24 Şubat 2012 Cuma

"Sel" Ağırca aralandı kapı. Biraz evvel yanı başımda duran ufak fakat gürültülü saat yerinde yokmuşçasına ses çıkartmıyor.


Sel



Ağırca aralandı kapı. Biraz evvel yanı başımda duran ufak fakat gürültülü saat yerinde yokmuşçasına ses çıkartmıyor. Cehennem avluda. Başıbozuk düşler bekliyor geceyi. Sanki kırağı yağmışçasına ortalık bembeyaz. Ay bulutların arasından bir görünüp bir kayboluyor. Gece üç tane düş kuruyor.
 Birinci düşün içinde herkes tanıyor birbirini. Öteki düş can alırcasına seviyor herkesi. Sonuncu düş diğerlerinden daha farklıca, olacağı zamanı bekliyor.  Daldan, teker teker düşüyor üç elma akıl almaz bir sıra içinde. Masallardaki o yürekli kahraman olamasa bile insan, en azından daldan düşen elmanın yolunu şaşırıp da kendi kafasına düşmesini bekliyor ufak tefek çağlarında. Gerçekleşen hayat içinde rüzgârın savurduğu bir yaprak olunduğunu anladığı vakit geç oluyor zaman. Kimler acılar içinde diye düşündüğünde, en çok kendi acıları geliyor insanın aklına. Gece amansızca taraf tutuyor. Hep en sona sakladığı: “Bir zamanlar..”,  diye başlayan anıları kullanıyor, en güçlü silah olarak. Amacı seni öldürmek de değil hani. Öldürmek istese bu o kadar kolay olurdu ki, sen bile ölürken şaşırırdın bu kadar kolay nasıl oldu diye. Ama dedim ya, amaç ölümün değil. Amaç, yaşarken birden çok hüznü nasıl olacak da dayanacak diye yapılan bir test sadece. Sen hep başarılar ya da kazançlar üzerinde durdun, bunu en iyi seni ikizin kadar tanıyan ve sana benzeyen gece biliyor. Sen farkında olmadan daha sonu hazırlanmış ve kaybedilmek için sıra bekleyen bir kaç testten ilkine girmişsin sadece. Ne de kolaymış seni kandırmak. Ne de rahat söylenirmiş, hiç bitmeyecek diye aklından hiç çıkmayan bir gülün buğusuyla ıslanan gece. Ardına dek çekilen perdeler ve kimsesiz korkularından korumak uğruna sarf edilen, kimi zaman bir gerçekliğe bürünüp geceyi dahi ürperten o korkular. Yanında bir minik buse, busede bir ılık sıcaklık. Hepsi bu. Bilmediğin ve hatta kim bilir hiç umursamayacağın coğrafyalara kadar uzanabilecek bir tasa. Neden seni bulsun ki? Oysa bilinmez kapılar hep yüzüne doğru dıştan kapanır, bu kadar da mutlu olabilmek, bu denli coşkulu olabilmek zaman zaman tehlikelidir. Bilemezsin.

Işıklar sönük. Dışarısı zifiri karanlık odanın belki de dünyaya açılan tek bakış noktası bu. Önünde şaşmış bir halde oturduğum pencere. Buradan her şey o kadar karanlık görünüyor ki, insan elektriğin ne kadar da önemli olduğunu anlıyor bu denli bir karanlığı gördüğü vakit. Oysa yanarken beden, ruhtan çıkan ışık, yetip fazla bile gelirdi yok olmamak için anlatılan masallarda. Masallara inanmayacak kadar gerçektik değil mi? Tıpkı buradan ve  olası karanlıkları delebileceğimiz, yegâne dışarı açılan pencerenin pervazında oturduğum gibi. Birkaç dostum aradı sen gittikten hemen sonra. İçim o kadar garip ki; ne kimseyle konuşmak, ne de bir yerlerde olmak istedim. Yoktun. Olan sadece buydu.
Düşlerle dolu kapılar var buradan baktığımda hayata. Hayat hep aynı garip oyunu oynamaktan sıkılmamış ve yine kurban olarak beni seçmiş. Ne garip? Bu kadar çok da seçilmiş olmak dokunuyor yüreğime. Yüreğim, gidişlerinin yükünü ne kadar taşıyabilir bilmiyorum. Tepemde amansızca dönüp duran bulutların birkaç damla yağmurunu sürüyorum yüzüme. İçmeyeceğim diye yeminler verdiğim o buruk martı kanı son defa daha misafir oluyor bedenime. Bedenim de en az benden ayrı olan bedenim kadar alışamadı gidişine. Hani yakın da değil ki, binip gittiğin o kuşun seni göğüs kafesimden alıp da götürdüğü yerler. Yakın olsa bu kadar bekler miyim, bu denli düşlerin içinde ardıma bile bakmadan boğulur muyum?
“Artık vakti geldi arılığın.”,  dediğinde zaten gittiğin yerlerden gelen rüzgâr beni üşütmüştü bile. Oysa gitmeyeceksin sanmış, gideceğine ihtimal vermemiştim. “Gitmeyeceğim!”,  demen beni ısıtacak tek ve son şeydi. Rüzgâr başka vurmuştu kapımın arasında, rengini sana boyadığım duvarlarıma yaptığın rüya,  kötü rüya kovucu hareketlenmişti. Mümkün müydü gitmek?  Martılar alay edercesine dolanıyor etrafımda. Kargalar bu defa üzgünler. Onlardan başka hangi canlı anlayabilir ki beni, yani göğüs kafesinde hapsolmuş bir ruhun sana ait olan bir ruhun kendiliğinden gitmesini.
Kapılar ardına dek açık. İçeri davet ettiğim misafirler yok ama ziyaretçilerim çok. En başta ağlamaklı yüzümü örten ve içimdeki yangınları körükleyen rüzgâr var. Ardına hemen suskunluk gizlenmiş. Sırada o var. “Eskilerden bir şeyler.”, diye düşünüyorum ama yüreğimdeki sancıyı giderecek hiçbir şey bulamıyorum. Buruk martı kanı bedenime ağır ağır ilerliyor. O kadar donuk ki yüzüm, göz yağmurlarım akarken yüzümden adeta donuyorlar. Taş kesmiş bedenim. Anlaşılan bu bahar da en son çiçek açan dallar benimkiler olacak. Ve biliyorum ilk önce onlar solacak.
Gidişin bende bana karşı bir öç haline geldi. Ben anladım ki giden sen değilsin. Kalan ve giden olmak arasında bir fark varsa, kalana zorluktan başka bir şey değilmiş ayrılık. Ben giderdim kalmak kolay olsaydı. Oysaki sıcak bir düş, düşte bir gülüş, fazlasını dilemiyordum hiç kimseden. Kim bilir bu kadar da zor olmazdı ayrılmak.
Sanki kemiklerim hiç yok. Ve daha on dakika öncesinde buradaymışsın gibi. Dedim ya giden benim aslında.
Sen gönül dağımda, göğüs kafesimin hemen içinde bir yerlerdesin. Oysaki seni oralara hapsetmemek için ne de çok direnmiştim. Hatta güleceksin belki. Bir ara kendimi kahraman ilan etmiştim. Seni hapis oldu sanmak ne büyük bir gafletmiş, şimdi anlıyorum. Gece bir karanlığın içinden, kozasından sıyrılma çabasındaki bir ipek böceği gibi kurtulmak için çabalıyor. Bense içimde artık iyiden iyiye hissettiğim o buruk martı kanın etkisindeyim. Sanki omuzların varmış da oraya bir yere yığılmış gibi başım düşüyor yatağa ve soğuk bir zemine. Ne acıymış bu? Nasıl da kendinden geçermiş bir yürek sevmeye başladıysa ve onu tam bulmuşken yitiriyorsa. Katlanmak nelere yol açar biliyorsun. Katlanılacak neler kaldı ki sen gittikten sonra. Yanan ve ağlayan bir ten, tende üç beş iz, izler de senden kalma zaten.
Bir sel olurmuş sen giderken. Selin içinde bulunmakmış aslında seni sevebilmek. O kadar da garip değilmiş seni sevmek ki ben severken; düşünen, düşünürken sevemeyen biriyken, senin bu sevilişin umuttu belki de bana, yeniden sevebilmenin adına. Benim olurdun belki kim bilir?. Ama artık olamayacak kadar uzaklardasın değil mi?
Bense yine aynı camın kenarından odama dalan geceyi seyre dalmışım. Sen başka saat dilimlerinde yeni açmışken gözlerini, yeni bir güne. Anlayamadığım bir lisan oldu bu sevmek ve aşk denen mevzuu. Oysa sana içimden kopan tüm şiirleri yazabilecek kadar da sevebilirdim seni. Senin sadece burada olman ve o son gece yani bundan saatler öncesi kal dememi beklemeden gitmiyor olman yeterliydi. Hey Hat! Nasıl da buruk yüreğim, yoksa ben...
Hayır, olamaz. Ben nasıl olurda birkaç zaman içinde kendimi bu boşlukta bulurum. Yoksa....?
Sellere direnmenin ne faydası var ki?  Ekin bir defa göze almışsa rüzgâr ve karganın gagasında dünyayı dolanmaya, sellere set olsan ya da sen sel olup çağlasan ne fayda..
Canımın istediği gibi yaşam dolu yarınlara koşacakken kim bilebilirdi ki suskun bir rüzgârın bir başka seli getireceğini. Kim bilebilirdi ki; rüyalarımı kovan rüya kovucunun artık çalışmayacağını ve gördüğüm kabusların bir bir  gerçek olacağını. Oysa ben bile inanamadım, sen giderken gelecekte göreceğim kabuslarıma.
Geç de olsa anlıyorum. Sanki kabusun tam içindeyim. Ömrümü yangınlara teslim etmek üzereyim. Kim bilir belki de küller üzerinde, külden kaleler yapıyorum da farkında değilim. Her coğrafyada bu şekilde mi yaşanıyor bu aşk acısı?. Ne dedim ben? Kabulleniyorsa yüreğim, beynime söz nasıl geçecek bilemiyorum. Anlıyorum ki gidişinden sonraya kalmış seni gerçekten sevdiğimi bilmek. İşte şimdi mahvoldum. Kabuslarım peşimden gelecek sen olmayacaksın ki yanı başımda sakin ol diyecek! Gözlerim ağır ağır kapanıyor. Rüyanın içine dalıyorum.

 

Rüya


Nasıl olabiliyor bu? Sen gitmemiş miydin? Evet, buradasın demek ki gidişin bir kâbustu. Oh! Gece sona ermiş ne kadar güzel. Dışarıda pırıl pırıl bir hava var. Bahar gelmiş, ağaçlar meyveleri koymuş dallara ve yaz gelip de demlenmesini bekliyorlar. Ne kadar güzel değil mi? Aynen senin istediğin gibi. Neden konuşmuyorsun, yüzüme baksana. Yüzüm senden yana bilirsin. Galiba gece çok kötü ateşlendim ve ateş bana kâbuslar gösterdi. Kâbus berbattı. Gidiyordun hem de başka bir ülkeye. Her yeri kaplamıştı karanlık. Amansız acılar içindeydim. Gidiyordun. Kalman için çok defa seslenmek geçmişti içimden, ama bir türlü olmamıştı. Ardına dönüp bir kere bakmıştın ve elveda demiştin. Yüreğim bu kedere daha fazla dayanamadı. Sızdım olduğum yere, gözlerim açık bir halde. Nasıl bir kâbustu o öyle?
Bu kadar üzüldüğümü bir rüyaya hatırlamıyorum. Sen otur, ben çayı ateşe koyarım. Sana ellerimle bir kahvaltı hazırlamak istiyorum. Önce bir mutfağa bakmak gerek ne var, ne yok diye. Misafirimizi, biricik aşkımızı iyi ağırlamak gerek, gittiğinde üzülüyor insan, bir kötü oluyor. Biliyor musun sana rüyam da, neyse boş ver döndüğümde anlatırım gerisini. Evet geldim. En sevdiğin ekmekten aldım, hani şu taş fırınlarda pişenlerden. Bir parça yağ ile reçel arası düş kurarsak harika olur. Evet, vefalı dostumuz iki mahcup zeytin tanesi de sıcak ekmek ve buğulu çay yanında yerini aldı. Haydi, artık başlayalım. Evet. Haydi, ama bekliyorum. Ha rüyamda sana seni sevdiğimi söyleyemeden gitmiştin ve ben seni sevdiğimin farkına, sen gitmeden varamamıştım. Gittiğinin acısı en çok o an çökmüştü yüreğime, nasılda buruk olmuştu içim, sanki bilmedik bir kütle varmış ve sanki boğazımdan başlayıp, içine seni hapsettiğim göğüs kafesimi kaplamışçasına ağırlaşmıştı. Ne kötü bir kâbustu o. Seni demek ki rüyamda bile kaybetmek istemeyecek kadar çok seviyormuşum. Bunu anlamam aslında benim için ne kadar iyi oldu bilemezsin. Uzun zaman olmuştu kimseyi sevmemiştim, herkes de bir eksik, her eksikte bir neden bulurdum. Yani bahaneler hazırdı. Belki de sen farklı olduğun için ben bu şekilde hissetmeye başladım yeniden. Ama itiraf etmek gerekirse bunu sana borçluyum ve borcumu seni yaşadığımca severek ödemek istiyorum. Neden yemiyorsun?  Çayın soğumuştur. Döküp yenisini koymamı istemez misin? Ama hadi ye bir şeyler. Bak ne diyeceğim. Ben şimdi çıkayım çünkü geç kalıyorum. Sen kahvaltını yap. Sigaranı iç daha sonra istediğin zaman....  Ne var ne oldu? Bak gözlerin dolu. Ne var ne için üzgün duruyorsun ki? Ne demek şimdi bu? Hangi rüya bu kadar çabuk gerçek olur ki, ya da hangi hayat kendini kahreder, acıları iki defa yaşar bir günde. Dur lütfen. Gitme.  Sana kal diyeceğim bu sefer gitmene izin vermeyeceğim. Çünkü anladım ki ben seni gerçekten seviyorum. Gidişini hak etmiyorum. Uzun zaman oldu sevmeyeli. Uzun zamandır düşlerimden söküp atmıştım sevmeyi, ama yeniden öğrendim. Artık daha iyi biliyorum, biz kavramının, ben kavramından daha da anlamlı olduğu. Demek gerçekten de rüyamdaki gibi. Ama dur. İşte söylüyorum bak. Seviyorum seni. Sadece gidecek misin? Son bir bakış ve elveda öyle mi? Gitmek mümkün mü artık? Ben yeniden sevmişken ve ölmeyeceğine inanmışken içimde rakı içip sarhoş olan martıları, gitmek en büyük ceza değil mi?

İçimde kopan bu sel, kayboluşumuzun sana dair imlerini taşıyor şimdi. Bilmediğim yerlerde uyanıyor, yanında uyumaya ve o huzurla uyanmaya alışkın bedenim. Yaşam ve ölüm, gerçek ve rüya arsında gidip geliyor. Kendimi gittiğinden beri göğüs kafesimde başlayan ve tüm vücuduma yayılan bir çatışma içinde buluyorum. Kurşunlar uçuşuyor. Ölen ben oluyorum. Öldüren de ben. Yangınlar çıkıyor bacaklarımda, ellerimi buzlar kaplıyor o andan bu yana. Bir oraya savuruyor rüzgâr beni, bir buraya. Kimse yüzümdeki sakalları tanımıyor ya da içtiğim buruk martı kanını. Severken gidişlere acıyor yürek en çok. Tarlalar bu yüzden vermiyorlar ektiğin ekini. Kuşlar gelip pencerenin önüne konmuyor. Dudaklarında eskilerden kalma acı ve acayip türküler hiç mi hiç eksik olmuyor. Karıncalar, son düğün törenlerini yapıyorlar. İçlerinden birkaçı başka karıncalar gibi içten içe kursunlar dünyayı diye emirler yağdırıyor ötekilere. Üretsinler ve üresinler diye. Boz kırlar oluyor sen gidicince içerilerimde.  Boz kırlarda kuru rüzgâr yanık otları bekliyor. Uzanıyorlar saçlarının dalgalarına. Dalgalarında fırtınalar kopuyor. Yağıyor yağmurlar, sellere kalıyor gece. Aklıma gelmeyen geliyor başıma. Bülbüle benziyorum gül dalındayken, söylemeyip de gül kuruduktan sonra sevdasını nafile bir halde haykıran. Gece sellere kucak açıyor. Yere düşenler ıslatmıyor yolları. Ağlarken ben, giderken sen bir ağaç boynunu büküyor sellere, seller arkalarında yığınlardan başka bir şey bırakmıyor. Ne gariptir hayat. Sen giderken o çelik kanatlı kuşla ben anlıyorum, yalnız senin aşkın ile ruh ayrılacak bedenden. Ve kalbim yeraltında dahi senin adınla yine atacak. Atarken anacak yine seni sevdiğini son kez. Buymuş ayrılığın acısı. Buymuş giderken sen söyleyememek sevdiğini.
Hayat uyanılan bir rüyaymış gördüğüm. Çepçevre bahar içinde bir yer. Bu yerlerde sen varken açan çiçekler, yokken yok olan düşler ve uçup giden gülüşler.
Gerçek mi görünen, yoksa hayal mi. Ben konuşurken ayna da, o konuşur karşımda sıkılmadan, utanmadan, yalanlarla.







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder