7 Ocak 2012 Cumartesi

HAYDARPAŞA


HAYDARPAŞA Garı




Her şey o kadar ani oldu ki inanamıyorum. Kendimi üşümüş ve üzgün hissediyorum.  Ellerimizde, değiştiğimiz kalemlerle yazıyorduk. Hiç bilmediğimiz bir şehri, hatta şehre dair hiç bilmediğimiz düşleri yaşıyorduk. Gün, rüya gibi geçiyordu. Rüya her zaman uyanılmamak istenen türdendi. Bir yerinde uyandırılacağımızı bilmemize rağmen aynı rüyayı görmeye devam ediyorduk.
Belki bir büyü havası içindeydi yüreklerimiz ve bedenlerimiz. Büyü birden başlıyor ve insanı sarhoş ediyordu. Alışılmış ve bilinen tüm büyülerden farklıca,  damağımızdan geçen iksirin  tadıyla içimizde fırtınalar çıkıyor, önüne geçen tüm şehirleri ve hatta ülkeleri bile yutup yok ediyordu. Damarlarımıza ulaştığında bu iksir, her şey birden durgunlaşıyor ve fırtınadan sonraki sessizlik ve huzur hakim oluyordu bedenlerimize ve yüreklerimize. Ellerimiz yüreklerin yapması gereken  atımı gerçekleştiriyor ve tir tir titriyordu ellerimiz.
Coştuğum bir şehir oldu burası. Bir arada olmaktan başka hiçbir şey istemedik aşka ve mutluluğa  dair. Bildik bir ilişki yaşanmıyor, bekleme salonlarında geçiyordu iki kişilik bir ömür. Herkes kendi paydasına düşen kısmını yapayalnız yaşıyordu. Bir arada olmaksa istenilen tek şeydi.
Son kez baktım ona. Eve daha fazla gecikmemek için hızla geçti vapurun  turnikelerinden. Hiç susmayan çenem, onun yanında konuşmak istemedi. Biliyordu, çünkü söylenecek sözler kimi anlarda yetersiz kalacaktı. Kaldı da.
Caddelerinin ışıkları, saçlarına dökülen yağmur tanelerinden kırılıyor, bir kıza hiç bakmadığım kadar ışıl ışıl ve meraklı gözlerime düşüyordu. Işık, özellilikle de bir sokak lambasından kırılan ışık gözlerimi hiç bu denli almamıştı. Gözlerim bu ışık demetinden adeta yanıyor ve göz pınarlarım içindeki hüznü yeryüzü ile buluşturmak için sabırsızlanıyordu.  Hüzün her zaman yakamıza yapışmış, bir arada olabilmek için bize  bir parça zamanı ve mutluluğu çok görmüştü.
Gözlerinde her zamankinden farklı bir hüzün seziyordum. Sanki umudunu yitirmiş ve yok olacağımıza dair haberler almış gibiydi.  Oysa bir gün bir arada olabilmekti bu iki kişilik  ömrü  bir bekleme salonunda kimsesiz yaşatan.  Onun umutsuzluğu beni sarstı. Benim maceraperestliğimden doğmamıştı bu aşk. Aşk umut bilirdi? Bir defada yaşanabilecek neler kaldı ki umut adına? Zaman artık ilerliyor.  Birazdan yine yollarla örtülecek yaşadığımız üç kısa günün özeti. Bekleyen insanlar var salonda. Yerler de kalorifer böcekleri. Susmuş kimsesiz insanlar. Düşleri var hepsinin eminin. Bazılarının hiçbir şeyleri yok ama düşleri var eminim.
O, hayatımdaki ilk ve tek esmer kadın. Ve ben, ve o....
Birilerine anlatmam lâzım. İçimde bir yerlerde büyük bir yangın çıktı. Yüreğim adeta tutuştu. Ellimi değdiğim her yer birden yanıyor. Yaşamak ve ölmek adına karar vermek ne kadar da zor!  Bana yolda beklememe eşlik eden bir minik böcek. Ve o böcekten başka hiç kimse yok sesimi duyabilecek. Konuşamayacak kadar yorgun ve halsizim üstelik. Dokuz kişinin üçü uyuyor, biri dışarı bakıyor, bir yazı yazıyor. Her şeyim böyle karma karışık mı olmalı? Kimsenin yaşamadığının yaşayıp, herkesin baktığı; fakat görmediğini görüp, tüm yaşanırların  telaşını ve acılarını taşımalı mıyım omuzlarımda. Tam da bana göre. Hayatın eksikliklerini tamamlayıp, öleceğim güne  kadar yaşayarak savaşacağım.
 İçimden tek tek öpmek geldi tuzlu rüzgâr vururken saçlarını. Adımlarımı sıklaştırarak ona giden yollardan hiç mi hiç gelmek istemedim. Suskun bir saat geldi aklıma biliyordum, ben onu  yolculayacaktım. Yani giden o olacak ve kalmaların acılarını ben çekecektim yüreğimde.
Yüreğim buna alışkın değildi şüphesiz. Ama hayat nedense beni seçerdi bu tür acıları yaşatmak için. Bende artık ses çıkartmıyordum. Başıma ne gelirse yaşar haldeydim. Ve yine en kötülerinden biri daha beni bulmuş ve yüreğimi önce aşk sonra da  o aşka dair yaşanacak ayrılığı armağan etmişti bana.
Oyun olmadığı için kurallar koymadık. Herkesin yaşadığını yaşayamadığımız için sanki kurallar bizim için konmamıştı. Kırmızıda  geçmekti, aşk ve özlem. Sevebilmek için göze alınacak o kadar çok şeyimiz vardı ki.
Vakit yok sanıyorduk, bir an önce el ele olmalıydık. O ve ben, sevdaları taşırken yüreğimizde, bir boyacı çocuk, boyu kadar büyük sandığı ile anlattı  tüm olanları. Oysaki elleri kapkara ama yüreği beyaz, bembeyazdı. Yüreğinin beyazlığını görebiliyordum. Bu beyazlık içimizi ısıtıyor yeniden umudu salıyordu dünyaya. Herkes gibi bende payıma düşeni alıyordum o çocuğun yüreğinden dünyaya yayılan aydınlıktan.
İşte olabileceklerin bir kıyası, gök bizi ıslatırken ıslanmak için yürür müydük yine yenilenen ruhumuza inat.  Yürüyüşler bizim için hiç son bulmayacak ve her seferinde yeniden başlayacaktı. Ayaklarımız kanayacak, ellerimize yolculukların demir kokan hüznü sinecekti. Bu hüzünler yıllar boyu ne ellerimizden, ne de düşlerimizden uzak duramayacaktı. Başka zamanlarda geçmişe dair mutlulukları ararken bizim için kılavuz olacak ve yeni yaşam eskisinden örneklerle sürüp gidecekti.


Her yerde aynı hüzün şarkıları. Sanki şarkılar bu yinelenecek yok oluşu haber verircesine, sokakların arasından sıyrılıp, bir kaç direğe  çarpıp kulaklarımıza değiyordu.
“YİNE SEN NERDESİN” diye haykıran bir şarkının sözleri aklımda kalmıştı. Geçmiş zamanlara ağlanacak bir hal içinde bir başka rüyada uyanmak istemediğim, orada oluşumdan dolayı başka bir yere dair yeni bir yolculuğa çıkmak istemiyordu ayaklarım. Sanki oldukları yerde kalabilecekler ve hayatımı bir kaldırım üzerinde geçirebilecek kadar durgun hissediyordum hayatı.
 Sen vapurda giderken aynı şarkı her yeri kaplamıştı. Yağmur, tuzlu  tuzlu yağıyordu. Ağladığımı kimse görmedi. Bir şeyler yazıyorum. Herkes bana bakıyor, merak ediyorlar; ”Ne yazıyor, kime yazıyor? Deli mi ne ? Kim bu ?”
 Biraz önce içeriği girdiğinde gözleri kıpkızıldı. Bana: ” Üzülme, mutlu ol!”,  demişti. İçinin allak bullak olduğunu şansa ve kendine kızdığını anlamıştım. Bilmediği suçun bir o kadar da bende oluşuydu. Buralar, buralar, buralar, bazen çıldırtır adamı. Çamurlu suyun üzerinde; el ele ama yan yana yürümüyoruz. Ayrı ayrı, gönül gönle yürüyoruz. Yüreğimizdeki hapis olmuşluğumuz, başka limanlara götürse de aynı yerde kalabilmenin var olmayan rüyalarını göreceğiz o zaman.
Biz bir gün güneşe aynı yerden doğarken bakabilecek miyiz? Bu soruyu sorabilecek kadar ne cesur, ne de umutsuzdu yüreklerimiz. Her şeye alıştım bir iki günde.  Tinerci, dilenci çocukların bozukluk istemelerine,  karanlığın dehlizlerde ne korkunç bir yakarış olduğuna, kinin öldürdüğüne sevginin yarattığına, emsalsiz bir yaşamın her an olduğuna., büyünün bozulmayacağına alıştım. Büyü, eğer sen o an orada olabiliyorsan eğer varoluyordu.
Yağmur yağıyor ellerim kenetli. Ellerim şimdi üşüyor. Sanki onun ellerini tutarken biliyordu, onun ellerinin  hiç üşümemesinin gerektiğini. Onun elleri ısınmalıydı, benimkiler yanmalıydı. Güz bitti. Düş bir sezgi sanki. Bir yaşlı kadın,  sanki ölmüş gibi uyuyor.  Sanki ölüm meleği onu yenice ziyaret etmiş ve gitmişti.Herkes, birbirinin  hırsız olmasından ve sahip olduklarının çalınmasından korkuyorlar. Herkes kuşku ile bakıyor, benim gözlerim en son onun kıvırcık saçlarında kaldı başka bir şey görmüyor, orada geziniyor. Saçlarına takılıp kalan denizin tuzlu rüzgârların kokusunu duyuyor. Rüzgarların kokusu ruhlarımızı alıyor bu bekleme salonunda çok daha uzaklara, hiç bilmediğimiz bir lisan ve düşlerin yaşandığı dünya haritasının bir yerine götürüyordu. Gidilen yerde ortadan bir nehir geçiyor, ölüler ve diriler hep bir arada ruhlarını bu nehrin sularında yıkıyorlardı. Göz bebeklerimiz bu değişik manzara karşısında  bir başka rüzgâra doğru dönüyordu ve var olduğumuz şehri buluyorduk. Tek başına iki kişilik hüzünleri yaşadığımız ve muhtemelen de yalnız öleceğimiz şehirlerin kokularını  duyuyorduk.


Bu şehir beni seviyor. Ben giderken hep ağlıyor. Benim gideceğimi benden önce biliyor. Ben onun varlığını ve yüreğimden yıllarca gitmeyeceğini bilsem dahi o beni yüreğinden silip atıyor..
Herkes erkenden gelmiş. Buna en çok büfeci seviniyor. Seni yendim şehir, ben geldim. Ben kazandım. Şansını kullanamadın. Oysaki beni öldürmek için elinde ne de çok imkânın vardı. Yüzyıllar boyu uğruna birçok beden ölmüş, birçok yerinde düşler kurulmuştu. Sen bu düşlerinin arasına beni de sokmuş muydun?  Beni özlemiş miydin şehir, ben senin için ne kadar vardım? Yaşam seninle beni bir seferlik bile olsa, hür hisler içerisinde sonuna kadar çırçıplak karşılaştırmamış mıydı? Ben kendi sonuma doğru ağırca ilerlerken sende hep aynı düş saflığınla kalamamıştın şehir. İçinde fırtınalar koptu, isyanlar çıktı kim bilir. En son senden ayrılırken o bankın üzerinde uyuyan yaşlı kadın, o yerlerde içimdeki isyan çığlıklarını dinleyen zavallı kalorifer böceği, belki de beni başka bir seferinde daha götürmeyecek o tren ve peşinde düşleri taşıyan vagonlar artık yok. Ama yine yağmurların yağıyor, yine başka birileri benzer olmayan saf ve hür düşleri, aşkları kuruyorlar senin gövdenin içinde senden habersizce. Kurulurken bu düşler içlerine özlemlerini katıyor insan. Dolaştığı yolları katıyor ya da senin göz yaşlarının tuzunu tadıyorlar. Biliyorum beni özlemedin şehir. İçinde adım belki de başka lisanlarda anılır oldu. Göz bebeklerimin sendeyken büyümesi ve etrafımı daha bir sen gibi görebilmemin de bir anlamı yok belki. Beni özlemedin şehir biliyorum ama ben onu, hayatıma giren tek esmer kadını daha gitmeden özledim.


13.12.1997
                                                                                     


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder