını
anlamışçasına, suskundular. Efendi ne çığlıklara ne de senin ellerinden benimse gözlerimden akan
kanlara aldırmadan sonlarına dair emrini verdi. Kara içindeki adamlar; önce ipek böceklerinin, sonra da kızların sonu
olması için verilen emirlere doğru yol almaya başladılar. Akrepler bile bu olay
içinde dehşete düştüler ve birer ikişer yüzümden yere düştüler.
O an belki de olmasını kimsenin
düşünmediği bir şey oldu. Adamlar tam ipek böceklerini ve kızları almışlarken; içlerinden
birisi:”Neden!” diye sordu. “Neden bunları bu şeklide yaşamak zorundayız!”. Ne
karalar içindeki adamlar ne de onların efendisi böyle bir duruma kendilerini
hazırlamamışlardı. Birden bir sessizlik oldu. Efendi adamlarının olduğunu ve
bir avuç böcekle, onları ipeğe döndüren insanlardan korkmayacağını söylediler.
İşte o an birden alev aldı her yer. O an; kızlar adamların ellerinden kurtuldu
ve haykırdılar. Güneş kaledeki yüzümüze vurmaya başlamıştı. Yüzümüz adeta akan
bir su olup böceklerin ve kızların üzerine döküldü. Akrepler; birden yağız
atlara döndü, geceyi yenmek için ipek böcekleriyse onları sürecek olan
süvarilere. Herkes karalar içindekilerin
üzerlerine yürüdüler. Karalar içindekiler bu denli bir Kalabalığı
beklemiyorlardı karşılarında. Geri adım attılar. Efendinin adamları birden saf
değiştirdiler. Birden ışığa ve aydınlık içinde olmaya ne kadar da çok
ihtiyaçları ve nedenleri olduğunu anladılar. Birden efendi yapayalnız kaldı
gündüzün ortasında. İşte o an sen ve ben yeniden beden bulduk yeryüzünde.
Anladık ki aydınlık içinde olmak karanlıklar içinde bir duvarın üstünde
olmaktan çok daha güzel. Anladık ki; kızların şarkıları ve son defa çıkılan o
yalnız yol; bizi biz yapmıştı. Gece yerini gündüze teslim etmişti. Kızlar
evlerinde, böceklerde bir başka kızın boynunda bulmuştu kendilerini. Artık
kalede asılı kalmış iki yüz değil, sonsuzluğa giden bir sevgi içinde iki aşık
olmuştuk.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)