HAYDARPAŞA Garı
Her şey o kadar ani oldu ki inanamıyorum. Kendimi
üşümüş ve üzgün hissediyorum. Ellerimizde,
değiştiğimiz kalemlerle yazıyorduk. Hiç bilmediğimiz bir şehri, hatta şehre
dair hiç bilmediğimiz düşleri yaşıyorduk. Gün, rüya gibi geçiyordu. Rüya her
zaman uyanılmamak istenen türdendi. Bir yerinde uyandırılacağımızı bilmemize
rağmen aynı rüyayı görmeye devam ediyorduk.
Belki bir büyü havası içindeydi yüreklerimiz ve
bedenlerimiz. Büyü birden başlıyor ve insanı sarhoş ediyordu. Alışılmış ve
bilinen tüm büyülerden farklıca,
damağımızdan geçen iksirin
tadıyla içimizde fırtınalar çıkıyor, önüne geçen tüm şehirleri ve hatta
ülkeleri bile yutup yok ediyordu. Damarlarımıza ulaştığında bu iksir, her şey
birden durgunlaşıyor ve fırtınadan sonraki sessizlik ve huzur hakim oluyordu
bedenlerimize ve yüreklerimize. Ellerimiz yüreklerin yapması gereken atımı gerçekleştiriyor ve tir tir titriyordu
ellerimiz.
Coştuğum bir şehir oldu burası. Bir arada olmaktan başka
hiçbir şey istemedik aşka ve mutluluğa
dair. Bildik bir ilişki yaşanmıyor, bekleme salonlarında geçiyordu iki
kişilik bir ömür. Herkes kendi paydasına düşen kısmını yapayalnız yaşıyordu.
Bir arada olmaksa istenilen tek şeydi.
Son kez baktım ona. Eve daha fazla gecikmemek için
hızla geçti vapurun turnikelerinden. Hiç
susmayan çenem, onun yanında konuşmak istemedi. Biliyordu, çünkü söylenecek
sözler kimi anlarda yetersiz kalacaktı. Kaldı da.
Caddelerinin ışıkları, saçlarına dökülen yağmur tanelerinden
kırılıyor, bir kıza hiç bakmadığım kadar ışıl ışıl ve meraklı gözlerime
düşüyordu. Işık, özellilikle de bir sokak lambasından kırılan ışık gözlerimi
hiç bu denli almamıştı. Gözlerim bu ışık demetinden adeta yanıyor ve göz
pınarlarım içindeki hüznü yeryüzü ile buluşturmak için sabırsızlanıyordu. Hüzün her zaman yakamıza yapışmış, bir arada
olabilmek için bize bir parça zamanı ve
mutluluğu çok görmüştü.
Gözlerinde her zamankinden farklı bir hüzün seziyordum.
Sanki umudunu yitirmiş ve yok olacağımıza dair haberler almış gibiydi. Oysa bir gün bir arada olabilmekti bu iki
kişilik ömrü bir bekleme salonunda kimsesiz yaşatan. Onun umutsuzluğu beni sarstı. Benim
maceraperestliğimden doğmamıştı bu aşk. Aşk umut bilirdi? Bir defada
yaşanabilecek neler kaldı ki umut adına? Zaman artık ilerliyor. Birazdan yine yollarla örtülecek yaşadığımız
üç kısa günün özeti. Bekleyen insanlar var salonda. Yerler de kalorifer
böcekleri. Susmuş kimsesiz insanlar. Düşleri var hepsinin eminin. Bazılarının
hiçbir şeyleri yok ama düşleri var eminim.
O, hayatımdaki ilk ve tek esmer kadın. Ve ben, ve o....
Birilerine anlatmam lâzım. İçimde bir yerlerde büyük
bir yangın çıktı. Yüreğim adeta tutuştu. Ellimi değdiğim her yer birden
yanıyor. Yaşamak ve ölmek adına karar vermek ne kadar da zor! Bana yolda beklememe eşlik eden bir minik
böcek. Ve o böcekten başka hiç kimse yok sesimi duyabilecek. Konuşamayacak
kadar yorgun ve halsizim üstelik. Dokuz kişinin üçü uyuyor, biri dışarı
bakıyor, bir yazı yazıyor. Her şeyim böyle karma karışık mı olmalı? Kimsenin
yaşamadığının yaşayıp, herkesin baktığı; fakat görmediğini görüp, tüm
yaşanırların telaşını ve acılarını
taşımalı mıyım omuzlarımda. Tam da bana göre. Hayatın eksikliklerini
tamamlayıp, öleceğim güne kadar
yaşayarak savaşacağım.
İçimden tek tek öpmek
geldi tuzlu rüzgâr vururken saçlarını. Adımlarımı sıklaştırarak ona giden
yollardan hiç mi hiç gelmek istemedim. Suskun bir saat geldi aklıma biliyordum,
ben onu yolculayacaktım. Yani giden o
olacak ve kalmaların acılarını ben çekecektim yüreğimde.
Yüreğim buna alışkın değildi şüphesiz. Ama hayat nedense
beni seçerdi bu tür acıları yaşatmak için. Bende artık ses çıkartmıyordum.
Başıma ne gelirse yaşar haldeydim. Ve yine en kötülerinden biri daha beni
bulmuş ve yüreğimi önce aşk sonra da o
aşka dair yaşanacak ayrılığı armağan etmişti bana.
Oyun olmadığı için kurallar koymadık. Herkesin
yaşadığını yaşayamadığımız için sanki kurallar bizim için konmamıştı.
Kırmızıda geçmekti, aşk ve özlem.
Sevebilmek için göze alınacak o kadar çok şeyimiz vardı ki.
Vakit yok sanıyorduk, bir an
önce el ele olmalıydık. O ve ben, sevdaları taşırken yüreğimizde, bir boyacı
çocuk, boyu kadar büyük sandığı ile anlattı
tüm olanları. Oysaki elleri kapkara ama yüreği beyaz, bembeyazdı. Yüreğinin
beyazlığını görebiliyordum. Bu beyazlık içimizi ısıtıyor yeniden umudu
salıyordu dünyaya. Herkes gibi bende payıma düşeni alıyordum o çocuğun
yüreğinden dünyaya yayılan aydınlıktan.
İşte olabileceklerin bir kıyası, gök bizi ıslatırken
ıslanmak için yürür müydük yine yenilenen ruhumuza inat. Yürüyüşler bizim için hiç son bulmayacak ve
her seferinde yeniden başlayacaktı. Ayaklarımız kanayacak, ellerimize
yolculukların demir kokan hüznü sinecekti. Bu hüzünler yıllar boyu ne
ellerimizden, ne de düşlerimizden uzak duramayacaktı. Başka zamanlarda geçmişe
dair mutlulukları ararken bizim için kılavuz olacak ve yeni yaşam eskisinden
örneklerle sürüp gidecekti.
Her yerde aynı hüzün şarkıları. Sanki şarkılar bu
yinelenecek yok oluşu haber verircesine, sokakların arasından sıyrılıp, bir kaç
direğe çarpıp kulaklarımıza değiyordu.
“YİNE SEN NERDESİN” diye haykıran bir şarkının sözleri
aklımda kalmıştı. Geçmiş zamanlara ağlanacak bir hal içinde bir başka rüyada
uyanmak istemediğim, orada oluşumdan dolayı başka bir yere dair yeni bir
yolculuğa çıkmak istemiyordu ayaklarım. Sanki oldukları yerde kalabilecekler ve
hayatımı bir kaldırım üzerinde geçirebilecek kadar durgun hissediyordum hayatı.
Sen vapurda giderken
aynı şarkı her yeri kaplamıştı. Yağmur, tuzlu
tuzlu yağıyordu. Ağladığımı kimse görmedi. Bir şeyler yazıyorum. Herkes
bana bakıyor, merak ediyorlar; ”Ne yazıyor, kime yazıyor? Deli mi ne ? Kim bu
?”
Biraz önce içeriği
girdiğinde gözleri kıpkızıldı. Bana: ” Üzülme, mutlu ol!”, demişti. İçinin allak bullak olduğunu şansa
ve kendine kızdığını anlamıştım. Bilmediği suçun bir o kadar da bende oluşuydu.
Buralar, buralar, buralar, bazen çıldırtır adamı. Çamurlu suyun üzerinde; el
ele ama yan yana yürümüyoruz. Ayrı ayrı, gönül gönle yürüyoruz. Yüreğimizdeki
hapis olmuşluğumuz, başka limanlara götürse de aynı yerde kalabilmenin var
olmayan rüyalarını göreceğiz o zaman.
Biz bir gün güneşe aynı
yerden doğarken bakabilecek miyiz? Bu soruyu sorabilecek kadar ne cesur, ne de
umutsuzdu yüreklerimiz. Her şeye alıştım bir iki günde. Tinerci, dilenci çocukların bozukluk
istemelerine, karanlığın dehlizlerde ne
korkunç bir yakarış olduğuna, kinin öldürdüğüne sevginin yarattığına, emsalsiz
bir yaşamın her an olduğuna., büyünün bozulmayacağına alıştım. Büyü, eğer sen o
an orada olabiliyorsan eğer varoluyordu.
Yağmur yağıyor ellerim kenetli. Ellerim şimdi üşüyor. Sanki
onun ellerini tutarken biliyordu, onun ellerinin hiç üşümemesinin gerektiğini. Onun elleri
ısınmalıydı, benimkiler yanmalıydı. Güz bitti. Düş bir sezgi sanki. Bir yaşlı
kadın, sanki ölmüş gibi uyuyor. Sanki ölüm meleği onu yenice ziyaret etmiş ve
gitmişti.Herkes, birbirinin hırsız
olmasından ve sahip olduklarının çalınmasından korkuyorlar. Herkes kuşku ile
bakıyor, benim gözlerim en son onun kıvırcık saçlarında kaldı başka bir şey
görmüyor, orada geziniyor. Saçlarına takılıp kalan denizin tuzlu rüzgârların
kokusunu duyuyor. Rüzgarların kokusu ruhlarımızı alıyor bu bekleme salonunda
çok daha uzaklara, hiç bilmediğimiz bir lisan ve düşlerin yaşandığı dünya
haritasının bir yerine götürüyordu. Gidilen yerde ortadan bir nehir geçiyor,
ölüler ve diriler hep bir arada ruhlarını bu nehrin sularında yıkıyorlardı. Göz
bebeklerimiz bu değişik manzara karşısında
bir başka rüzgâra doğru dönüyordu ve var olduğumuz şehri buluyorduk. Tek
başına iki kişilik hüzünleri yaşadığımız ve muhtemelen de yalnız öleceğimiz
şehirlerin kokularını duyuyorduk.
Bu şehir beni seviyor. Ben giderken hep ağlıyor.
Benim gideceğimi benden önce biliyor. Ben onun varlığını ve yüreğimden yıllarca
gitmeyeceğini bilsem dahi o beni yüreğinden silip atıyor..
Herkes erkenden gelmiş. Buna en çok büfeci seviniyor. Seni
yendim şehir, ben geldim. Ben kazandım. Şansını kullanamadın. Oysaki beni
öldürmek için elinde ne de çok imkânın vardı. Yüzyıllar boyu uğruna birçok
beden ölmüş, birçok yerinde düşler kurulmuştu. Sen bu düşlerinin arasına beni
de sokmuş muydun? Beni özlemiş miydin
şehir, ben senin için ne kadar vardım? Yaşam seninle beni bir seferlik bile
olsa, hür hisler içerisinde sonuna kadar çırçıplak karşılaştırmamış mıydı? Ben
kendi sonuma doğru ağırca ilerlerken sende hep aynı düş saflığınla kalamamıştın
şehir. İçinde fırtınalar koptu, isyanlar çıktı kim bilir. En son senden
ayrılırken o bankın üzerinde uyuyan yaşlı kadın, o yerlerde içimdeki isyan
çığlıklarını dinleyen zavallı kalorifer böceği, belki de beni başka bir
seferinde daha götürmeyecek o tren ve peşinde düşleri taşıyan vagonlar artık
yok. Ama yine yağmurların yağıyor, yine başka birileri benzer olmayan saf ve
hür düşleri, aşkları kuruyorlar senin gövdenin içinde senden habersizce.
Kurulurken bu düşler içlerine özlemlerini katıyor insan. Dolaştığı yolları
katıyor ya da senin göz yaşlarının tuzunu tadıyorlar. Biliyorum beni özlemedin
şehir. İçinde adım belki de başka lisanlarda anılır oldu. Göz bebeklerimin
sendeyken büyümesi ve etrafımı daha bir sen gibi görebilmemin de bir anlamı yok
belki. Beni özlemedin şehir biliyorum ama ben onu, hayatıma giren tek esmer
kadını daha gitmeden özledim.
13.12.1997
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder