28 Ocak 2012 Cumartesi

GEÇ KALMIŞLIK...Kendine dair istediklerin o kadar azdır ki; sen bile bunların olmaması halinde şüphelenirsin.


Geç Kalmışlık



Her yer karanlık; bir boşluktan uçuşan birkaç yüzden başka bir şey yok. Nerede ve kim olduğunu bilmeden, bunun önemli olmadığı ve hiç umursamadığın yerlerde olmak. İşte hayatın sana sundukları.  Buram buram senin koktuğun yerlerde olmak. Ne işi olduğunu bilmeden harcanmış çağların hesabını sorarak, nerede, nasıl ve kiminle olduğunu bilmeden çiçeklerle örtülü bir dağda gezmek. İşte bunlar da senin; hayattan isteyip de alamadıkların.
Gerçek bir geç kalmışlık var sanki. Hiçbir yer beni almıyor içine. Yaşamla küs olmama rağmen beni terk etmiş gibi.  Sanki dağları dolaşan bir gezginim. Başkalarına berduş, kendime göre ermişim. Ererken gözlerimle bakamamayı öğrendikten, yaşamın bir düş olduğundan haberli oluşumdan, başkalarının gördükleri beni avutur hale gelmişim. Bunları bilmişim ancak kimselere söylememişim. Sanki bir tren varmış. Beni hiçlere götürecek ve ben ona hep ama hep geç kalmışım. Ya bacaklarım tutmamış ya da yola çıkacakken geleceğimi evde unutmuşum.
Neden sanki yaşanılan var oluşlar; hiç yaşanmazların kanıtı olmuş? Her şey ve herkes kendini ilk sırada görürken, sen; kimsesizliğin sonbaharında bu denli sinirli ve bir o kadar da acı çeker bir hal alırsın? Her köşe başından insanlar ve onların addettiğimiz müsvetteleri. Birer birer fırlıyorlar geceye onları gömdüğümüz yerlerden. Ardına düşüp seni adeta soluksuzca bırakırcasına kovalıyor müsvetteleri ve anıları.
Sorular sorarsın kendine. Aslında cevapları hiç yoktur bunların, bilirsin. Kendine dair istediklerin o kadar azdır ki; sen bile bunların olmaması halinde şüphelenirsin.
İnsan bazen yanlış yazmak istiyor,  bazen yanlış konuşmak istiyor. Neden her şeyin doğrusu olmalı ki; hiç kimsenin dürüstü olmadan. Her dürüstte bir yanlış ve her yanlışta; bir doğru aranırken, doğruları oynayıp yorulmak neden birkaç kişiye has bir durum olsun ki.


Beklentiler vardır hayatta. İnsanlar yaşarlarken akıllarının içini doldurdukları ile yaşadıklarını bağdaştırmaya, onları bir örnek giydirilmiş ikizler haline sokmaya çalışırlar. İkizlere asla sorulmaz;  “Aynısını giymek ister misiniz?”, diye. Yani; yaşamı, düşlerle bir kaba koymak gibidir, başka hayalleri kurabilmek yani aynadaki aksidir; yaşadığın gündüz, yaşayacağın gecenin. Yaşam neresinden tutuğuna dair hiçbir beklenti ve umur içinde değildir oysaki. Ancak doğarken; hüzünleri tek başına yaşamak insandan başka hangi canlının başına gelmiştir ki? Sen bir başka dünyadan, yeni bir dünyaya adım atmak için var gücünle kapıları zorlarsın. Dışarıda seni bekleyen ne var bilemezsin. Bazen adı gözyaşı, bazen de gülücük olur anne ve babaya atılan. Her yer senden bir haberdir. Çok şanslı ya da şanssız olacağına dair içinde herhangi bir beklenti yoktur. Şanslı olmak ya da olmamak senin için o an herhangi bir anlam içermeyecektir. Çok az şanslının başına gelir doğduktan hemen sonra yaşanabilir fiziksel acılar. İşte o an kazınmıştır beynine acı. Canın bundan sonrada zaman zaman yanacaktır. Bunları elbette ki sen istemezsin. Ama acı; hayatın vazgeçilmez bir gerçeğidir, yaşanmak üzere seni beklediği.



Limanlar var belki. Ve o limanlarda seni bekleyenler var. Kim bilir?  Belki sen o limanlara varamayacak kadar aç ve yorgunsun. Belki açıldığın doğu denizi karanlık. Suskunsun ve yenilmişsin. Bu berbat yaşam, neden kime karşı bir direniş olmuştur sanki ? “Kime istediğini vermiş ki?”, dersin ve bir sigara daha yakarsın. Evinde bir kedi vardır. Kedi suyu içer. Su dereye karışır, ev yanar, duman dağa kaçar, dağ bir deprem olur, tekrar eve gelir kedi, evden ne zaman kaçmıştır sen bile hatırlamazsın. Yaşam senden habersizce oynanan bir oyun olmuştur. İçinde sen ve senden olan birkaç kişiden oluşan bir takımla oynan.
Yaşam, adeta bir küfür olup kulaklarına vurmuştur. Yaşam eş değil midir küfretmeye? İşte o an gelmiştir. Kendini bilmezler karışmıştır geceye. Belki bir parça hayal kurmuşsundur. Almış olduğun yenilgilere inat küfretmeyeceksindir. Küfürlerin boğazına takılıp kalmıştır bile.
Yenilgiler; sana alışıktır oysaki. Bünyen bunu kaldırmasa da, yenilgilerin bünyesi seni kaldırmıştır çoktan. Kim bilir yenilgiler daha kaç yaşamın içindedir aynı bu halde.
Duman, kir, is ne garip kelimelerdir. Yazamamış ve yaşayamamışlar için kaç gecenin mazotla tutuştuğu bir garip sobanın içerde uyuyan ve belki şu an hiç olmayan kedinin olduğu bir evde. Kimim ben; sobamı, mazot mu, kedimi yoksa çoktan dağa kaçan yaşlı kedi mi?


Doğarken elimize tutuşturulan hayatın kullanma kılavuzunu iyi incelemek gerek.  Bilmediğimiz, aklımızın ermeyeceği ve anlamakta ne kadar zorlanacağımızı belirten yazılar var o başka lisanlarda, başka insanlar için tercümesi mevcut kılavuz içinde. Kimseyi umursamadan okumak gerek. Kimse neden olduğunu ya da neler olabileceğini bilememeli hayatın. Sır ve bekleyişlerle örtülmeli içinden hiç çıkamayacağın sokaklar. Bir parçasında ekmek olabilmek ve yıllar sonra gelen zamanlarda anılarını; sana sunulmuş bu hayattan terk edilişine inatla savurmak gerek tüm yok oluşlara ve yok olduğu sanılanlara...
Birden duruvermek gerek gezdiğin bir serginin, senin için olması muhtemel olmayan ve önündeki süreçlerin birinde asla karşına çıkmayacak, bir zaman makinesini tanıtan ve boyu senin boynundan öteye geçmiş, bin asırlık bir varolma çabası içinde belki karının doyurmak için değil de yaşamını, en iyi şekilde idame ettirmek için, denizler kadar ulu, başaklar kadar sarı ve ipeklerden daha da ipek tenini bir zaman makinesi önünde zamanını ve güzelliğini sunan o insanı var edene haykırmak...
Ne kadar da güzeldi... Nerelerden geliyordu bu tür varlıklar. Tanrının; “Evet ben varım!”, demesinin garip başka bir yolumu bu? Uzak, çok uzak. Sanki; sende ve bizde olmayan değerlerle ilgili bir durum ve hal bu.
Yürek tün cesaretini toplayıp, ellerine kına olmak isterdi.  Anadolu‘da bir köyde ya da ezip geçtiği bir parça keder ve kuraklık içerisinde yoğrulmuş topraklarda. Ellerinde yanan bir tutam ateş içinde ya da damarlarında dolaşan bir damla buruk kan olmak isterdi. Yahut bir başka dilde ama yabancı olmayan bir türkünün herhangi bir dizesinde yanan, tutuşan bir yürek olmak isterdi insan..
Yol gizli, sır gizli yürekte ve senin olmayacak düşler ve sana o düşlerden kalan birkaç umuda dair gülümseme.
Oysa sen dağlar ve arkalarındaki o kimselerin yüreğine alamadığı dağları yıkan, uğruna dünyaları yakan değil misin? Ne adalet ama! Birkaç deste paraya yenik düşmüşsün. Zafer sende sen asıl var olansın bir başka türkü tutturur dilin bir başka sevdanın içinde bulursun kendini. Sen var olma mücadelesinde rakibin olanlara karşı bu hayat oyununda zaten yenik başlamışsın varolmaya ama senden hep korkmuşlar. Onlar için bir tehdit olmuş ve suskunluğunu zafer addetmişler kendi ufak dimağları için. Aslında sen hiç susmamışsın. Bağırmışsın. Ve hatta bazen senden olan sesler, onları rahatsız etmiş. Sen konuştukta ben; ben olduğumu, aslında onların hiç olmadığını anlamışım ve orada tüm güzelliğini sunan ve asla benim olmayacak olana, asılında benden başka kimsenin olmadığını anlamışım.


Dil, bir suskunluk içerisinde. Kelimeler dünyanın başka yerlerinden gelmişçesine yabancı ve yabani. Her şeyde bir başka yosunun ayaklara dolanması var sanki. Bekleyişler sarmış tüm benliği. Oysa yola çıkmışken cesur ve güçlüydü bedenini saran ruhun. Birçok aşk hikâyesine adın yazılmıştır. Deniz kenarlarında esen hafif gece rüzgârları, sen o aşk hikâyelerinin içindeyken garip bir huzur ve sevinç vermiştir sana. Bunları o kadar çok yaşatmıştır ki hayat sana; her sene mevsim yaza döndüğünde deniz kenarlarında olmayan şehirlerde bile geceleri terli yüzüne çarpan her esinti sen; o aşk hikâyelerinin içinde olmasan bile sana benzer bir huzuru çok görmez. Artık damağında hayatın ve anların tadı karışmıştır. Hangisi daha huzurludur karar veremezsin. Terli bir yüreğe çarpan nemli bir esinti mi, yoksa terli bir yüze çarpan şehrin rüzgârı mı?
Sel içerisinde yaşadığın ve tüm yazdıkların. Yalıyarlara çarpıp batmış bir halde tüm varlığın. Adını koyamasan da korkarsın. Sana geceler düşman, benliğin adeta bir yabancı. Oysa saçların ve onların rüzgârlara değme olasılığı var ve sen bu olasılıklardan kaçmak için ne kadar da isteklisin. Sabahın ilk dakikalarını sen yapayalnız ve bir pencereden herkesin gördüğü rüyaların olmadığı gerçekler yaşarsın. Beklersin. Bir yerlerden çıkıp sana koşar adımlarla gelmelidir mutluluk. Sen; mutluluktan da korkarsın. Mutluluk; daha sen ufakken bir takım tehlikelere gebedir diye anlatmışlardı sana. Sen sana ait olanı düşünmeden ve kendinde bir hak bulmadan yani temellendirmeden arasın ve gecenin saatleri arkasında saklanırsın. Saklandığın yerlerde seni bulup sobelemek için, hayatın başka bir oyuncusu gelmeni ve bu oyuna başlamanı beklemektedir. Sen saklanılacak yerlerine; “Kimseler bilmiyor!”, diye gayet kendinden emin adımlarla ilerlersin. Saklanırsın da. Ancak seni sobelemek için bir başka hayal göreve başlamıştır bile. Sana düşen işte o yakalanma anını iyi yaşamaktır. Belki de yakalanmak için kendine bir fırsat vermektir kim bilir.

İçinden yalvarmak geçer bazen. Her zaman gidip de oturduğun, otururken düş âlemlerinde yorulduğun yelerde sesini duyabilecek her nasıl olursa olsun bir canlıya yalvarmak. Bir karınca ya da bir karga kardeşe kime ve neye, ne şekilde olursa olsun yalvarmak. Yakarışlarını kimseler duymaz. Sesin boğuk çıkmaktadır çünkü. Herkesin yaşadıklarını yaşasan ve herkesin söyleyemedikleri senin yakarışların olsa dinleyenlerin, duyanların ve sana katılanlarının sayısı seni şaşırtacak kadar çoğalacaktır. Ancak acıların sadece ve sadece sana özgüdür. Geçmiş zamanlarına ağlamak sadece sana has bir başka durumdur. Ancak o zamanın içinde başka bir hayatta varsa, o zaman yakarışlar ve gözyaşları kesişebilir. Ancak bunun aynı zamanda olma olasılığı o hayatla kurduğun bağ ile zamanlanmıştır. Her gün seni bir başka geç kalmışlık içine sürükleyip gider. Günler geçtikçe hayat anlaşılamaz. Ta ki; ardına dönüp bakabilecek kadar bir zamana sahip olursun ve o zaman anlayamadıklarını anlama şansın olur. Adına geç kalmışlık dersin. O zaman kurduğun cümleler ve o cümlelere özne olanlar, o durumun oluşmasında paye sahibi olanları bulamazsın. Hayat sana her zaman aynı türden şansları sunmaz ne yazık ki!
Kendin hariç aklın her şeye erer. “Bu kadar çok uzun bir zamana mı sahipti hayatım?”, diye sorarsın kendine. İşte üzüntün bundan sonra başlamalıdır. Canını yakması gereken o zamanı nasıl da boşa harcadığın olmalıdır ki; harcadıysan eğer. Ancak her zaman olan talihsizliğin merak etme seni o zamanda yalnız bırakmayacak ve adı son pişmanlık olacaktır. Yani ona bile hakkın olmayacaktır.  Sana sorulmayacaktır bile. Sana düşen; fayda etmeyecek olan o son pişmanlığını yaşamak olacaktır.
Tersi de olabilir kuşkusuz. Hayat sana dolu dolu zamanları armağan etmiş ve sen de onu iyi değerlendirmiş olabilirsin. Doğumunda tattığın acılar belleğinden çoktan silinip gitmiş olabilir. O zaman yüzüne gelip yerleşen gülümseme; yaşanılan bu kadar çok acının bir ödülü olacaktır. Özgür olabilir ruhun o vakit. Hiçbir geç kalmışlık hissetmezsin yüreğinde. Aşka ve kedere gerekeni vermişsindir. Hepsi birbirini tamamlamıştır bir de bakarsın ki. Sana düşen kısmını tüketmişsindir hayatın.  Ancak bu sefer bir başka hissedersin. Varlığın; bir yoklukla son bulmamış, aksine yaşama dair yeni ayrıntılar katmışsındır. Bunu kimseler bilmese de sen yaşamışsındır. Artık çok rahat uyuyabilir ve hatta uyanmayabilirsin. Ruhun başka yerlere doğru yol alırken, sahip olduğun; sana ölümsüzlükte dahi yetecek olan bir huzur kalmıştır. Artık mutlu ama yaşamış bir ölü olmuşsundur. Hepsi bu!

20 Ocak 2012 Cuma

Olmayacak..."Ya sus olursun ya da en iyi saklandığın yerde bulup sobeler seni hayat ve pus olursun. Oysa ne de iyi saklanılmıştır değil mi?"


Olmayacak


Olmayacak. Hiçbir şey istenilen gibi olmayacak. Hiç kimseye haber vermeyecek ölüm. Suskun kalan bedenden başka bir şey olmayacak. Bir koşudan farksız olacak hayat. Her yerde akıl almaz bir telaş,  telaşlardan arta kalan yorgunluk olacak. Üzerine bir yorganı çekebilmenin rahatı olacak huzur denilen. Sokaklar olacak, senden ve bizden habersizce dolaşılan. Ve insanlar olacak adları bile sayılmayan, kimileri için önemin kendisi, kimi için de anılmayan olacak.


Direnerek ölebilmek. Sanki akıl almaz bir buhran ve ortasında tek kalmış bir yaprak. Ne komik hayatı bu denli acımasızca yaşarken; aklımıza, hayalimize âşık olmayı getirebilmek. Oysa neye hakkımız var ki; yaşam dediklerinde senin ve bizim. Başka bir tendi seninle yüz yüze kaldığımız o sular. İçlerinde binlerce balık ve ölü denizcinin, denizkızlarıyla dans ettiği sulardı o sular. Nasıl da özlemiştik onları, ne de hasretle sarılmıştık bir birimize. Yaşam buydu. Zeytin lezzetinde. Dilimin ucundan tüm benliğime yayılan; o lezzet, o koku, senin tadın ve kokun. Bana içinde defalarca boğulmayı isteten o sular. Artık biliyorum, ölüm ve yaşam arasındaki farkı anladığımız ve ancak öldüğümüzde görebildiğimiz; o kimi zaman ince, kimi zaman kalın çizgiyi. Yaşam senden ve bizden önceydi ve sonrada olacak. Ta ki; kendi sonuna imza atana dek, zaman ve insanoğlu. Yaşam senden ve bizden de daha acımasız olacak, yok edeceği hiçbir düşü kalmayıncaya dek. Her doğumun ardındaki sevinç aslında yeni imzalanmış bir ölüm anlaşmasına sevinç olacak. Hayat bizlere kısa bir süre için kiralanmış olacak. Kimileri bedelleri yoksullukla, kimileri varlıkla ağır bir şekilde ödeyecekler. Her gün ölünecek. Doğduğunu hatırlamayacak insanoğlu, ölümünü başkaları anımsayacak. Beden büyüyecek, bir büyü olacak görenler için. Büyü ilerledikçe bedenin yaşlanacak. Her gün biraz daha öleceksin. Yaşama dair ödenecek bedel ölüm olacak. Bedelsiz vermeyecekler hiçbir şeyi, yaşamı bile. Hatta bir şey için ödediğin en ağır bedel olacak ölümün. Sahipsiz bırakılmış bir düşü bile kurarken ödeyeceğin bedelleri önceden kabul etmişsin sayacaklar. Sen ise bunlara akıl erdiremeyip sadece bakakalacaksın. Bakarken yorulacak, dizlerin üzerine çöküp öyle kalacaksın.


Birileri mutlaka bedelleri ödetti ve bir başkası da ödedi her zaman. Ödeyen; “Neden?” diye soramadı. Borcu ödemeye o kadar dalmıştı borcu ödeyen, yaşamaya vakti kalmadı. Borcunu sorgulamayı ya hiç istemedi ya da isteyecek oldu yeni borçlar buldu yorgun ruhunu. Oysa bedellere alışmıştık. Ama bir yerde;  “Fazla artık!”, demeye başlayanlar olmuştu. Sesi çıkanlar, ilk olmuşlardı kafaları boyunlarından ayrılıp yerçekimine uyan. Gerçi ses çıkacak kadar da gür olamamıştı. Hiçbir zaman beden iyi beslenememişti.  İyi gıdalar başkalarının emeğiydi ve başka boğazlardan geçiyordu, hak ve hukuk edilmeden, sahipsizce..
Sahipleri çıkacak elbet, uğruna yıllar, terler ve kanların döküldüklerine. Varsa yoksa bir telaş olacak hayat denen karmaşa. Karmaşadan arta kalan yalnızlık ve yalnızlıktan arta kalan hüzün olacak, başka bir şey olamayacak. Oysa sen ve ben dalgalanan sularda tüm doğamızla bir arada olabilecekken; sen ayrı,  ben ayrı düşlerin sahipleri için bilinmedik ve hummalı çabalar içindeyiz. Başka şeyler ararken hep aynı şeyler olacak sen, ben ve düşler.  Umut adına verdiğimiz savaşlardan yorulanlar ve ölenler olacak ama onlar ya bu hummalı koşuya çıkmamış ya da çıkıp geri dönmüş olacak.


Evler olacak. İçlerinde insanlar, karıncalardan farklıca. Onlar gibi olan insanlar, düşlerin ardından gerçeklerden paylarını alacak. Ev kurmak üzerine söylenecek tüm fikirler. Fikirlerden arta kalan gerçekler olacak, gerçekler gün geçtikçe büyüyecek, büyü çoktan bozulmuş olacak, düşlerden arta kalanlar başka hayalleri başka insanlar adına yapmak için koşacak, koşacak ve düşecekler düş kurdukları o minik beşiklerinden aşağıya. Asla sen ve benim gibi olamayacak.
Düş kurarken ölmek istemeyecekler varoldukları andan itibaren. Adımız deliye çıkacak;  biz eskilerin dediği gibi kendimizi yiğit hissedecek ve ilk kafaları kopacaklar listesinde bir numarayı bulacağız. Sen ve biz düşlerden başka yerlerde olmayacağız.


Numaralar olacak telefon defterlerimizde. Her an değişmeye hazır ve yırtılmaya aday sayfalarda olacak tüm dost ve aşklarımızın ismi. Ağlayan yüzlerimiz olacak, yüzlerimizin gülüşlere kardeş olmasını bekleyeceğiz yıllarca. Hep aynı sözler çarpacak duvarlardan kulaklarımıza. “Her şey güzel olacak, bu sefer farklı olacak!”,  diye bağıracak tüm haber bültenleri. Dertlerimiz sadece bizi ilgilendirecek başkaları bu konu hakkında ne yorum, ne de yaşam bildirecekler bizlere hayatlarından kesitlerle. Gördüğümüz kesitler daha kötü yaşamlara ait olacak, gözlerimiz kararacak ve midemiz bulanacak.
Numaralardan hayatlar gidecek bir bir. Aklına gelen sadece yaşama dair ufak ayrıntılar olacak, ruhun bedeninden başka yerlere giderken. Bir an gelecek toprak içinde çürümeye yüz tutmuş bulacaksın bedenini. Bedenin sanki sesin çıktığı ve hatta defalarca âşık olduğun o beden olmayacak. Hiç umursamayacak böcekler; etlerini, kemiklerden kemirmeye başladıklarında, ne seni, ne de her zaman başka başka canlanan ölü düşlerini. Başka bir şey olmayacak öldüğünde ruhun bedenini terk edecek ve doğumundan itibaren başladığını ölme yarışı sona erecek. Birden ölmeyeceksin yani. Yaşarken teker teker kopacak hayattan birkaç bağın daha. Sesin hiç de gür çıkmayacak eğer yaşlanabilirsen günün birinde. Ellerinden dökülen kimi zaman kan, kimi zaman da ter olacak ölene dek. Ya kalp kırmak ya da almak için dönecek dilin. Dilin bir gün umursanamayacak. Susmuş olacaksın yani. Bir kaza diye addettiğin hayat senden habersizce çekip gidecek ya da sen aynı yerde kalacaksın, hareketsiz ve düşsüz. Tabi bir sefer yok olacak herkes, bazı düşler gibi yeniden doğacak binlercesi yine aynı mekanizmanın dişlilerini çevirmek üzere. Başkaları olacak hayatta. Sanki dünya hiç gitmediğin bir düğün ya da mezun olduğun liseye, tekrar uğramak gibi bir şey olacak. Kimse seni ve bizi tanımayacak. Yok, olmak da değil bu. Düşünsene bir defa; yok olmak için yaşanır mı?


Varsa yoksa karın tokluğu. Tüm insanların ortak birleştiği tek ve yegâne nokta. Herkes acıkıyor ancak kim gerçekten doyuyor? Yaşamda böcekler kadar şanslı olan ne var ki? Onlar hep bedenlerden doyuyorlar yaşam içinde.....
Sinemde açan yağmurlar sanki bilmediğim dağlardan aşıp tenhalarını ıslatıyor güneşin. Güneş ellerin kadar yakamıyor yüreğimi. Dilin bir başka bıçak defalarca deşeliyor benliğimi. Sanki biz değiliz bu bedenlerden ayrılacak ve bu toprakların içlerinde bilinmediklerimizi besleyecek olan. Oysa ya yüreğimizi kemirirken gidenler. Başka ne bırakacaklar artlarında. Ah onlar, bizi biz eden bu amansız tutku içerinde kimsesiz bırakmaya ne de çok alışıklar. Hep aynı şeyleri başka şekillerde yapmadılar mı ya! Sıcak memleketlere taşınma hırsıyla beslerken yüreklerimizi, onlar; başka eller tutacaklarını ilan ettiler yüzümüze. Ağlarken görmediler bizi, bizden hep uzaktaydı oluşları. Suskunluğumuzu kin saydılar adlarına, anılarına yapılan. Oysa ne kin, ne de kavga yapacak kadar seviyorduk onları. Bir parça tutku, bir parça yasemin kokusuydu güle benzer tenlerinde aradığımız. Onlar hep gittiler başka hiçbir şey olmadı. Kimsesiz kalışımızın adını bile koyacak vaktimiz olmadı; onlar oralara giderlerken. Kendimizi ne kadar da güçlü hissettirdiler bize. Oysaki onların onlar olmadığını kabul edecek gücü onlar yokken bulduğumuzda kendimize; “İşte!”, dedik. “Yaşam devam ediyor, beden yaşlanıyor başka hiçbir şey olmuyor..”
 Hayat belki de;  üç dilim ekmek parçasının dilimin ucunda olması ve ağızda dağılmasıydı. Ya da kırlangıçlarla konuşurken, bir kelebeğin içinden geçen küfürleri haykırabilen dil olmaktı, kimselerin bilmediği lisanlardan çevrilen. Yaşam ne de garip oyunlar oynar hep. Ya sus olursun ya da en iyi saklandığın yerde bulup sobeler seni hayat ve pus olursun. Oysa ne de iyi saklanılmıştır değil mi?


Bir düşün içinde kaybolup yitmelerin zamanı belki. Kâbusların adı gidenlerin hep o buruk tadı değil mi ki? Yaşam belki de yaşamaktan bir veda bizlere. Bizler ki; üç beş duruma, birkaç kötü düşe rağmen severdik onu. Ve bazen güneş doğarken; içimizdeki yaşama isteği, dağların arkasından zümrüt ve onun eşi Anka kuşunu yakalayacak kadar da hevesliydi. Sözler havada savruluyor. Birazdan burada olmayacak ve hatta hiçliğini yaşatacak hayat. Hey hat! Bu ne amansız bir tavır, bu ne kayıtsız bir gidiş. İçimizden ürperenler sen değil misin yoksa? Sustu içimde koşup duran, bağır çağır benden uzaklaşan itfaiye aracı. Artık yangınlar da çıkmıyor. Yüreğimde değişen hiçbir şey olamayacak, yine aynı kalacak her nesne bıraktığın gibi.
Iramaklar akacak ve otlar büyüyecek bir büyü olacak, bahar girecek kanına ve söz bitecek baharın başladığı yerde..


Öyle sevdik. Bazen öldük öldük dirildik. Ruhlarımız başka yıldızlara eş oldu, başka yıldızlar bizi hiç mi hiç sevmedi. Düşleri değiştirmeye çalışıp ellerimizi her uzattığımızda yokluk olacak sahip olduğumuz. Başka hiçbir şey olmayacak! Düşler kurulacak yine yanıp tutuşan yüreklerimizde. Biri gelip kandırmaya çalışacak, biri ölmemiz için ikna etmeye çalışacak ve sevgi yine ağır cezada daimî hapse mahkûm olacak, yüreğimizi göğüs kafesimize hapsedeceğiz.
Olmayacak. Değişen hiçbir şey olmayacak. Rüzgâr yeniden esecek, yağmurlar ıslatacak. arta kalan sonu gelmemiş düşler olacak. Düşler hapsedilen yüreğimizden çıkıp ıslanmak için zorlayacak göğüs kafesimizi. Canımız yanacak, yüreğe söz geçiremeyeceğiz.. Hep aynı şey olacak; düşüp düşte kalkacağız, uyandığımızda paçalarımızda düşlerden kalma, düşüşlerin çamurları olacak. Düşler sulardan geçecek bazen, umut olacak yaşamda bize ait ufak ayrıntılar. Şaşacağız; “Bunlar nasıl oldu?”, diye. Bazen gülümseyeceğiz. Gülümsemelerimiz gerçek olacak. Yüreklerimizden dökülüp gelen şarkılar olacak, şarkılar başka lisanlarda gelecek bizden olmayanlara, anlamayacaklar neler söylediğini. İşte o an, vakit geç olmayacak kovalayıp yakalayamadığımız düşlerimizi ellerimizin arasında tutmamız için.

19 Ocak 2012 Perşembe

Küller ve Dikenler Sen ve ben yoktuk aslında, sadece ben vardım. Aslolan bendim. Sen, benden olma taklit bir hayalden öte değildin. Gerçeğine, gerçek kadar benzeyen bir taklit.


Küller Ve Dikenler



Düşünmeden yazmak istiyorum seni. Ve seni; hiç bilmeden, hiç âşık olmadan sevmek istiyorum. Ellerimin değdiği her yerde seni bulmak ve bin asırdır süren susuzluğumun benden çok uzaklara gitmesini istiyorum. Düşlerimin gerçeklere karıştığı o anlardaki sana olan heyecanımın, yaşadığım sürece yüreğimden hiç gitmemesini istiyorum. Varlığımın kanıtı olan nefes alışlarımın yüzüne her vuruşunda, teninden gelen o serinliği istiyorum. Kan olmak istiyorum, senin yüreğinden tüm bedenine dağıtılan. Damarlarında dolaşırken, bedeninin içinde sana dünyanın tüm nimetlerini taşımak istiyorum. Dudaklarından dökülen birkaç güzel söze ve alnından akan bir ter damlasına bulaşmak istiyorum. Yani sen yaşarken, varlığının tam ortasında olmak istiyorum.
Seni, senken; benden ayrı düşünmek istiyorum. Aslında seni hep senden fazla sevmek istiyorum. Senden vazgeçemeyişim, benim için koşulsuz oluşunun nedeni, sadece ve sadece yaşıyor olman değil, yaşarken bana aldığım nefesi de hatırlatıyor olmandan.
Ben her an; sende seni, senin yaşadıkların gibi yaşayamamış oluşumdan, hayat ve sevgi içiceyken bunları ne senden, ne de seninle olabilecek bir yaşamdan ayıramıyor oluşumdan dolayı bu kadar coşku ve özlemle istiyorum. Yağmur olmak isterken;  tuzdan ve sıcaktan yarılmış topraklara, ellerim bir telaş içinde. Her yerim müsamereye ilk defa çıkacak bir ilkokul çocuğunun heyecanı içinde. İlk andan beri seni ve güzelliğini bildiğimden, bu denli telaş ve artan kalp atışları içinde yüreğim. Ve son anına kadar da seni anımsıya biliyor oluşumdan bütün bu olanlar ve düşlerim.
Seninle farklı bir dünya isteyişimden, şimdi ki küsüşüm dünyaya. Ben senle olanın tadına ermek istiyorum yeniden. Ben o nedenden vuramıyorum kendimi bir silah ve ondan çıkan bir kurşunla. Kurşunun derime değdiği zaman canımın acımayacağını bilmeme rağmen. Sanki kurşun bir araç ve ölümün son anı da bir yolculuk olacak benim bu uslanmaz halim için.


Bir kuş olmak istiyorum dalından havalanan ve yine senin pencerenin yanağına konan. Seni yıllardır beklediğimin nedeni, başka diyarlara uçamaz olduğumdan değil, diğer diyarlarında aslında senden farklı olmadığından. Ne kadar da bir şehir olsa yüreğin, damarlarına vardığım zaman biliyorum ki; aslında daracık sokaklardan farklı değil damarların ve bedenin. Birbirine anlatılan tüm öykülerdeki o sokaklarımız, o şehirler geniş ve içine hepimizi alabilecek kadar büyüktü oysaki. O kadar genişti ki; içine sığmayan ne bir ölüm, ne de aykırı, insanlığı isyana çıkarabilecek bir düş vardı. İsyanların hep biri tarafından çıkarılması ve sonsuza gidemeden son buluşlarına alışıktık hepimiz.


Sen kimsin? İçimdeki çağlayanları bilir misin? Kalbinin sanki olduğu yerden fırlayıp ellerine düşeceğini düşündüğün oldu mu hiç?  Kalbimin çarpışlarını ellerinin arasında duysan ve ben sana yüreğimin sesini dinletsem ne yapar, nasıl da şaşırırdın. Ben sana bunu dinletecekken; yıllar beni nasıl da kovalar, nasıl da okunmaz tüm kötü öykülerini üzerimden yazardı kim bilir?  Öykülerin en çok korkulanı olup, bir yandan da diğer kahramanlarından arta kalan armağanlarını topluyor olurdum. Şehirler dolusu ağlayıp, kaldırımların toz kokularını baharlarda insanların burun deliklerinden yalnızlık diye,  rüzgârla beraber salardım. Ama öykülerin yazıldığı tarihi anmak değil, bunları yaşadığın zamanlardaki içinde bulunduğun haldir önemli olan. Gerçeklerin peşinden koşan ve koşusu yorgunluklarıyla hiç bitmeyen bir bedenin daha fazla kaldırabileceği yük nedir ki, hayattan başka?!


En sevdiğim rengi soruyordu güneş baba. Senin teninin rengini söylüyordum. Sormasının nedeni akşam vakti üzerine düşüp, gecenin eşsiz rengini herkesin gözlerinin içine, senin teninin bir telinden yansıtmak istemesiydi. Bunu çok sonraları anladım. Bunu anlarken sahip olduğum, o herkeslerden uzak bakışlarımı sırf bu iş uğruna sarf etmiştim.
Bitmek bilmez bir hırs olmuştu senden bana kalan anılar. Sanki her sokak başından sen çıkıp çekip alacaktın beni, o hep olduğun yanına. Oysa sen yine başka diyarlardan uçup gelen kelebeklere açmıştın kapılarını. Anlamadığın benim bir kelebek olmadığımdı.
Bana birkaç bakışın ya da birkaç aşk değişin bağlamıştı beni sana. İşte kendi kanatlarıyla uçan bir kuşu bir kafese tıkan yegâne neden buydu. Kafesteki, uçamayan bir kuşun rekabet şansı çok azdır, rengârenk kelebeklerin yanında. Ki onlar değil midir; çiçekten çiçeğe dolaşan ayaklarında binlerce tonda kokuları taşıyan? Değil midir onlar; göründüklerinden daha da güzel kokan? Oysa bir kuşun yeri kafesinin hemen sağına soluna tutturulmuş birkaç daldır tünemesi için, sahibi tarafından bahşedilmiş, bir başka dala konmasına asla ve asla izin verilmeyen birkaç dal.
Seni bir nehrin kenarında bir kamışın ucunu sivriltirken hayal ettim bazen, ya da gidip geldiğin yerlerden dönerken yüzüne ve ellerine bulaşan yolculuk kokusunu hayal ederdim. Üzerine sinen o yolculukların kokularını solurken burun deliklerim, dönüp de geldiğin o yolculukların her anında seninle olur, bazılarına senden önce çıkar ve duraklarında o yolların, seni bilmediğin bir yerlerde karşılar olurdum. Bazen de sen, ben olamadın galiba. Ya da ben bir kelebeği oynayıp sana ayaklarımla çiçeklerden çaldığım polenleri ve kokuları getiremedim. Sadece kafesteki bir kuş olarak benden bekleneni yaptım sana, bildiğim ve lisanımın yettiği bütün şarkıları söyledim. Ben; senden, ben olmanı istedim, sen kendin gibi de sevemedin kuşları. Oysa yüreğim ellerine konabilecek bir kuştan farksız, hemen yanı başında atıyordu. Ellerini her aklıma getirdiğimde, yüreğimde çöllerin bittiği yerine uçsuz bucaksız bir ova başlıyordu. Ovanın sonunda benim bildiğim lisanlarda şarkılar söyleyen binlerce tür kuşun dallarında şarkılar söylediği bir orman başlıyordu. Ormandaki; bazılarının içi kurtlar tarafından istila edilmiş ağaçlar, mutlu yuvalar temin ediyordu o kuşlara. Konabilecekleri binlerce daldan bahsediyordu doğa onlara. Yerlerde karınca orduları seferlere çıkmıştı kuşlardan arta kalan böcekleri toplamak için. Ormanların başladığı yerlerde bir akarsuyun serinliği kaplıyordu yüreğimi. Yüreğim yanına geldiğimde akarsuyun kayalara çarpıp heyecan içinde dallara değercesine yamacın eğimine uyup gidiyordu. Damarlarında bir kandamlası olarak başladığım bu yolculuk, eğimine uyan bir nehir hesabı akıp gidiyordu yani.


Her şeyin nedeni var. Her şey senle başlamamıştı oysa. Senin, sen olabileceğini düşündüğümde de artık çok geçti. Her şey birilerinin ormana gelip önce kuşları kovalayıp, sonra nehre zehrini bırakıp, üzerinde benzer kuşların konduğu birkaç taze ağacı kesmesiyle değişmeye başlamıştı. Birden her yer; sana adını kulaklarına bir şarkı olarak söylediğim o ormanın, büyü gibi kaybolmasıyla bilindik, hep aynı yapay lezzeti olan bir şehre dönmesiyle sona erdi.  Yani hayat bir başka seferine daha başlamıştı, ormanlardan kovulup birkaç kafeste yaşamaya mahkûm edilmiş kuşlara kelebekleri oynatmak için
Sana tüm hislerimi anlattığım o sevimli kartı hatırlıyor musun? Hani hiçbir şey yazılı değildi o kartta. Sana onu verdiğimde açmış ve:  “Ne güzel!”, demiş ardında sana özgü o basmakalıp kalp kırıcılığınla, karta bir şeyler yazmayı ihmal ettiğimi söylemiştin. Hâlbuki anlatıyordu her şeyi sana. Seninle ve senli geçen tüm günlerim için ne kadar gözyaşı döktüğümü, kendimi hırpalayacak kadar, seninle var olduğum yazılıydı kartta. Sadece sen benim yazdığım kartı okuyabilme erkinden uzaktın. Yıllardır yorgundum ve sen bir kartı doldurtmayacak kadar bir aşktın benim için. Bense binlerce sayfalar dolusu içinde senin olduğun her şeyden bahseder birkaç kelime duymak istiyordum sadece. 
Seni yaşamak söyle dursun, hayal bile kurduğumda, neden diye soruyordun bana. Nedeni yoktu hiçbir şeyin. Belki varlıklara adanmış birkaç küçük nottan ibaretti sanki hayat. Üzerine giydiğin ve adı beden olan ve ellerimdeki kana inat yaşayan. Ben işte o an senden doğmadığımı anladım. Sadece senden var olan birkaç damla keder ve gözyaşıydı.
Aşka olan inancımdı, başıma dikenlerden yapılmış bir tacı, çiçekten ve defneyapraklarından yapılmış bir taç gibi istekle ve senden geldiği için geçirişim. Tüm uğraşım seninle. Hep gülüyorduk ilk düşlere erdiğimiz zamanlar. Yapma çiçeklerde değil gerçeklerde arıyordum sevdaya ait kokuları. Kokular, korkulara karışıyor bir başka düş oluyordu bir arada olunamayan zamanlarda. İşte o an çiçeklerden yayılanın aslında çürümeye başlamış olan etimden çıkan koku olduğunu anlıyor, yaşama dair son oyunlarımı oynuyordum. Sevdaların ayak izleri kalmıştı sadece. Ayak izlerini takiple başlayan her yolculuk başkalarının gittiği yerlerde son buluyordu ne yazık. “Bu kadarda vahşi olamaz!”,  diye düşünürken dünyayı, sevdaların ayak izleri ardından yitip gitmişti; birkaç kırık kalp ve onlardan damlayan kanlar. Farz et bir denizin tam ortasında yapayalnız ve çaresiz kalmış yüreğin. Ellerini uzatsan ölüm, gönlünü salsan keder var. Umut yarı bırakılmış bir kurabiye gibi sahipsiz ve uzak düşler kurmakta. Yaşamın ağır yükleri; aşkı ve ölümü ellerinden yakalar, gözlerinin içine bakar, omuzlarından silkeleyip, kendine doğru çeker ve öleceği günü haber vermeden ölünmeyeceğini düşletir hep.
Bir şehir düşün, tam ortasında kimselerin kimsenin dudağına bir buse kondurmaya cesaret ve hamle edemediği bir yerde, bir garip ruhun tam dudaklarının ortasına konduruveriyordu, yağmurlardan çalıp sabah rüzgârlarıyla soğuttuğu bir parça nemi. Yıkılan umutlardan kalanlar hep birer harabeyi andırıyor, yaşamdan arta kalan ter ve gözyaşı o harabeleri yavaşça yırtıp, sonsuzluk denilen ve ölümle başlayan yere götürüyordu. Aşk sanki atlastan kumaş ve her yeni aşk rüzgârları o bez parçasının kopan bir tarafını yüklüyordu yüreklerimize. Yüreklerimiz yırtık pırtık olmuştu.  Ellerimiz onu onarmak için salladığımız iğneler tarafından delik deşik edilmişti. Kanayan parmak uçlarımıza birbirimizin gözyaşlarını merhem olsun diye sürüyorduk. Hayat, biz merhemlerimizi birbirimize sürerken başka ve hiç merhem sürülmeyecek yerlerimizde yeni yaralar açma ve açtırma gayretindeydi.


Sen ve ben yoktuk aslında, sadece ben vardım. Aslolan bendim. Sen, benden olma taklit bir hayalden öte değildin. Gerçeğine, gerçek kadar benzeyen bir taklit.
Yani ben olmadan sen yoktun ve benim oluşumla sen vücut buldun. Sahipsiz ruhun benimle ete kemiğe büründü. Belki de içindeki o zalim, o acımasız ruh benim anlımdan akan kanlarla besleniyor, yeni zalimlikler, yeni acılar üretmek için kimsesiz bedenlerden, ruhlara sahipleniyor, ruhları sana ait olan cehennemlere sürüyor ve benim tuzlu,  ılık kanımı gözyaşlarımla beraber sunuyordun, esaretine mahkûm ettiğin yeni ruhlara.
Ve şimdi deli rüzgârlar var bu kırık kalpler coğrafyasında. Haritaların içinde senin olduğu kısımları yanmış ve dumanları halen tütmekte. Garip bir duman çıkıyor varlığının dolaştığı her yerde.  Senden tüten yangınların kokusu da yine sen gibi kokuyor. Yanıp sadece kül halde kalan bir harita için bu durum yaşamdan daha da zor geliyor anlaşılan.
Artık sen yoksun ve ben yine varolanım. Ve yine sana ait o sebepsiz ruh yine etsiz, kemiksiz ve kansız.
Küllerin, bedenin varlığından daha da bir değerli benim için. Çünkü gözlerimden dökülen yaşların kocaman bir şehri nasılda aleve verebileceğini gördüğümden dolayı bunu bu kadar büyük bir cesaretle söylüyorum. Atık başımdaki tacın ve gözlerimden süzülen birkaç damla pırlantanın değerini biliyorum.
Ben artık senin kim olduğun biliyorum.

15 Ocak 2012 Pazar

GÖZ TUZU......Düşler gecelerden daha da esmer bir hale geliyor, anlattıkça aklaşıyor, sustukça siyahlara bürünüyordu.



Göz Tuzu                                                                                                                                    




Sonbahardı. Geç kalmış hüzünler ağaçlardan dökülüyordu. Gece bir karanlığa karışıyordu ve gözlerimden akan iki damla yaş teninde yitip gidiyordu. Akdeniz’in tuzu teninde kalmıştı. Bir yerlerde başlayan akıl almaz yangınların dumanları beni boğuyordu.   Yüreğim, eskiden kalma anlıları arar olmuştu. Anılar sanki taze duruyorlar ve her seferinde yeniden canlanıyorlardı, canımı almak için. Bedenim anılara direniyor, kimi zaman onları yeniyor, kimi zaman da yok etmeleri için teslim oluyordu. Bu karmaşanın içinde ömür denilen zamanı doldurur gider olmuştuk. Her seferi gözlerimizden yeni bir fer almak için kapıda bekliyordu. Ve son bir defa daha kendini o boşluktan kurtarmak, yüreğine bir parça daha su sunmak için hayatla pazarlık ediyor ve tanrıya yalvarıyordum. Hayat pazarlıkta beni hep kardırıyordu. Bu karmaşa pazarında dilediklerimi sağlayamıyor ve adına yenilgi diyordum, kandırılmış pazarlıklarımın. Sanki çekilen eski bir fotoğraf kadar sarı ve kahverengi tonlarda bir şehir halini almıştı yüreğim. Yüreğimde sonbaharlar erken gelmiş ve tüm ağaçların yapraklarını dökmüştü. Anlılar yerlerdeki yaprakların üzerine bastıkça iç burkan bir ses tüm evreni kaplıyordu. Ansızın yağmur başlıyordu.  Düşlerimiz yağmur sesiyle çoğalıyor, olamadıkça bizi boğuyordu.
Suskunduk. Susmaktan başka bir çaresi kalamıyor insanoğlunun; söyleyeceği sözler tükendiğinde. Hep susmayı öğütlüyorlardı. Bizde alışmıştık dedim ya susuyorduk hep. Susmak; sanki başka bir lisan olmuştu bizim için. Konuştukça kavgalar ediyor, sustukça sulh oluyorduk. Tüm o savaşlardan galip çıkma arzumuza rağmen, güneşin bize bahşettiği dansa aldanıyor ve yenilecek kadar güçsüz ve isteksiz bir hale geliyorduk.. Düşler gecelerden daha da esmer bir hale geliyor, anlattıkça aklaşıyor, sustukça siyahlara bürünüyordu.
Ancak konuştukça savaşlar çıkıyor ve yeni lisanımızda anlaşılmayanı anlatmaya çalışıyorduk.
Doğamız bizlere yeterince bir vahşilik vermişti, bunu her seferinde ötekinin boynuna sarılarak kanıtlıyorduk. Bazen daha da vahşi olmak için yeni nedenler arıyorduk.  Nedenler arandıkça bulunuyordu. Biri söze girmeden öteki yeni bulduğu vahşetini, diğerinin üzerine kusmaya başlıyordu. Birileri, kin denizinin ortasında ya kusan ya da kusulan oluyor, mutlaka boğuluyordu. Yok olurlarken hiç acı çekmiyor görünüyorlardı ve bir başka seferinde mutlaka karşılaşmayı istiyorlardı.


Gençliğimizden getirdiğimiz kalp kırıklıkları nedense hep tek kişilik olmuştu.
İçinde konuya ana fikir olabilecek ne erkek, ne de kadın vardı.  Her zaman tek kişilik gözyaşları ve gülüşlere sahiptik.  İçine kimselerin giremediği garip bir dünya olmuştu, geçen zamanda adına gençlik değimiz o çağlar. O zamanlar daha bir verimliydik. Hem sevmek için, hem de diğerini boğmak için. Boğmak aslında doğamızın belki de sevmemiz için bir armağanıydı. Anlamadık. Yani bu şekilde bir kudretin varsa, kinin bir deniz olabiliyorsa, neden sevgilerin çağlamasın. Ama biz nasıl yıkarız kuleleri diye elimizden geldiğince, var gücümüzle saldırırdık karşımızdakine. Kin, hemen cevap bulurdu muhatabından.  Ya bir fazlasıyla cevap bulunuyordu ya da çekip gidiyordu karşıdaki. Soluk özlemler içeriyordu o çağlarımız. Kimi sevebilecek kadar ergin, kimi de bunu karşısındakine söyleyemeyecek kadar seviyordu bir başkasını. İki kişilik hayallerin o kadar azı gerçek olmuştu ki; yaşlarımız ilerledikçe de aynı şekilde çift kişilik hayallerden uzak durmaya çalıştık hep. Ama olmuyordu hayaller tek başlarına bir keyif vermiyordu. Kimi zaman adına başka şeyler dendiği de oluyordu yaşamın. Ancak bizim için sadece olmamış bir meyve kadar hamdı dünya. Yenidünya. İki kişilik hayaller kurmanın ne kadar tehlikeli olduğunu biliyorduk. Yasak gibi bir şeydi bu. Ne kadar da çekerdi bizleri. O nedenden korka korka iki kişi bir oldu mu savaşmadan önce kurulurdu tüm hayaller. Sonra tüm şiddetiyle başlardı savaşlar. Dolunay çıktığında gök yüzü adeta alevlenir, yanardı. Geceler birden başlaması muhtemel savaşlar için taraftarlarını toplar, herkes bu savaşta kendine düşen yeri bulur, ona sahip çıkardı. Sözler büyür, ellerde karşı konulmaz bir lezzet bırakırdı karşıdakinin boğulan kanı. Hayaller kurardık hep iki kişilik. Ama yaşanan sonlar, her vakit tek kişilik olmuştu nedense. Gökyüzüne kadar yükselirdi bazen sahip olduğumuz sevgi ve kin. Kimseler önüne geçmeye cesaret edemez ve teslim olmaktan başka bir çaresi olmadığını düşünürdü hep. Düşünür düşünür ve ölene dek ağlardı bazıları bu savaşın tam ortasında.


Neden ölüler ağlamaz?  Hepimiz ölüm için kendimize olan ağıtımızı, anamızın karnından olan bağımızı kopardıklarında yaparız oysa. İlk gülücük diye bir şey yoktur hayatta. İlk ağlayışsa; her doğumda ardımızdan gelen ilk işaretidir hayatın.
Kadın için doğurmak, dünyaya yeni bir ruh taşımak, ona bürünen eti kemiği ve deriyi ortaya çıkarmak ne de zor.  Bir başka yaşamın ilk evi olmak, günün birinde her şeyden vazgeçerek o hayatı yaşamak ne kadar da zordur bir kadın için. Peki doğmak ne kadar kolaydır bir bebek için? Yaşamak bilemediğin dar,  nemli ve dışarıdan gürültüler gelen bir yerde. Ve sonrası senin tüm saflık ve masumluk adına bulunduğun ilk yerinden biraz doğa gereği, biraz da zorla alınmak ve başka bir tarlaya ekilmiş tohum gibi oradan oraya sürülmek. Senin için ne kadar kolaydı bu hatırlayabilecek misin? Alının tam ortasına yapışmış bir keder vantuzuyla boynunun kopması bahasına çektiğin ilk zorunlu göç,  sonu nerede bitecek bilinmez bir yol?
Ve sen buralarda atisini arayan, fakat doğarken ne denli acılara imza koyduğunu ve yaşarken hissettiğin acıların büyüklüğüne inanan sen, büyürken çektiğin acıları doğarkenki kadar net hatırlaya bilecek misin? O zaman da bu günkü kadar umursamaz olabilecek misin? Korkacak mısın yine acı çekmekten? Ya da bunu söylemekten utanacak mısın? Sanmıyorum.


Ve yunuslar dans ediyorlardı mevsim sonbahardı, kışa ait hüzünler sonbahardakilerle baş göz olmuşlar, gelecek senelerin hüzünlerini karınlarında taşıyorlardı.
Akdeniz’di. Tuzu yüreklerde birer iz bırakmıştı. İzlere her göz değdiğinde bir defa daha açılıyordu yaralar. İçinden; doğumda çektiğin acılarından daha fazlası çıkıyor, bedenin allak bullak oluyor, beden ruha aykırı oluyor, isyanlar çıkıyor, biri içindeki gemileri yakıyor, gemicilerini ayartıyor bir denizkızı. Birer ikişer sana karşı geliyor tayfaların. Biri yelkenlerini topluyor, öteki rüzgâra dua ediyor yelkenler toplanmadan demir alabilmek için. Sana deli diyor bazıları. Biri kendini rüzgâra kurban vermek için çıkıyor en uzun direğin, en yüksek yerine ve sana olan isyanını haykırıyor yüzüne ve salıyor oradan kendini denize. Düşüşünü görüyorsun onun. Ansızın denizin karanlık bir yerine çakılıveriyor bedeni. Diğerleri ondan cesaret alıp bakabiliyor yüzüne ve hepsinde aynı ifadeyi görüyorsun. Hepsinin kendini rüzgâra kurban vereceğinden endişe duyuyorsun. Gemi onların elinde. İsteseler seni hemen orada boğabilirler. Tıpkı; senin bir başkasını ve bir başkasının da kendi kini ile bir diğerini boğdu gibi. Birden sana emirler yağdıran içindeki kinin susuveriyor. Aslında  o ana kadar yaşamın  sukut içinde ne de güzel olabileceğini bilmiyorsun. İçindeki o herkesi kul etme hırsı seni ağır ağır eritiyor. Sen sadece onun dediklerini yapıyorsun.  Eriyen ve kul olan gerçekte sen oluyorsun. İçinde çıkan bu isyan önce seni, sonra da sana yakın olan herkesi alıyor içine. Ve  yerle bir oluyor tek kişilik kurduğun ve olmasına çok güvendiğin hayallerin. Tüm tayfan denizkızının peşi sıra kayboluyorlar denizin tam ortasında. Artık ne yelkenlerini açacak, ne de çapanı toplayacak kimse kalmadı. Artık sen ve o tek kişilik düşlerin işte hayat denen; bu sonbahardaki hüzünlerini başka mevsimlere taşıyan denizin ortasında yapayalnızısınız.  Şu an yüzebilecek kadar kuvvetin ve isteğin var. Ya yıllar sonra? Kapılmayacak mısın o denizkızının güzelliğine, bir başka sefer seni ziyarete geldiğinde? Ardından ağlayacak ve sana karşı isyanlar çıkartacak tayfalarında olmayacak bu sefer. İkinci en ağır bedelini ödeyeceksin, bu sahip olduğun kin ve susarken sahip olduğunuz sukutluğu, konuşurken yaşayamadığın için. Gördüğün her güzellikte olacak yaşadığın, fakat koruyamadığın anlar. Etrafında açan tozpembe baharlar sana gök yüzüz kadar karanlık ve yeryüzü kadar da yaşlı gelecek. Hayatın sarhoş bir beden gibi bir sağa bir sola yalpalayarak, tek başına iki kişilik hayaller kurmakla geçecek. Oysaki deliler gibi iki kişilik düşlerinin olmasını isterken. Yüreğinin gözyaşları akacak, her yer senden habersizce sırsıklam olacak ve sen sadece susacaksın.


Ağlıyor olsa yüreğim, ıslanırdı bedenin. Akan birkaç damla tuz yaşıydı. Ruhun şimdi sırsıklam. Ellerinde kalan benden sana birkaç tane göz tuzu, sana verebileceğim içinde kini olamayan ve saf sevgiyle yoğrulmuş bir armağan. Ki yüzün aydınlansın diye, ellerinde kinin yegâne ilacı olan sevgiyi tut diye.  Haydi, bırak artık seni ve tüm dünyayı yok eden o acımasız o kibirli ruhunu. Aç yüzünü, uzat ellerini ve bir merhaba de güneşe. İçinde isyanlar sevgi ile çıksın. Sende katıl o isyancılara. Denizkızlarına sen âşık ol herkesten önce. Sular durulsun. Bırak çiçekler senin için açsın, kuşlar uçmadan önce omzuna konsun. Ne kadar olmayacak olsalar dahi sen yine çift kişilik hayaller kur. Unutma ki; hayallerin bir yerinde gerçekler gizlidir. Gerçeklerin öte yanı ise yaşamın ta kendisidir. Yaşam senden uzakta değil kuşkusuz. Hemen yanı başında. Senin ona ulaşmanı bekliyor. Denizkızları ve tayfaların sensiz başlattıkları isyanlarında gayet mutlular. Senin onlara katılmanı bekliyorlar. Katıldığın zaman değişecek her şey. Birden dünya yaşanır hale gelecek yine sana sormadan. O zaman yaşadığın tüm o nedensiz yok oluşlar ve kalp kırıklıkları teker teker yitirecek anlamlarını. Sen o zaman deniz olacaksın. Denizler kadar engin olacak yüreğin. Üzerinde kini yenmişliğin verdiği bir gurur olacak. O vakit önemsemeyeceksin ne kadar zorluklarla sahip olduğunu sevgiyi. Ellerini parçalamak dahi olsa işin içinde onu koruyacak ve cana can katacaksın. Soğuk ve nemli bir odada olacaksın belki. Belki de en tepesinde dünyanın. Ama aklında sevgin olacak ve yüreğinle bir olacaksın kurduğun düşleri yaşamak için.  Yaşarken yaşlanmayacak ölene kadar genç kalacaksın. Yüzünde bir çocuğunu gülüşü olacak hiç çocuk olmasan bile. Nasıl sevebildiğine sen bile şaşıracaksın. İsyancılar senin onlara katılışınla sevinecekler ve denizkızının yüreğine kondurulmuş bir tek gülü sana gösterecekler. Adı sevgi olan her şeye en önde gider olacaksın. Kendini bir şeylerle avutmadan önce varolduğunu anlayacaksın. Sonun asla olmayacak, sonsuzlukta olacaksın.

10 Ocak 2012 Salı

Güldeki Kan


Güldeki Kan





Hayat bana çeyrek asırdır saçma sapan oyunlar oynuyor. Öfkeliyim. Ufuktan güneş bir batıyor, yüreğim hep kanıyor. Bir zamanlar var olmamın verdiği keyifle içim içime sığmaz,  kendimi oradan, buraya salardım rüzgârdaki yaprak gibi.
Yağmurları sevmiştim hep, saçlarım kısaydı. Göz yaşlarıma karışıyor şimdi yağan yağmurlar. Kısa kesim saçlarımdan bin bir kaygı ile dolaşan kafamın derisini buluyor, yok eden yolculuğunu kafamın içinde sürdürüyor.Eskiden umutlara karışırdı karış karış gezdiğim topraklar. Yağmurda kokusunu duyardım bir parça kara toprağın. Kimi zaman bana yaşamı, kimi zaman ise ölümü çağrıştırırdı yağmurun kokusu. Yağmur gibi hızlıca başladığını ve bir o kadar da çabuk dindiğini düşünürdüm hayatın. Arada ıslandığımız zaman ise adını gün olarak koymuştular. Islanmak gün doldurmakla eş değerdeydi. Parmaklarımda en son sigaramdan kalma sarı bir renk,  o da dumanından yadigâr.
Ötedeki hayaller gelirdi o zamanlar insanın aklına. Sevgiliyle el ele olabilmek gibi bir lüks yağmur yağarken  hiç olmadı. Tüm sevgililer yağmurda ıslanıp arınmaktan korktular. Yağmur ruhu arındırır bir halde göz yaşlarımla beraber yere düşüyordu. Ruhum her yağmur tanesiyle beraber yıkanıyordu sanki. Arınıyordum. Tüm kötülükler ve yaşanılan her şey yağmurla beraber akıp gidiyordu denize. Bir gün yeniden buluşacağımı biliyordum, hem yağmurla hem de gözlerimden akanla. Ellerimde birden geçmişimin kan izlerini buldum. Kan; ne benim, ne de bir başkasının sanıyordum. Bir yerlerden gelip ellerimi bulmuştu. Ben ellerime bulaşan kanları yüzüme sürdüm. Kanlar benimdi. Dilime tadı değince anladım bunu. Başkasına kıyamayacak kadar nefret ediyordum kendimden. Ya da korkuyordum, başkalarının kanından.
Oysa ne çok katil vardı, ne de çok öldürmüşlerdi beni. Hepsi de beni öldürdükleri için beraat etmiş ve hatta bir çoğu ödül bile almıştı diğerlerinden. Ben ölmeye alışmıştım onlar beni öldürmeye. Ölürken ya da öldürürken kendi kanımdan başkası akmıyordu hiç. O kadar ılıktı, o kadar deliydi ki kanım; yuvasında kuşlar yanmaya başladılar o an. Kendi kanım damlalar halinde düştükçe kuşlarda bir feryat başlıyor kanatları yanıyordu.
Katiller bana kendilerini anlatmamışlardı. Bana söyledikleri  bana hep inanılmaz gelmiş, başkalarından okuduklarıma inanır hale gelmiştim.Oysa hepsi bana benzer  şeytanın birer örnekleri olduklarını söylemişlerdi. Eller ve kollara takılıp kalan birkaç dem huzur, beni onlar için kandırmaya yetmiş ve artmıştı. Ama silahım güçlüydü. Hala umut edebilecek kadar cesaretim ve kuvvetim vardı. Yaşam ne de garip! Kurşunla yapılamayan, başka bir kolda, ya da yüze veya dudaklara başkalarının kondurduğu minik bir buse ile yapılabiliyor, insan işte o an ölüyor. Ölüm bu tür zamanları yaşayanlar için karanlık bir boşluk ki; kişiyi yutan veya bir ezber oluyordu. Yani ben ölmeye onlar öldürmeye alışmışlardı. Cesaretimden dolayı ben ölüyor, onlar ise öldürdükleri için yeni bir derece daha aldıklarına inanıyorlardı. Gitmek mümkündü, tüm bu yaşam ve ölüm oyunun tam ortasından.  Yolların ardına gidilebilir, suskun kalmış ağaçlara şarkılar öğretilebilir, gerçek ve hayal arasındaki o ufak fark anlatılabilirdi herkese. Ama ya uzaktan kokusunu burnumuzun dibine kadar getiren fırtına, o ne olacaktı bunu kimseler bilemiyordu. Fırtına estikçe kuşların kanadı kül oluyordu. Bir atlı oluyordum fırtına katillerin saçlarına değdiği vakit. Atıma kırbacımı her vuruşumda at hızlanıyor, bozkırın ortasında ardımızda bir başka toz bulutu kalıyordu fırtınaya dağıtması için. Yüreğim bozkırın ortasında fırtınaya doğru koşar bir halde hem kanıyor hem de her şeyden uzaklara gidiyordu.



Bir seferinde  anımsarım, bir bekçi vardı hayatımın yaklaşık  on yedi ayında. O zamanlar bahçe duvarlarından atlayabilecek kadar gençti bacaklarım ve hislerim. Hani öyle çok atletik bir bedene sahip olduğumdan değil, içimde kopan rüzgârlar beni o bahçe duvarlarından savuracak şekilde esmesinden dolayı atlayabilirdim, kimi zaman uçları sivri kazıklarla, kimi zamanda ardında büyük ve sivri dişli, şiddetinden korkulacak bir köpeğin olduğu duvarlardan. Paslı kazıklara ya da sivri dişli köpeklere yakalanmadan, yüreğimde bir kaçışla kendimi bir başka sokak lambasının ışığının vurduğu kaldırım taşları üzerinde ıslık çalarken ve yağan yağmurlarda ıslanırken bulurdum.
Komşuların bahçelerinden atlanabilecek yaşlarda girmişti o bekçi hayatıma. Her gece saat onda aynı yerden geçen bir ayak izi ve ardından damlayan ılık ve  tuzlu birkaç damla kan. O kadar lezzetli görünüyordu ki; o kan damlası yere düşerken insanın, kendi kanından kanarcasına  içesi geliyordu. Ama kan başka gövdelere gerekiyordu. Onların tek  varlık nedeni bu. Her gece akan ılık, kırmızı ve bir o kadar da deli bir kandı. Başka bedenlere gerekecekken bir damla ılık kan, nasıl içebilirdi ki insan kendi kanından?
Bekçi ilk zamanlar anlamamıştı, kanın birkaç damlasının neden havada uçuştuğunu, yerdeki bir kaç damlanın da daha seyrek  olduğunu. Anlamakta umurunda değildi.  Nereden ya da kimden döküldüğü ilgisini çekmiyordu. İlgili olduğu şey sadece hayatının rutin bir şekli olan öylesine bir merak ve gece uykuya teslim edilen gözlerden arta kalan bir ışıktı.  O kadar alışmıştı ki köşe başlarında başka katillere akıtılan göz yaşlarına, benim bedeninden akan kan ya da gözyaşı hiç ilgisini çekmiyordu. Sadece neden bu gözyaşının renginin bir gül kadar kırmızı ve bir o kadar da ılık olduğuydu.  Ama buna da alışıla bilinirdi.  Alışılan sadece hayatta olmanın verdiği o garip, o tarifsiz buğuyu;  önce teninde sonrada yüreğinde hissedebilmekti. Gece bir gölgeyi peşi sıra gezdirdiği zaman yaşam;  bir kareden daha köşeli oluyordu. Bahar birkaç damla yağmurda saklanıyor ve mahcup yüzüne düşüyordu gölgenin. Gölgenin kanı; yağmuru ıslatıyor, tadını bir martının buruk kanına çeviriyordu.


Ve  bekçi bir gün gördü. Bir gölgenin ona yakın bir yerden geçtiğini ve gölgenin elinden; yaprağı yeşil, rengi kan kırmızısı bir gülün uçtuğunu ve beklediği bahçeye düştüğünü. Gece bir anda  şaşakaldı. Gecenin etrafa savurduğu düşleri toplayan ve güzellik adına, aşk adına ne varsa tüketen bir histeriyle bekleyen bir katilin daha iştahı kabarıyordu şaşkınlık ve heyecan.
Kan ne yaprağa, ne de gölgeye aitti. Kan bir yüreğe ait diye düşündü  ve bir daha asla saat onda kafasını yola çevirmedi. Camda bir başka katil o güle bulaşmış birkaç damla kanı bekliyordu beslenmek için. Yaşamın sırrı o kanı taşıyan yürekten gelmez miydi? Dünya oracıkta duruverir, tüm güzelliğiyle bir haykırış olmaz mıydı sevgi?
Kan; ellerine değdiği zaman besleniyor, güçleniyor ve her gece farklı kanlar bekliyordu katil. Oysa ne yorgun bacakları dolaşmıştı o kan.  Hangi nehirleri aşmış, kaç seferden yorgun ve yaralanmış bir bedeni dolaşmıştı. Daha ilk günde dolaştığı bedenden sürmüştü onu hayat. İlk defa yeryüzüyle tanışışı bir bebeğin ayaklarından, birkaç jilet darbesiyle açılan delikten olmuştu.
Gözyaşları o zamanlar için bilinmedik bir keder ve başka bir varoluş demekti. Nazlı bir gülümsemenin uğruna nerelere dökülmezdi ki o kan. Katilin gülümsemesi yüreğin en ucundan, hiç verilmeyecek bir yerinden çıkarıyordu kanı. Ak elleriyle kavrardı katil gülü ve ona bulaşan birkaç damla kanı dudaklarına götürdü. Katilin ellerine değdiği zaman gül acıtamaz olurdu. Burcu burcu kokardı o vakit o gül. Kana benzer rengini dudaklarına ve burnuna götürdüğü vakit birkaç damladan daha fazlası verilebilirdi.
Katil;  güle bulaşmış birkaç damla tuzlu kanın tadına varıyor, her damlada kendini daha genç ve bir  o kadar da güçlü hissediyordu. Kan ilerledikçe yutağından aşağılara doğru, katilin tüm bedenine bir merhaba dercesine bedeninde dolaşmaya başlıyor, katilin; sahte ve zamana karşı direnemeyecek  güzelliği zamansız gün doğumu gibi aydınlatıyordu her yeri.  Biliyordu ki; kan bu bedende dolaştıkça,  ruhun; bu bedene, katil için yaptıramayacağı hiçbir şey yoktu. Dolunaydı. Bekçi bahçeyi,  katil kanı, yürek coşacak anını  bekliyordu. Zaman ilerliyor bekçi uykuya yenilmemek için başını elleriyle destekliyor, şeytanlar kulağına uyku şarkıları fısıldarken, yürek başka bir sefere daha besin sağlamak için hazırlıyordu kanını. Katilin karnından gelen gurultular bir zafer şarkısından farksız, yüreğin gelecekteki acıları için sanki evvelden yağmuru getirecek rüzgârın sesi gibi haberler veriyordu.
Saat yine ondu. Bekçi beklediği bahçeden ve yoldan ayırmıştı gözlerini. Katilin silueti camda belirmişti. Ayak sesleri geliyordu. Kanın ılıklığı ve kokusu tüm havaya dağılmıştı. Etrafta tüm güzelliği ile sevgi kokuyordu. Katil iştahlanmış, obur ruhunu doyuracak kanın gelmesi için sabırsızlanıyordu. Her gece aldığı birkaç damla kan ona tadamayacağı bir lezzet armağan etmiş, yaşantısının bu denli karmaşık ve düş olduğu zamanlarda doyurmuştu obur ruhunu. Ruhu aç, bedeni adeta güneşin altında unutulmuş bir buz parçası gibi eriyor, kan ile beslendikçe gelişiyor, semiriyordu. Alev gibi sıcak oluyordu bedeni. Ve yürek daha da büyük bir coşkuyla atıyor ve yazılan tüm yazılar silinip gidiyordu su üzerinde.


Beslemek gerek tüm katilleri! Kanı alıştırmak gerek. Temiz hislerle bir gülün dikenin, ele batarken acıtmadan çıkan kanın, aslında tuzlu değil de saf ve tatlı olduğuna.
Kan, deli kan. Kadın kadar ılık ve bir o kadar da tatlı. Ama her akışında yüreği parçalayan kan.  Denizlerden daha derin, rüzgâr kadar serin ve bir başak kadar ahenkle büyüyen sevgi. Ne de çok harcanır senin için hayatlar. Bir gün hafızana; bekçi, gül ve kan takılır kalır. Bir başka düşün içine dalmak için; akşam olmasını beklersin. Islak ve seni serinleten birkaç tutam saç konur yüzüne. Bu; aşk denen iksirin içinde gülüşlerden sonra en etkili simyadır.
Katillere verilecek gıdalar; hep bir yerlerden, yarım kalan hikâyelerle başlar. Umudun diğer adı da ; yaşamın kardeşi olan ölümle  karşılaşmadan önceki, aşkın en önemli randevusudur. Kanıyla, canıyla katılmalıdır insan bu coşkuya. Varolmanın en önemli koşulu budur. Yani yaşamın içinde olabildikçe varsındır.  Ölürsem yazıktır ey aşk! Sana doymadan yok olacaksa bu beden; sana yazıktır. Bilinmez sorular olarak anlatırlar sana, sende var olan aşkı.  Başkalarının döktüğü birkaç sahte gözyaşı ve adı aşk olan birkaç garip, anlamsız, ticari oyunu. Oysa sen;  ne kadar çok yol almış, tüm bedenini dolaşmış olan, kimi zaman bir ayrılık uğruna ya da ayrılığı anlatan eski bir şarkı için döktüğün gözyaşını narin gözlerine taşıyan kanını, bir katilin anatomisine katacak kadar bilirsin aşk ve ardına saklanan oyunları. Sana varlıkları başka gelir güllerin. Kokularında düşlerini anımsarsın. İlkler gecelerden fırlar, seni başka huzurlara taşır hiç bilmediğin, bir şehirden ötekine taşıyan otobüsler ve onların uykulu şoförleri. Yanında kalan sadece ufak bir valiz, üç beş kırık eşya ve yarınlarından başka hiç bir şeydir. Yeniden merhaba dersin yaşama. Yeniden en deli haliyle olmasa da katillerinkinden daha da lezzetli dolaşır kanın damarlarında. Sen yazın ortasında yağmur sevinciyle coşan çiftçi gibi olursun başka diyarlardan gelirken yağmurun. Yağmur gelirken bulut aştığı yollardan, geçtiği şehirlerden üzerinde toplamıştır bütün kiri üzerine yağdırmak için. Direnirsin. Ardına bakmazsın. Yeni ve ilktir dersin. Bilirsin ki; bir yüreğe iki sevda sığmaz. Üç insana ait olamaz bir tutam sevgi. Yürek varsa işin içinde bu tek kişiliktir..










7 Ocak 2012 Cumartesi

HAYDARPAŞA


HAYDARPAŞA Garı




Her şey o kadar ani oldu ki inanamıyorum. Kendimi üşümüş ve üzgün hissediyorum.  Ellerimizde, değiştiğimiz kalemlerle yazıyorduk. Hiç bilmediğimiz bir şehri, hatta şehre dair hiç bilmediğimiz düşleri yaşıyorduk. Gün, rüya gibi geçiyordu. Rüya her zaman uyanılmamak istenen türdendi. Bir yerinde uyandırılacağımızı bilmemize rağmen aynı rüyayı görmeye devam ediyorduk.
Belki bir büyü havası içindeydi yüreklerimiz ve bedenlerimiz. Büyü birden başlıyor ve insanı sarhoş ediyordu. Alışılmış ve bilinen tüm büyülerden farklıca,  damağımızdan geçen iksirin  tadıyla içimizde fırtınalar çıkıyor, önüne geçen tüm şehirleri ve hatta ülkeleri bile yutup yok ediyordu. Damarlarımıza ulaştığında bu iksir, her şey birden durgunlaşıyor ve fırtınadan sonraki sessizlik ve huzur hakim oluyordu bedenlerimize ve yüreklerimize. Ellerimiz yüreklerin yapması gereken  atımı gerçekleştiriyor ve tir tir titriyordu ellerimiz.
Coştuğum bir şehir oldu burası. Bir arada olmaktan başka hiçbir şey istemedik aşka ve mutluluğa  dair. Bildik bir ilişki yaşanmıyor, bekleme salonlarında geçiyordu iki kişilik bir ömür. Herkes kendi paydasına düşen kısmını yapayalnız yaşıyordu. Bir arada olmaksa istenilen tek şeydi.
Son kez baktım ona. Eve daha fazla gecikmemek için hızla geçti vapurun  turnikelerinden. Hiç susmayan çenem, onun yanında konuşmak istemedi. Biliyordu, çünkü söylenecek sözler kimi anlarda yetersiz kalacaktı. Kaldı da.
Caddelerinin ışıkları, saçlarına dökülen yağmur tanelerinden kırılıyor, bir kıza hiç bakmadığım kadar ışıl ışıl ve meraklı gözlerime düşüyordu. Işık, özellilikle de bir sokak lambasından kırılan ışık gözlerimi hiç bu denli almamıştı. Gözlerim bu ışık demetinden adeta yanıyor ve göz pınarlarım içindeki hüznü yeryüzü ile buluşturmak için sabırsızlanıyordu.  Hüzün her zaman yakamıza yapışmış, bir arada olabilmek için bize  bir parça zamanı ve mutluluğu çok görmüştü.
Gözlerinde her zamankinden farklı bir hüzün seziyordum. Sanki umudunu yitirmiş ve yok olacağımıza dair haberler almış gibiydi.  Oysa bir gün bir arada olabilmekti bu iki kişilik  ömrü  bir bekleme salonunda kimsesiz yaşatan.  Onun umutsuzluğu beni sarstı. Benim maceraperestliğimden doğmamıştı bu aşk. Aşk umut bilirdi? Bir defada yaşanabilecek neler kaldı ki umut adına? Zaman artık ilerliyor.  Birazdan yine yollarla örtülecek yaşadığımız üç kısa günün özeti. Bekleyen insanlar var salonda. Yerler de kalorifer böcekleri. Susmuş kimsesiz insanlar. Düşleri var hepsinin eminin. Bazılarının hiçbir şeyleri yok ama düşleri var eminim.
O, hayatımdaki ilk ve tek esmer kadın. Ve ben, ve o....
Birilerine anlatmam lâzım. İçimde bir yerlerde büyük bir yangın çıktı. Yüreğim adeta tutuştu. Ellimi değdiğim her yer birden yanıyor. Yaşamak ve ölmek adına karar vermek ne kadar da zor!  Bana yolda beklememe eşlik eden bir minik böcek. Ve o böcekten başka hiç kimse yok sesimi duyabilecek. Konuşamayacak kadar yorgun ve halsizim üstelik. Dokuz kişinin üçü uyuyor, biri dışarı bakıyor, bir yazı yazıyor. Her şeyim böyle karma karışık mı olmalı? Kimsenin yaşamadığının yaşayıp, herkesin baktığı; fakat görmediğini görüp, tüm yaşanırların  telaşını ve acılarını taşımalı mıyım omuzlarımda. Tam da bana göre. Hayatın eksikliklerini tamamlayıp, öleceğim güne  kadar yaşayarak savaşacağım.
 İçimden tek tek öpmek geldi tuzlu rüzgâr vururken saçlarını. Adımlarımı sıklaştırarak ona giden yollardan hiç mi hiç gelmek istemedim. Suskun bir saat geldi aklıma biliyordum, ben onu  yolculayacaktım. Yani giden o olacak ve kalmaların acılarını ben çekecektim yüreğimde.
Yüreğim buna alışkın değildi şüphesiz. Ama hayat nedense beni seçerdi bu tür acıları yaşatmak için. Bende artık ses çıkartmıyordum. Başıma ne gelirse yaşar haldeydim. Ve yine en kötülerinden biri daha beni bulmuş ve yüreğimi önce aşk sonra da  o aşka dair yaşanacak ayrılığı armağan etmişti bana.
Oyun olmadığı için kurallar koymadık. Herkesin yaşadığını yaşayamadığımız için sanki kurallar bizim için konmamıştı. Kırmızıda  geçmekti, aşk ve özlem. Sevebilmek için göze alınacak o kadar çok şeyimiz vardı ki.
Vakit yok sanıyorduk, bir an önce el ele olmalıydık. O ve ben, sevdaları taşırken yüreğimizde, bir boyacı çocuk, boyu kadar büyük sandığı ile anlattı  tüm olanları. Oysaki elleri kapkara ama yüreği beyaz, bembeyazdı. Yüreğinin beyazlığını görebiliyordum. Bu beyazlık içimizi ısıtıyor yeniden umudu salıyordu dünyaya. Herkes gibi bende payıma düşeni alıyordum o çocuğun yüreğinden dünyaya yayılan aydınlıktan.
İşte olabileceklerin bir kıyası, gök bizi ıslatırken ıslanmak için yürür müydük yine yenilenen ruhumuza inat.  Yürüyüşler bizim için hiç son bulmayacak ve her seferinde yeniden başlayacaktı. Ayaklarımız kanayacak, ellerimize yolculukların demir kokan hüznü sinecekti. Bu hüzünler yıllar boyu ne ellerimizden, ne de düşlerimizden uzak duramayacaktı. Başka zamanlarda geçmişe dair mutlulukları ararken bizim için kılavuz olacak ve yeni yaşam eskisinden örneklerle sürüp gidecekti.


Her yerde aynı hüzün şarkıları. Sanki şarkılar bu yinelenecek yok oluşu haber verircesine, sokakların arasından sıyrılıp, bir kaç direğe  çarpıp kulaklarımıza değiyordu.
“YİNE SEN NERDESİN” diye haykıran bir şarkının sözleri aklımda kalmıştı. Geçmiş zamanlara ağlanacak bir hal içinde bir başka rüyada uyanmak istemediğim, orada oluşumdan dolayı başka bir yere dair yeni bir yolculuğa çıkmak istemiyordu ayaklarım. Sanki oldukları yerde kalabilecekler ve hayatımı bir kaldırım üzerinde geçirebilecek kadar durgun hissediyordum hayatı.
 Sen vapurda giderken aynı şarkı her yeri kaplamıştı. Yağmur, tuzlu  tuzlu yağıyordu. Ağladığımı kimse görmedi. Bir şeyler yazıyorum. Herkes bana bakıyor, merak ediyorlar; ”Ne yazıyor, kime yazıyor? Deli mi ne ? Kim bu ?”
 Biraz önce içeriği girdiğinde gözleri kıpkızıldı. Bana: ” Üzülme, mutlu ol!”,  demişti. İçinin allak bullak olduğunu şansa ve kendine kızdığını anlamıştım. Bilmediği suçun bir o kadar da bende oluşuydu. Buralar, buralar, buralar, bazen çıldırtır adamı. Çamurlu suyun üzerinde; el ele ama yan yana yürümüyoruz. Ayrı ayrı, gönül gönle yürüyoruz. Yüreğimizdeki hapis olmuşluğumuz, başka limanlara götürse de aynı yerde kalabilmenin var olmayan rüyalarını göreceğiz o zaman.
Biz bir gün güneşe aynı yerden doğarken bakabilecek miyiz? Bu soruyu sorabilecek kadar ne cesur, ne de umutsuzdu yüreklerimiz. Her şeye alıştım bir iki günde.  Tinerci, dilenci çocukların bozukluk istemelerine,  karanlığın dehlizlerde ne korkunç bir yakarış olduğuna, kinin öldürdüğüne sevginin yarattığına, emsalsiz bir yaşamın her an olduğuna., büyünün bozulmayacağına alıştım. Büyü, eğer sen o an orada olabiliyorsan eğer varoluyordu.
Yağmur yağıyor ellerim kenetli. Ellerim şimdi üşüyor. Sanki onun ellerini tutarken biliyordu, onun ellerinin  hiç üşümemesinin gerektiğini. Onun elleri ısınmalıydı, benimkiler yanmalıydı. Güz bitti. Düş bir sezgi sanki. Bir yaşlı kadın,  sanki ölmüş gibi uyuyor.  Sanki ölüm meleği onu yenice ziyaret etmiş ve gitmişti.Herkes, birbirinin  hırsız olmasından ve sahip olduklarının çalınmasından korkuyorlar. Herkes kuşku ile bakıyor, benim gözlerim en son onun kıvırcık saçlarında kaldı başka bir şey görmüyor, orada geziniyor. Saçlarına takılıp kalan denizin tuzlu rüzgârların kokusunu duyuyor. Rüzgarların kokusu ruhlarımızı alıyor bu bekleme salonunda çok daha uzaklara, hiç bilmediğimiz bir lisan ve düşlerin yaşandığı dünya haritasının bir yerine götürüyordu. Gidilen yerde ortadan bir nehir geçiyor, ölüler ve diriler hep bir arada ruhlarını bu nehrin sularında yıkıyorlardı. Göz bebeklerimiz bu değişik manzara karşısında  bir başka rüzgâra doğru dönüyordu ve var olduğumuz şehri buluyorduk. Tek başına iki kişilik hüzünleri yaşadığımız ve muhtemelen de yalnız öleceğimiz şehirlerin kokularını  duyuyorduk.


Bu şehir beni seviyor. Ben giderken hep ağlıyor. Benim gideceğimi benden önce biliyor. Ben onun varlığını ve yüreğimden yıllarca gitmeyeceğini bilsem dahi o beni yüreğinden silip atıyor..
Herkes erkenden gelmiş. Buna en çok büfeci seviniyor. Seni yendim şehir, ben geldim. Ben kazandım. Şansını kullanamadın. Oysaki beni öldürmek için elinde ne de çok imkânın vardı. Yüzyıllar boyu uğruna birçok beden ölmüş, birçok yerinde düşler kurulmuştu. Sen bu düşlerinin arasına beni de sokmuş muydun?  Beni özlemiş miydin şehir, ben senin için ne kadar vardım? Yaşam seninle beni bir seferlik bile olsa, hür hisler içerisinde sonuna kadar çırçıplak karşılaştırmamış mıydı? Ben kendi sonuma doğru ağırca ilerlerken sende hep aynı düş saflığınla kalamamıştın şehir. İçinde fırtınalar koptu, isyanlar çıktı kim bilir. En son senden ayrılırken o bankın üzerinde uyuyan yaşlı kadın, o yerlerde içimdeki isyan çığlıklarını dinleyen zavallı kalorifer böceği, belki de beni başka bir seferinde daha götürmeyecek o tren ve peşinde düşleri taşıyan vagonlar artık yok. Ama yine yağmurların yağıyor, yine başka birileri benzer olmayan saf ve hür düşleri, aşkları kuruyorlar senin gövdenin içinde senden habersizce. Kurulurken bu düşler içlerine özlemlerini katıyor insan. Dolaştığı yolları katıyor ya da senin göz yaşlarının tuzunu tadıyorlar. Biliyorum beni özlemedin şehir. İçinde adım belki de başka lisanlarda anılır oldu. Göz bebeklerimin sendeyken büyümesi ve etrafımı daha bir sen gibi görebilmemin de bir anlamı yok belki. Beni özlemedin şehir biliyorum ama ben onu, hayatıma giren tek esmer kadını daha gitmeden özledim.


13.12.1997
                                                                                     


4 Ocak 2012 Çarşamba

Kaledeki Yüzler


Kaledeki Yüzler


Anlamadığım, anladıklarımdan o kadar az ki; sanki söyleyecek çok şeyim varmış ve bunları unutmuş gibiyim. İlk gözümü açtığımda yaşamaktı tek gayem. Yaşım ilerledikçe gayeler ve hayaller kesişecek yer aradılar birbirlerinden habersizce. Kesiştikleri noktalardan o kadar uzaklara düştüler ki; bir daha bulsalar birbirlerini bu kadar özlemeyeceklerdi kim bilir? Ah sessiz sokaklar neler anlattım onlara geceler boyu. Bazen bir bekçi oldu sırdaşım, bazen çöplerde hayatını sürdürmeye çalışan sokak köpekleri. Neydi bizi hayata çeken? Kimin oyununa gelmiş ve yönümüzü dünyaya çevirip, gözümüzü açmıştık boş bir odada.  Aslında bir şeylere sahip olunamadığını bilmek ne kadar kötü bir his. Durup düşündüğünde; bir bedene bile sahip değil insan. En çok hüznü veren ne gidişler, ne de doğuşlar. En çok içine hüzün salan yalnız yere düşen bir sonbahar yaprağı  ya da yalnız başına merhaba denilen bir akşam güneşi. Biliyorsun ki güneş batacak ve ışıklar yanacak. Ve düşen sonbahar yaprakları ayaklarının altında ezilecek, ta ki bir  rüzgâr yanından geçip de onları başka yerlere savuruncaya dek. Yaşamı anlayamadık yeterince. Bir çift sana bakan gözbebeği varken hayatta, mutlusun ya da sadece  mutlu olunduğunu sanıyorsun. O bir çift bakış senden ayrılınca ve uzaklara yönelince anlıyorsun bir başka rüya daha görmüş olduğunu.  Ve umutların göç eden kuşlardan farksız kalıyor. Hayat hep bir tarafı tutuyor. Ona merhaba diyor ve senin dalların  bahar gelmeden mevsimsizce açıyor ve geç kalmış bir kış hüznü yaşarken solup gidiyor. Yani merhameti olmuyor dünyanın. Hepsi sıraya girmişçesine  bekliyor olmayan düşlerin.Yaşadığın kültürün nasıl da değiştiğini anlamakta zorlanıyorsun. Sen sen olmak peşinde koşuyorsun, başka insanlar da oldukları benliklerini beğenmeyip,  başka benlikler olmaya çalışıyorlar. Hayat hep bir ikizi aramakla geçip gidiyor.  İkizin senin doğumunla ölüyor. Onun sen doğarken öldüğünü; ya içindeki iyi ya da kötü sana yenildiğinde anlıyorsun.

Sen ve biz yıkılmaz denilen kalenin belki de son bekçileriyiz. Kalenin surlarında iki yüzün izleri var. Biri kuzeye, öteki güneye dönük. İki lisan var konuşulan, kelimeler tanıdık ama cümleler yabancı bize. Sarı bir güneş ve onun rengini kıskanan bir bulut gibi hayat. Hep istekler ve ardında son bulmayan düşler. Siyah ve kanatlı bir kapısı var kalenin. Kapının hemen arkasında sen ve biz duruyoruz,  kayıp düşlere sahip çıkmak ve onları nihayete erdirmek için. Düşler birer birer çoğalıyor. Feryat sesleri yükseliyor. “Artık yeter!”, diye haykırıyor kimisi. Hepsi de bir öncekinden daha da sabırsız olacakları anı beklerken yürekleri kanıyor. Beklentisi olan sadece onlar değil mutlaka. Baharın gelmesini, çiçeklerin bin bir renk  ve kokuda açmasını bekliyor kozasındaki böcek. Sıyrılması gerek, benliğini adadığı varoluşunu tamamlaması için o ipeksi kozadan. Önce tenini acıtan bir hal alıyor birkaç zamandır etrafını saran o ipek. Sanki gelecekteki güzellikleri haber verir bir yumuşaklıkta. Ancak etrafını sarmış durumda. Ne kadar da yumuşak olsa hapis olduğunu biliyor o ipek böceği ve onu saran kozası.

Koza hanenin ışıkları yanıyor. Sen  ve ben o bitmek bilmez nöbetimizde yeni bir sayfa açtığımızda, etrafa hüzün ve ölümün kokusu yayılıyor. Burası düşler ve etrafını kozaların sardığı bir kale. Kalede iki yüz asılı biri bana bakıyor, öteki sana. Kaynayan sular içinde can çekişen ipek böceklerinin sesleri karışıyor geceye. Çığlıklar adeta yüzyıllardır süren ipek böceğinin ölüm yolcuğunu birkaç dakika içinde özetleyiveriyor. Böceğin çırpınışları; gece vakti koza hanede çalışan kızların dillerinden söylenen başka şarkılarla yol buluyor.  Kalede iki yüz aslı biri kuzeye dönük, öteki güneye.
Yeraltından gelen sesler ışıklı şehirlerin gürültüsünden farksız. Kaleyi bekleyen iki yüz anlıyor sesleri ve onların geldiği şekli. Asıl adı yaşam olan bu kardeş ölümün son bir haykırışı belki. İpek böcekleri sonlarını biliyorlar. Bu denli yaşam olmanın nedeni de bu belki.  Feryat her yerde. Bir yangından farksız. Son çıkan rüzgârdan sana arta kalan; iki çatlak oluyor dudaklarında. Kanının; tadı, tuzlu bile acı değil oysaki. Yaşama dair bağların hepsi bir bir kopuyor.  İnsan içinden “Başıbozuk yaşamlar vardı.”, diye geçiyor. Susan, ölünce; hep en çok haykıran oluyor.  Yaz gecelerinin ufak ve unutulmaz bekçileri gibi olan akrepler hiçbir zaman kalenin duvarlarını yalnız bırakmıyorlar. Burada yaşamda olduklarını biliyorlar. Kim arta kalacak ki düşlerinden de ötede? Bir deli rüzgâr kopuyor. Kalenin duvarları sallanıyor. Sallanan duvarlara iki yüzün sedası yapışıyor. Gün; yüzünü geceden almaya kararlı. O kadar berrak ki ay bırakmak istemiyor geceyi. Ama gün kararlı. Dönecek bir gün kovulup, lanetlendiği dağlara. Dağlarda meşaleler yanacak. Meşaleler; labirent gibi karmaşık olan hayata yön verecek, ışığı gören ilk düş nihayete erecek. İlk düş; kozasından sıyrılan ilk ipek böceği olacak. Elinde taşıdığı meşalesi yanacak ha yanacak.

Kalenin soğuk yüzü al al yanıyor. Kozaların şanslı olanları; bir dut ağacının dallarında kalmışlar. Şanssız olanlar; kaynar kazan içinde bulmuşlar bedenlerini, daha kanatları olmadan, başka diyarlara uçmuşlar. Bahar gelecek! Şu karanlığı yarabilseydi eğer güneş, verebilseydi aydınlığını kimsesiz düş kalmayacak, sen ve biz başka düşlere dalacak, onların efendisi olacaktık. Efendi önümüzde eğilecek, etekleri yerlere değecekti. Gece daha yeni bitmiş, kuşlar akşamın yorgunluğundan kurtulmak ve aç olan karınlarını doyurmak için açmışlardı kanatlarını yeni bir güne. Kalenin iki ucundaki yüzler, gündoğumu ile ortadan kaybolmuşlardı. Kızlar; koza haneden çıkmışlar, birbirlerine kaledeki o biri kuzeye, diğeri güneye bakan siluetler hakkında hikâyeler anlatıyor,  kimisi gülüyor, kimisi umursamayacak kadar yorgun bir halde evine doğru gidiyordu. Gece; günü getirmiş, fakat gelirken güneş ışığını unutmuştu bir başka karanlığın içinde. Kapalı  bir hava ve yer; kan, çamur içindeydi. Köşe başı birileri tarafından tutulmuştu. Ayak sesleri yaklaşıyordu. Olduğu yerden dikildi düşler, sen ve biz ayaktaydık daha uyumamış, uyumak için vaktimiz olmamıştı. Birileri köşe başını bekler halde uyumamızı bekliyordu sanki. Kah bir yürüyüş, kah bir  kavganın tam ortasında terk edilmiş hayaller ve onların yegâne bekçileri olan sen ve biz. Bu soğuk bu kasvet dolu gecenin  sabahını ne de umutla beklemiştik düşlerin hapis olduğu kalenin duvarlarını. Kozalarından duyulmaz çığlıklarını atan ipek böcekleri yoldaşımız olmuştu.  Yollarda kızların şarkılarının ufak tınıları kalmıştı. Kalede iki yüz, yüzde iki soluk bakış. Şimdi bunların hepsi bir hayal gibi olacakları zamanı bekliyorlar.

Yüzler her günkünden farklıca bir başka düşün matemini almışlar yüzlerine. Adı sonsuzluk olan ve varoluşların en son durağı olan yere erdikleri için olamaz bu. Çünkü biliyorlar sonsuzlukta bir daha ölünmeyeceğini. İpek böcekleri daha önce anlatmıştı onlara binlerce defa. Adı suskun bir şarkı gibi sessiz ve kimselere anlatılamayacak kadar ayıp ve hüzünlü bir ifade almışlardı. Sanki bir sürgün vardı ve sürgünün son durağı olmuştu bu ölüm ve karanlık kokan kale.Yorgun düşenler ve hatta yorulamadan ölenler olmuştu kaleye ulaşılacakken, son bulan yolda. Tersine dönen hiçbir şey yoktu ve her şey aynı görünüyordu. Kaledeki yüzlerin aksi matemlerini güneşe savuruyordu. Birden gök yarılıverdi. İçinden kara giysiler içinde bedenler aşağılara doğru eğildiler. Başlarında  kara maskesi yüzünü örtmüş efendileri geliyordu. Koza haneden çıkan kızlar ne göğün yarıldığını, ne de kara elbiseli adamların yola indiklerini göremediler. Kalenin duvarlarındaki akrepler birden telaş içinde kaçışmaya başladılar. Duvardaki yüzler kulakları yırtarcasına çığlıklar atıyorlar hapis olmuş ruhlarının bedene kavuşmasını istiyorlardı. Güneş kendini buluta teslim etmiş ne kaleye, ne de kızların ilerlediği yollara vuruyordu. Baştan aşağıya kan rengine bürünmüştü akreplerin gözleri.

Başka bir lisan aramaya başlamıştık sen ve ben. Kendi lisanımızı kimse duymuyor içimizde ölen ve yeniden varolan ahlarımızı anlatmak için yeni yollar arıyorduk.  Yollar bulunamıyor ve bildiğimiz tek lisanı unutur hale geliyorduk. Birden senin ellerin ve benim gözlerim kanamaya başladı. Kimse neden olduğunu anlamıyor kızlar birbirlerine ayıp şarkıları olabildikleri en masum hallerinde söylüyorlardı.  Sözlerindeki; insanları yasak olana iten sözler hoşlarına gidiyor, beyaz tenli olanların yüzleri kızarıyordu. Senin ellerinden dökülen kanlar ardımıza izler bırakmış, benim gözlerimden akanlarsa kalenin duvarlarından kaçışan akrepler için besin olmuştu. Hepsi yüzüme üşüşmüşlerdi.  Bekleyiş sona ermiş, geceyi güne teslim etmenin rahatlıyla ayrılmıştık, bize verilmemiş doğamızdan aldığımız görevimizden. Karalar içindeki adamlar birden güneşin vurduğu ışıkların olduğu yöne doğru döndüler. İçimizde başka bir yok oluşa dair yeni izler bulmuştuk. Gözlerim; kan kırmızısı içinde bu koşunun ne vakit biteceğini bekliyordum. Efendileri birden doğruldu. Tüm yaşayanlar gözlerini efendiye çevirdi. Kızlar şarkılarını, ipek böcekleri feryatlarını. Herkesin içinde anlatılmayacak anılar canlandı birden. Efendi yok olmaları için önce birkaç ipek böceği, sonra da birkaç şarkı söyleyen kızdan seçti. Seçilenler artık bir daha yeni bir yolun olmayacağını anlamışçasına, suskundular. Efendi ne çığlıklara ne de  senin ellerinden benimse gözlerimden akan kanlara aldırmadan sonlarına dair emrini verdi. Kara içindeki adamlar; önce  ipek böceklerinin, sonra da kızların sonu olması için verilen emirlere doğru yol almaya başladılar. Akrepler bile bu olay içinde dehşete düştüler ve birer ikişer yüzümden yere düştüler.

O an belki de olmasını kimsenin düşünmediği bir şey oldu. Adamlar tam ipek böceklerini ve kızları almışlarken; içlerinden birisi:”Neden!” diye sordu. “Neden bunları bu şeklide yaşamak zorundayız!”. Ne karalar içindeki adamlar ne de onların efendisi böyle bir duruma kendilerini hazırlamamışlardı. Birden bir sessizlik oldu. Efendi adamlarının olduğunu ve bir avuç böcekle, onları ipeğe döndüren insanlardan korkmayacağını söylediler. İşte o an birden alev aldı her yer. O an; kızlar adamların ellerinden kurtuldu ve haykırdılar. Güneş kaledeki yüzümüze vurmaya başlamıştı. Yüzümüz adeta akan bir su olup böceklerin ve kızların üzerine döküldü. Akrepler; birden yağız atlara döndü, geceyi yenmek için ipek böcekleriyse onları sürecek olan süvarilere.  Herkes karalar içindekilerin üzerlerine yürüdüler. Karalar içindekiler bu denli bir Kalabalığı beklemiyorlardı karşılarında. Geri adım attılar. Efendinin adamları birden saf değiştirdiler. Birden ışığa ve aydınlık içinde olmaya ne kadar da çok ihtiyaçları ve nedenleri olduğunu anladılar. Birden efendi yapayalnız kaldı gündüzün ortasında. İşte o an sen ve ben yeniden beden bulduk yeryüzünde. Anladık ki aydınlık içinde olmak karanlıklar içinde bir duvarın üstünde olmaktan çok daha güzel. Anladık ki; kızların şarkıları ve son defa çıkılan o yalnız yol; bizi biz yapmıştı. Gece yerini gündüze teslim etmişti. Kızlar evlerinde, böceklerde bir başka kızın boynunda bulmuştu kendilerini. Artık kalede asılı kalmış iki yüz değil, sonsuzluğa giden bir sevgi içinde iki aşık olmuştuk.