Kalmadı artık
yazacak ne bir kelime, ne de söylenecek yeni sözler. Hep bir şeyler ötekinin
aynı sanki. Bu günü, bu gün eden sanki yarından habersiz bir halde yaşıyor ve
yaşlanıyor.
İnsanlar doğuyor, gün batımından
hemen önce. Vardıkları karanlık geceyi umursamıyorlar bile. Gelmiş olmanın
verdiği o garip huzur içlerinde doğacak yeni günü bekliyorlar, yaşama
kaldıkları yerden devam etmek için.
Ve ölüyorlar. Üzerlerine binlerce
defa güneş doğmuş olarak, yaşlandıklarını ki bazen buna fırsatları olmadığını
bilerek ölüyorlar. Hatta en yoksullar bile ölüyor. Bir çok acı ve yokluğun
içinde dönüp duran, bazılarını şaşırtan yaşamları bir gün son buluyor. Giderken
hayat boyu sahip oldukları tek şeyi götürüyorlar yanlarında. O da; yokluğu.
Sabah yeli ile geliyor insana
gelenler. Kim olduğunu bilmeden, kusursuz bir halde, idam ediyor birileri, bir
başka düşleri. Gerçekten ölenler bir daha ölmemin mutluluğunu omuzluyorlar,
yaşam boyu başka yükler taşıdıkları sırtlarında.
Bir şeyler neden ötekilerden farklı
olamıyor sanki? Bir yerler ve başka yerler aslında olan hep aynı yerdeler.
Sanki istediklerim bir
yerlerden kopya gibi. Sanki istediklerimi,
kendim düşünemiyorum ve senden ya da bir başkasından ödünç alıyorum.
Belki de çalıyorum. Varsay bir hırsızım bir şeyler çalarken neler hisseder bir insan?
Bunu sen bilemeyeceksin işte bu
kadar basit. Bunun cevabı yine bende dedim ya varsay bir hırsızım..
Öyle bir hırsızım ki bu işi
yaparken, vicdanım beni çalarken ki kadar rahat bırakıyor. İcat değil bu
yaptığım. Sadece hayatta kalma adına verilen bir başka savaş say.
Varsay hayatın aynı bir film
gibi. Ama sen sana ait olanı, asla ve
asla yaşamayacaksın. Birçok filmden ara kesitler olacak hayatında ve sen
bunların, genellikle de kötü olan sahnelerini oynayacaksın. Kimi zaman gelecek,
hayat sana bir aptalı oynatacak, başka bir sahnede aldatılan, bir başka sahnede
suçlu olacaksın. Mutlu olman gereken sahneler filime on dakika ara yazan
yazıdan, hemen üç-beş saniye önce olacak. Sen, o sahnelerde alnında birikmiş terleri
sileceksin. Bazı sahnelerde isyan edilecek noktalara geleceksin. Yüksek
uçurumlardan düşeceksin ve hatta oralarda ölmeyeceksin. Düşerken sen,
başkaları; ne kadar da komik bulacak düşüşlerini. Bazı sahnelerde bebek
olacaksın, daha ilk sahnede başına gelmeyenin kalmadığı bir bebek. Ucuz Türk
filmlerine dönecek hayatın. Birden çok düşmanın olacak ve düşmanların önünde
bir bir diz çökecek. Ve sen; ” evet başardım!”, derken birden kazanamadığını,
kötülüğün ve hayatın daha maça başlarken üç-sıfır önde olduğunu göreceksin.
“Haydi hızlı ol !”, diyecek hayat sana. Maçın bitmesine az bir zaman var.
Yaşam, tüm soğukluğunu
seçilmişlerin üzerine serpiştiriyor. İçlerinden o kadar azı bu var oluş
savaşını ortasından galibiyetle çıkıyor ki; sayı, katılımdan oldukça düşük.
Bahar geldi. Beynimde çimenler boy atmaya başladı. Bahar, en çok cebimdeki
sığırcık kuşlarını sevindirdi. Nede olsa tüm bir kış cebimde yaşadılar. Nasılda
cıvıldıyorlar şimdi. Yüreğimden gelen sıcaklık onların göç etmelerine engel
oldu. Ama artık bahar geldi ve en güzel çiçekler kendilerini kırlarda, ovalarda
sergileyecek ve en lezzetli böcekler, canlılar âlemi için yeni ve taze besin
kaynakları olacak ne hoş. Sığırcıklar ne kadar göç ederler ki?
Sığırcıkların
gidişi içimde bir yerlerde yangınlar çıkartıyor. Sanki yüreğimin ormanlarında
alev var ve yangının sesi geliyor kulaklarıma. İçimde ki yangılar bitmek
bilmiyor. Yangınlar en cılız ışığı dolunayda veriyorlar gökyüzüne. Yangınlarımın üzerine hep yağmurlar yağıyor,
yangınlar sönmek bilmiyor.
Kesik bir
öksürük var ciğerlerimde. Sanki her seferinde yerinden oynuyor. Yüreğimi itiyor
göğüs kafesimden çıkarmak için. Her gece düşümde başka âlemlere yolculuğa
çıkıyorum. Boş vakit neredeyse yok denecek kadar az. Gündüzleri olmayan
sevgiliye mektup yazmakla geçiyor. Yazsan ne çare sevgili senden o kadar
uzaklardaki yok bile denebilir.
Gece buralarda her yerdeki gibi.
Karanlık. Bir de yüzyıllardır aynı matemin yaşanmışlığı var karanlığa ek
olarak. Her şeyden haberi oluyor insanın. Baharın geldiğinden, kuşların
cıvıldamasından, günün birinde dünyanın bir son bulacağından. Burası güvenin
olduğu kadar tehlikelerinde kol gezdiği, insanın kimi zaman uyanmak
istemediği, belki ve muhtemelen gibi
sözcüklerin olmadığı, ifadelerin kesin ve keskin anlamalarının olduğu bir yer.
Burada var olmak ve yok olmak aynı şeyler. Bahar tüm lezzetiyle sokaklarda.
Kırlarda bin bir böcek, yılan, çıyan.
Var olduğunun kanıtı, yaşamın ve tanrının. Nedense sadece baharda bu
kanıtlar geliyor insanın göz bebeklerine. Sen, olası tüm kaygılarımdan
uzaktasın. Benden daha emin bir yerde, yükseklerde yer tutmuşsun. Kim bilir
belki de uyumuşsundur. Belki dedim ya burada; belkilere yer yok! Kesin olan
buradan çok uzak olduğun. Uzaksın çünkü yaşam seni olabileceğin en güvenli yere
taşıdı. Yaşam; sana bir anne çakalın, yavrusuna davrandığı gibi davrandı. Düşün
bir, yaşam bir çakal ve sen onun biriciğisin. Yağmurlar başladı. Her yer allak
bullak. Etrafı seller götürüyor. Senin içinde bulunduğun; tek girişi yerden
daha aşağıda olan mağaranın içlerine kadar sular ilerlemekte. Anne çakal;
biricik yavrusunu ensesinden kaptığı gibi mağaranın, suların hiç ulaşamayacağı
yükseklikte bir yerine taşıyor. Yavru çakal emniyette. Artık gelen sel suları
onun minik savunmasız bedenini yutmayacak ve başka leşlerden beslenmesi için
büyümesine imkân tanıyacak. Yani yaşam sana içgüdüsel olarak gerekeni yapıyor.
Anne çakal, doğurduğu yavrusuna sahip çıkıyor. Yaşam aynı adaleti benim içinde
gösterdi. Yalnız bir farkla. Başka vahşi hayvanların avladığı, av oldu bana
düşen rol ve yaşam artıklarımla, seni ve benzerlerini beslemek üzere üşüştü
başıma. Ne yaşama, ne de avlayana karşı bir sitem oldu içimde. Bazen kursaktan
aşağıya inen olmak dokunuyor bir canlıya nedense. İşte hissettiğim sadece bu.
Ama öldükten sonra bu hiç mi hiç umuruna gelmiyor av olarak yaşayan bir
canlının, buna ben tanığım.
Buradan baktığında,
gerçeklerin tüm coşkusunu görebiliyorsun. Aslında senin yavru çakalı oynadığın
ve gerçekte avdan başka bir şey olmadığımız gerçek yeryüzü, tüm av oluşlara
rağmen bir düğün alayından farksız. Ellerde fenerler, fenerlerde cılız fakat
huzur dağıtan bir ışık. Işıklar bilinmedik yerlerin ve olayların habercisi
olmuş, faili meçhul düşlerin ardından
gider gelir olmuşlardı. Düşler, dünyanın kapılarını çalmadan, ormanın
derinliklerine doğru yol alıp o kadar uzaklaşmışlardı ki, bebek eli değse
değerdi hani, herhangi birine. Yaşam her ne kadar av ve avcıyı oynatsa da, bir
yerde adaleti de ihmal etmiyor. Birine av, diğerine avcı olmayı görev olarak
dağıtıyordu. Düşler ve arkasındaki gerçekler. Kimin ne olduğu önemli değil,
sadece var olmak kalmıştı ellerde. Her
sevdaya dalışta bir umut, her umutta da bir başka sevdanın ve oluşumun
haberleri izleniyordu. Av, bazen avcıyı ve acıyı seviyor, avcı bazen sadece
kendini seviyor, nadiren avı ilerde yemek üzere toprağa gömüyordu. Hayatın bu
bilinmedik karmaşalarının olması garip ve güzel. Düşünsene bir de her şeyin;
feryatsız ve beklendiği gibi olduğunu. Hiç seni şaşırtan bir durum ve olay yok.
Mesela bir çiftçisin ve tarlanı ekmişsin. Beklentin var yağmurun yağması,
güneşin yüzünü göstermesi tüm parlaklığıyla. Oysa ne gariptir ki hem yağmuru
bekliyorsun, hem de güneşin doğmasını. Yağmurun yağması da, güneşin doğması da
umurunda. Kimseler umursamasa bile sen umursamak zorundasın. Güneş fazla
kavurmamalı, yağmur yağarken ektiğin bir avuç alın terin sellere karışmamalı.
Hayat beklentilerinle ve beklediklerinle güzel.
Hayat olan annen daha sana en
temiz gıdanı boca ederken yutağından, sonraları için hiçbir plan ve hayal yok.
Varsan vardır, yoksan yok. Yutulan ilk
lokma aslında hayata merhabanın, elveda hali bana sorarsan. Gariptir ki adaleti
en etkili gördüğün ve gırtlağına kadar hissettiğin ilk ve belki de son an bu;
tüm adem oğullarının ilk yediği yemek. Ne o havarilere verilen son ihtişamlı
yemek, ne de bir parça kuru ekmek ardına gizlenmiş mahcup zeytin. Fark yok. İlk lokma çoğu zaman aynı. Belki
ilerleyen zamanda gırtlağından geçecek olan lezzetler için resimler yapılacak
balık derisi üzerine ya da hiç anımsanmayacak anlardan biri olacak yediğin o
zavallı zeytin. Dallarında kiraz çiçeği gibi açtığımız o dal, ilk ve son defa
belki de adil olup bir memeden içirmişti bize hayatın ilk lokmasını. Hatırlayamayacağımız ilk lezzet bu belki de.
İlk melodi diyelim buna. Kulaklarımızın ve ruhumuzun yüzyıllar süren sessizliğini
bozan. Belki de âmâ gözlerle baktığımız dünyaya karşı gözlerimize çarpan ilk
ışık. Berbat bir öksürükten kurtulurcasına
yenilen ve birilerinden çaresiz almaya alıştığımız ilk şey.
O kara ve iri kapıdan geçip de
beyaz bir düş gibi, başlayan hayatta acımasızca ve tüm saldırganlığımızla
başladığımız ilk an. Bazıları takılıp kalmaktalar halen o iri kapıdan geçerken
hemen sol köşede duran, lezzetli ve ufak elmaları olan ağaca. Geç kalma
nedenleri bu. Gecikecekler çünkü yedikleri elmanın çekiciliği halen
kursaklarında. Hayat onlara da, sana ve bana davrandığı gibi adaletli
davranacak. Aralarından bir kaçı balıkçı olacak, geri kalanı da balıkçının
ağına takılacak balık olacak. Bazen hayat aynı çakal ve yavrusunu oynatacak,
bazen de büyük balık, daha büyük balık ve en nihayetinde en büyük balık olan
balıkçının hikayesi gibi olacak sonunda bir başkası mutlak diğerini iri ve kara
kapıdan başka bir düşün içine salacak.
Evet, sen
belki de isteyip de yutamadığım tek küçük balık oldun. Bu şekilde
hesaplamıştım. Dedim ya hayat beklentilere cevap veremeyecek kadar meşgul ve
yeni planları var. Yeni roller dağıtıyor her an bir başkasına. Varsay bir
başkasının düşü içindesin ve orada yok olmuşsun. Aslında bu şekilde
olmayacaktı. Senin o iri kapıdan geçmen bu denli erken bir vakitte olmamalıydı.
İlk tattığın lezzeti hatırlayacak kadar uzun durman gerekiyordu bu yarı gerçek,
yarı acı olan düş âleminin içinde. Ama ben erken davrandım seni daha emniyetli
yerlere taşımak için. Hayat bana yeni bir görev vermişti. Ben düşlerin
efendisi, yıkılmış ve için için yanmakta olan bir dünyanın düş bekçisi olarak
seni ense kökünden kavrayıp, gitmek için hiç de acele etmeyeceğin yerlere
yollamıştım. Ben senin kurduğun düşlerin siyah atına binmiş olan zenci bir
prensi olmuştum. Sen de şaşmıştın buna, çünkü bu denli kara derili bir prens
beklemiyordun.
Kaç kişi düşlerinde siyah ata
binmiş esmer bir prens bekler ki?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder