22 Şubat 2012 Çarşamba

Bir Başka Film "Ve ölüyorlar. Üzerlerine binlerce defa güneş doğmuş olarak, yaşlandıklarını ki bazen buna fırsatları olmadığını bilerek ölüyorlar. Hatta en yoksullar bile ölüyor. Bir çok acı ve yokluğun içinde dönüp duran, bazılarını şaşırtan yaşamları bir gün son buluyor. Giderken hayat boyu sahip oldukları tek şeyi götürüyorlar yanlarında. "





Kalmadı artık yazacak ne bir kelime, ne de söylenecek yeni sözler. Hep bir şeyler ötekinin aynı sanki. Bu günü, bu gün eden sanki yarından habersiz bir halde yaşıyor ve yaşlanıyor.
İnsanlar doğuyor, gün batımından hemen önce. Vardıkları karanlık geceyi umursamıyorlar bile. Gelmiş olmanın verdiği o garip huzur içlerinde doğacak yeni günü bekliyorlar, yaşama kaldıkları yerden devam etmek için.
Ve ölüyorlar. Üzerlerine binlerce defa güneş doğmuş olarak, yaşlandıklarını ki bazen buna fırsatları olmadığını bilerek ölüyorlar. Hatta en yoksullar bile ölüyor. Bir çok acı ve yokluğun içinde dönüp duran, bazılarını şaşırtan yaşamları bir gün son buluyor. Giderken hayat boyu sahip oldukları tek şeyi götürüyorlar yanlarında. O da;  yokluğu.
Sabah yeli ile geliyor insana gelenler. Kim olduğunu bilmeden, kusursuz bir halde, idam ediyor birileri, bir başka düşleri. Gerçekten ölenler bir daha ölmemin mutluluğunu omuzluyorlar, yaşam boyu başka yükler taşıdıkları sırtlarında.
Bir şeyler neden ötekilerden farklı olamıyor sanki? Bir yerler ve başka yerler aslında olan hep aynı yerdeler.

Sanki istediklerim bir yerlerden kopya gibi. Sanki istediklerimi,  kendim düşünemiyorum ve senden ya da bir başkasından ödünç alıyorum. Belki de çalıyorum. Varsay bir hırsızım bir şeyler çalarken neler hisseder bir insan?
Bunu sen bilemeyeceksin işte bu kadar basit. Bunun cevabı yine bende dedim ya varsay bir hırsızım..
Öyle bir hırsızım ki bu işi yaparken, vicdanım beni çalarken ki kadar rahat bırakıyor. İcat değil bu yaptığım. Sadece hayatta kalma adına verilen bir başka savaş say.
Varsay hayatın aynı bir film gibi.  Ama sen sana ait olanı, asla ve asla yaşamayacaksın. Birçok filmden ara kesitler olacak hayatında ve sen bunların, genellikle de kötü olan sahnelerini oynayacaksın. Kimi zaman gelecek, hayat sana bir aptalı oynatacak, başka bir sahnede aldatılan, bir başka sahnede suçlu olacaksın. Mutlu olman gereken sahneler filime on dakika ara yazan yazıdan, hemen üç-beş saniye önce olacak. Sen, o sahnelerde alnında birikmiş terleri sileceksin. Bazı sahnelerde isyan edilecek noktalara geleceksin. Yüksek uçurumlardan düşeceksin ve hatta oralarda ölmeyeceksin. Düşerken sen, başkaları; ne kadar da komik bulacak düşüşlerini. Bazı sahnelerde bebek olacaksın, daha ilk sahnede başına gelmeyenin kalmadığı bir bebek. Ucuz Türk filmlerine dönecek hayatın. Birden çok düşmanın olacak ve düşmanların önünde bir bir diz çökecek. Ve sen; ” evet başardım!”, derken birden kazanamadığını, kötülüğün ve hayatın daha maça başlarken üç-sıfır önde olduğunu göreceksin. “Haydi hızlı ol !”, diyecek hayat sana. Maçın bitmesine az bir zaman var.


Yaşam, tüm soğukluğunu seçilmişlerin üzerine serpiştiriyor. İçlerinden o kadar azı bu var oluş savaşını ortasından galibiyetle çıkıyor ki; sayı, katılımdan oldukça düşük. Bahar geldi. Beynimde çimenler boy atmaya başladı. Bahar, en çok cebimdeki sığırcık kuşlarını sevindirdi. Nede olsa tüm bir kış cebimde yaşadılar. Nasılda cıvıldıyorlar şimdi. Yüreğimden gelen sıcaklık onların göç etmelerine engel oldu. Ama artık bahar geldi ve en güzel çiçekler kendilerini kırlarda, ovalarda sergileyecek ve en lezzetli böcekler, canlılar âlemi için yeni ve taze besin kaynakları olacak ne hoş. Sığırcıklar ne kadar göç ederler ki?
Sığırcıkların gidişi içimde bir yerlerde yangınlar çıkartıyor. Sanki yüreğimin ormanlarında alev var ve yangının sesi geliyor kulaklarıma. İçimde ki yangılar bitmek bilmiyor. Yangınlar en cılız ışığı dolunayda veriyorlar gökyüzüne.  Yangınlarımın üzerine hep yağmurlar yağıyor, yangınlar sönmek bilmiyor.
Kesik bir öksürük var ciğerlerimde. Sanki her seferinde yerinden oynuyor. Yüreğimi itiyor göğüs kafesimden çıkarmak için. Her gece düşümde başka âlemlere yolculuğa çıkıyorum. Boş vakit neredeyse yok denecek kadar az. Gündüzleri olmayan sevgiliye mektup yazmakla geçiyor. Yazsan ne çare sevgili senden o kadar uzaklardaki yok bile denebilir.
Gece buralarda her yerdeki gibi. Karanlık. Bir de yüzyıllardır aynı matemin yaşanmışlığı var karanlığa ek olarak. Her şeyden haberi oluyor insanın. Baharın geldiğinden, kuşların cıvıldamasından, günün birinde dünyanın bir son bulacağından. Burası güvenin olduğu kadar tehlikelerinde kol gezdiği, insanın kimi zaman uyanmak istemediği,  belki ve muhtemelen gibi sözcüklerin olmadığı, ifadelerin kesin ve keskin anlamalarının olduğu bir yer. Burada var olmak ve yok olmak aynı şeyler. Bahar tüm lezzetiyle sokaklarda. Kırlarda bin bir böcek, yılan, çıyan.  Var olduğunun kanıtı, yaşamın ve tanrının. Nedense sadece baharda bu kanıtlar geliyor insanın göz bebeklerine. Sen, olası tüm kaygılarımdan uzaktasın. Benden daha emin bir yerde, yükseklerde yer tutmuşsun. Kim bilir belki de uyumuşsundur. Belki dedim ya burada; belkilere yer yok! Kesin olan buradan çok uzak olduğun. Uzaksın çünkü yaşam seni olabileceğin en güvenli yere taşıdı. Yaşam; sana bir anne çakalın, yavrusuna davrandığı gibi davrandı. Düşün bir, yaşam bir çakal ve sen onun biriciğisin. Yağmurlar başladı. Her yer allak bullak. Etrafı seller götürüyor. Senin içinde bulunduğun; tek girişi yerden daha aşağıda olan mağaranın içlerine kadar sular ilerlemekte. Anne çakal; biricik yavrusunu ensesinden kaptığı gibi mağaranın, suların hiç ulaşamayacağı yükseklikte bir yerine taşıyor. Yavru çakal emniyette. Artık gelen sel suları onun minik savunmasız bedenini yutmayacak ve başka leşlerden beslenmesi için büyümesine imkân tanıyacak. Yani yaşam sana içgüdüsel olarak gerekeni yapıyor. Anne çakal, doğurduğu yavrusuna sahip çıkıyor. Yaşam aynı adaleti benim içinde gösterdi. Yalnız bir farkla. Başka vahşi hayvanların avladığı, av oldu bana düşen rol ve yaşam artıklarımla, seni ve benzerlerini beslemek üzere üşüştü başıma. Ne yaşama, ne de avlayana karşı bir sitem oldu içimde. Bazen kursaktan aşağıya inen olmak dokunuyor bir canlıya nedense. İşte hissettiğim sadece bu. Ama öldükten sonra bu hiç mi hiç umuruna gelmiyor av olarak yaşayan bir canlının, buna ben tanığım.


Buradan baktığında, gerçeklerin tüm coşkusunu görebiliyorsun. Aslında senin yavru çakalı oynadığın ve gerçekte avdan başka bir şey olmadığımız gerçek yeryüzü, tüm av oluşlara rağmen bir düğün alayından farksız. Ellerde fenerler, fenerlerde cılız fakat huzur dağıtan bir ışık. Işıklar bilinmedik yerlerin ve olayların habercisi olmuş, faili meçhul  düşlerin ardından gider gelir olmuşlardı. Düşler, dünyanın kapılarını çalmadan, ormanın derinliklerine doğru yol alıp o kadar uzaklaşmışlardı ki, bebek eli değse değerdi hani, herhangi birine. Yaşam her ne kadar av ve avcıyı oynatsa da, bir yerde adaleti de ihmal etmiyor. Birine av, diğerine avcı olmayı görev olarak dağıtıyordu. Düşler ve arkasındaki gerçekler. Kimin ne olduğu önemli değil, sadece var olmak kalmıştı ellerde.  Her sevdaya dalışta bir umut, her umutta da bir başka sevdanın ve oluşumun haberleri izleniyordu. Av, bazen avcıyı ve acıyı seviyor, avcı bazen sadece kendini seviyor, nadiren avı ilerde yemek üzere toprağa gömüyordu. Hayatın bu bilinmedik karmaşalarının olması garip ve güzel. Düşünsene bir de her şeyin; feryatsız ve beklendiği gibi olduğunu. Hiç seni şaşırtan bir durum ve olay yok. Mesela bir çiftçisin ve tarlanı ekmişsin. Beklentin var yağmurun yağması, güneşin yüzünü göstermesi tüm parlaklığıyla. Oysa ne gariptir ki hem yağmuru bekliyorsun, hem de güneşin doğmasını. Yağmurun yağması da, güneşin doğması da umurunda. Kimseler umursamasa bile sen umursamak zorundasın. Güneş fazla kavurmamalı, yağmur yağarken ektiğin bir avuç alın terin sellere karışmamalı. Hayat beklentilerinle ve beklediklerinle güzel.
Hayat olan annen daha sana en temiz gıdanı boca ederken yutağından, sonraları için hiçbir plan ve hayal yok. Varsan vardır, yoksan yok.  Yutulan ilk lokma aslında hayata merhabanın, elveda hali bana sorarsan. Gariptir ki adaleti en etkili gördüğün ve gırtlağına kadar hissettiğin ilk ve belki de son an bu; tüm adem oğullarının ilk yediği yemek. Ne o havarilere verilen son ihtişamlı yemek, ne de bir parça kuru ekmek ardına gizlenmiş mahcup zeytin.  Fark yok. İlk lokma çoğu zaman aynı. Belki ilerleyen zamanda gırtlağından geçecek olan lezzetler için resimler yapılacak balık derisi üzerine ya da hiç anımsanmayacak anlardan biri olacak yediğin o zavallı zeytin. Dallarında kiraz çiçeği gibi açtığımız o dal, ilk ve son defa belki de adil olup bir memeden içirmişti bize hayatın ilk lokmasını.  Hatırlayamayacağımız ilk lezzet bu belki de. İlk melodi diyelim buna. Kulaklarımızın ve ruhumuzun yüzyıllar süren sessizliğini bozan. Belki de âmâ gözlerle baktığımız dünyaya karşı gözlerimize çarpan ilk ışık. Berbat bir öksürükten kurtulurcasına  yenilen ve birilerinden çaresiz almaya alıştığımız ilk şey.
O kara ve iri kapıdan geçip de beyaz bir düş gibi, başlayan hayatta acımasızca ve tüm saldırganlığımızla başladığımız ilk an. Bazıları takılıp kalmaktalar halen o iri kapıdan geçerken hemen sol köşede duran, lezzetli ve ufak elmaları olan ağaca. Geç kalma nedenleri bu. Gecikecekler çünkü yedikleri elmanın çekiciliği halen kursaklarında. Hayat onlara da, sana ve bana davrandığı gibi adaletli davranacak. Aralarından bir kaçı balıkçı olacak, geri kalanı da balıkçının ağına takılacak balık olacak. Bazen hayat aynı çakal ve yavrusunu oynatacak, bazen de büyük balık, daha büyük balık ve en nihayetinde en büyük balık olan balıkçının hikayesi gibi olacak sonunda bir başkası mutlak diğerini iri ve kara kapıdan başka bir düşün içine salacak.

Evet, sen belki de isteyip de yutamadığım tek küçük balık oldun. Bu şekilde hesaplamıştım. Dedim ya hayat beklentilere cevap veremeyecek kadar meşgul ve yeni planları var. Yeni roller dağıtıyor her an bir başkasına. Varsay bir başkasının düşü içindesin ve orada yok olmuşsun. Aslında bu şekilde olmayacaktı. Senin o iri kapıdan geçmen bu denli erken bir vakitte olmamalıydı. İlk tattığın lezzeti hatırlayacak kadar uzun durman gerekiyordu bu yarı gerçek, yarı acı olan düş âleminin içinde. Ama ben erken davrandım seni daha emniyetli yerlere taşımak için. Hayat bana yeni bir görev vermişti. Ben düşlerin efendisi, yıkılmış ve için için yanmakta olan bir dünyanın düş bekçisi olarak seni ense kökünden kavrayıp, gitmek için hiç de acele etmeyeceğin yerlere yollamıştım. Ben senin kurduğun düşlerin siyah atına binmiş olan zenci bir prensi olmuştum. Sen de şaşmıştın buna, çünkü bu denli kara derili bir prens beklemiyordun.
Kaç kişi düşlerinde siyah ata binmiş esmer bir prens bekler ki?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder