19 Ocak 2012 Perşembe

Küller ve Dikenler Sen ve ben yoktuk aslında, sadece ben vardım. Aslolan bendim. Sen, benden olma taklit bir hayalden öte değildin. Gerçeğine, gerçek kadar benzeyen bir taklit.


Küller Ve Dikenler



Düşünmeden yazmak istiyorum seni. Ve seni; hiç bilmeden, hiç âşık olmadan sevmek istiyorum. Ellerimin değdiği her yerde seni bulmak ve bin asırdır süren susuzluğumun benden çok uzaklara gitmesini istiyorum. Düşlerimin gerçeklere karıştığı o anlardaki sana olan heyecanımın, yaşadığım sürece yüreğimden hiç gitmemesini istiyorum. Varlığımın kanıtı olan nefes alışlarımın yüzüne her vuruşunda, teninden gelen o serinliği istiyorum. Kan olmak istiyorum, senin yüreğinden tüm bedenine dağıtılan. Damarlarında dolaşırken, bedeninin içinde sana dünyanın tüm nimetlerini taşımak istiyorum. Dudaklarından dökülen birkaç güzel söze ve alnından akan bir ter damlasına bulaşmak istiyorum. Yani sen yaşarken, varlığının tam ortasında olmak istiyorum.
Seni, senken; benden ayrı düşünmek istiyorum. Aslında seni hep senden fazla sevmek istiyorum. Senden vazgeçemeyişim, benim için koşulsuz oluşunun nedeni, sadece ve sadece yaşıyor olman değil, yaşarken bana aldığım nefesi de hatırlatıyor olmandan.
Ben her an; sende seni, senin yaşadıkların gibi yaşayamamış oluşumdan, hayat ve sevgi içiceyken bunları ne senden, ne de seninle olabilecek bir yaşamdan ayıramıyor oluşumdan dolayı bu kadar coşku ve özlemle istiyorum. Yağmur olmak isterken;  tuzdan ve sıcaktan yarılmış topraklara, ellerim bir telaş içinde. Her yerim müsamereye ilk defa çıkacak bir ilkokul çocuğunun heyecanı içinde. İlk andan beri seni ve güzelliğini bildiğimden, bu denli telaş ve artan kalp atışları içinde yüreğim. Ve son anına kadar da seni anımsıya biliyor oluşumdan bütün bu olanlar ve düşlerim.
Seninle farklı bir dünya isteyişimden, şimdi ki küsüşüm dünyaya. Ben senle olanın tadına ermek istiyorum yeniden. Ben o nedenden vuramıyorum kendimi bir silah ve ondan çıkan bir kurşunla. Kurşunun derime değdiği zaman canımın acımayacağını bilmeme rağmen. Sanki kurşun bir araç ve ölümün son anı da bir yolculuk olacak benim bu uslanmaz halim için.


Bir kuş olmak istiyorum dalından havalanan ve yine senin pencerenin yanağına konan. Seni yıllardır beklediğimin nedeni, başka diyarlara uçamaz olduğumdan değil, diğer diyarlarında aslında senden farklı olmadığından. Ne kadar da bir şehir olsa yüreğin, damarlarına vardığım zaman biliyorum ki; aslında daracık sokaklardan farklı değil damarların ve bedenin. Birbirine anlatılan tüm öykülerdeki o sokaklarımız, o şehirler geniş ve içine hepimizi alabilecek kadar büyüktü oysaki. O kadar genişti ki; içine sığmayan ne bir ölüm, ne de aykırı, insanlığı isyana çıkarabilecek bir düş vardı. İsyanların hep biri tarafından çıkarılması ve sonsuza gidemeden son buluşlarına alışıktık hepimiz.


Sen kimsin? İçimdeki çağlayanları bilir misin? Kalbinin sanki olduğu yerden fırlayıp ellerine düşeceğini düşündüğün oldu mu hiç?  Kalbimin çarpışlarını ellerinin arasında duysan ve ben sana yüreğimin sesini dinletsem ne yapar, nasıl da şaşırırdın. Ben sana bunu dinletecekken; yıllar beni nasıl da kovalar, nasıl da okunmaz tüm kötü öykülerini üzerimden yazardı kim bilir?  Öykülerin en çok korkulanı olup, bir yandan da diğer kahramanlarından arta kalan armağanlarını topluyor olurdum. Şehirler dolusu ağlayıp, kaldırımların toz kokularını baharlarda insanların burun deliklerinden yalnızlık diye,  rüzgârla beraber salardım. Ama öykülerin yazıldığı tarihi anmak değil, bunları yaşadığın zamanlardaki içinde bulunduğun haldir önemli olan. Gerçeklerin peşinden koşan ve koşusu yorgunluklarıyla hiç bitmeyen bir bedenin daha fazla kaldırabileceği yük nedir ki, hayattan başka?!


En sevdiğim rengi soruyordu güneş baba. Senin teninin rengini söylüyordum. Sormasının nedeni akşam vakti üzerine düşüp, gecenin eşsiz rengini herkesin gözlerinin içine, senin teninin bir telinden yansıtmak istemesiydi. Bunu çok sonraları anladım. Bunu anlarken sahip olduğum, o herkeslerden uzak bakışlarımı sırf bu iş uğruna sarf etmiştim.
Bitmek bilmez bir hırs olmuştu senden bana kalan anılar. Sanki her sokak başından sen çıkıp çekip alacaktın beni, o hep olduğun yanına. Oysa sen yine başka diyarlardan uçup gelen kelebeklere açmıştın kapılarını. Anlamadığın benim bir kelebek olmadığımdı.
Bana birkaç bakışın ya da birkaç aşk değişin bağlamıştı beni sana. İşte kendi kanatlarıyla uçan bir kuşu bir kafese tıkan yegâne neden buydu. Kafesteki, uçamayan bir kuşun rekabet şansı çok azdır, rengârenk kelebeklerin yanında. Ki onlar değil midir; çiçekten çiçeğe dolaşan ayaklarında binlerce tonda kokuları taşıyan? Değil midir onlar; göründüklerinden daha da güzel kokan? Oysa bir kuşun yeri kafesinin hemen sağına soluna tutturulmuş birkaç daldır tünemesi için, sahibi tarafından bahşedilmiş, bir başka dala konmasına asla ve asla izin verilmeyen birkaç dal.
Seni bir nehrin kenarında bir kamışın ucunu sivriltirken hayal ettim bazen, ya da gidip geldiğin yerlerden dönerken yüzüne ve ellerine bulaşan yolculuk kokusunu hayal ederdim. Üzerine sinen o yolculukların kokularını solurken burun deliklerim, dönüp de geldiğin o yolculukların her anında seninle olur, bazılarına senden önce çıkar ve duraklarında o yolların, seni bilmediğin bir yerlerde karşılar olurdum. Bazen de sen, ben olamadın galiba. Ya da ben bir kelebeği oynayıp sana ayaklarımla çiçeklerden çaldığım polenleri ve kokuları getiremedim. Sadece kafesteki bir kuş olarak benden bekleneni yaptım sana, bildiğim ve lisanımın yettiği bütün şarkıları söyledim. Ben; senden, ben olmanı istedim, sen kendin gibi de sevemedin kuşları. Oysa yüreğim ellerine konabilecek bir kuştan farksız, hemen yanı başında atıyordu. Ellerini her aklıma getirdiğimde, yüreğimde çöllerin bittiği yerine uçsuz bucaksız bir ova başlıyordu. Ovanın sonunda benim bildiğim lisanlarda şarkılar söyleyen binlerce tür kuşun dallarında şarkılar söylediği bir orman başlıyordu. Ormandaki; bazılarının içi kurtlar tarafından istila edilmiş ağaçlar, mutlu yuvalar temin ediyordu o kuşlara. Konabilecekleri binlerce daldan bahsediyordu doğa onlara. Yerlerde karınca orduları seferlere çıkmıştı kuşlardan arta kalan böcekleri toplamak için. Ormanların başladığı yerlerde bir akarsuyun serinliği kaplıyordu yüreğimi. Yüreğim yanına geldiğimde akarsuyun kayalara çarpıp heyecan içinde dallara değercesine yamacın eğimine uyup gidiyordu. Damarlarında bir kandamlası olarak başladığım bu yolculuk, eğimine uyan bir nehir hesabı akıp gidiyordu yani.


Her şeyin nedeni var. Her şey senle başlamamıştı oysa. Senin, sen olabileceğini düşündüğümde de artık çok geçti. Her şey birilerinin ormana gelip önce kuşları kovalayıp, sonra nehre zehrini bırakıp, üzerinde benzer kuşların konduğu birkaç taze ağacı kesmesiyle değişmeye başlamıştı. Birden her yer; sana adını kulaklarına bir şarkı olarak söylediğim o ormanın, büyü gibi kaybolmasıyla bilindik, hep aynı yapay lezzeti olan bir şehre dönmesiyle sona erdi.  Yani hayat bir başka seferine daha başlamıştı, ormanlardan kovulup birkaç kafeste yaşamaya mahkûm edilmiş kuşlara kelebekleri oynatmak için
Sana tüm hislerimi anlattığım o sevimli kartı hatırlıyor musun? Hani hiçbir şey yazılı değildi o kartta. Sana onu verdiğimde açmış ve:  “Ne güzel!”, demiş ardında sana özgü o basmakalıp kalp kırıcılığınla, karta bir şeyler yazmayı ihmal ettiğimi söylemiştin. Hâlbuki anlatıyordu her şeyi sana. Seninle ve senli geçen tüm günlerim için ne kadar gözyaşı döktüğümü, kendimi hırpalayacak kadar, seninle var olduğum yazılıydı kartta. Sadece sen benim yazdığım kartı okuyabilme erkinden uzaktın. Yıllardır yorgundum ve sen bir kartı doldurtmayacak kadar bir aşktın benim için. Bense binlerce sayfalar dolusu içinde senin olduğun her şeyden bahseder birkaç kelime duymak istiyordum sadece. 
Seni yaşamak söyle dursun, hayal bile kurduğumda, neden diye soruyordun bana. Nedeni yoktu hiçbir şeyin. Belki varlıklara adanmış birkaç küçük nottan ibaretti sanki hayat. Üzerine giydiğin ve adı beden olan ve ellerimdeki kana inat yaşayan. Ben işte o an senden doğmadığımı anladım. Sadece senden var olan birkaç damla keder ve gözyaşıydı.
Aşka olan inancımdı, başıma dikenlerden yapılmış bir tacı, çiçekten ve defneyapraklarından yapılmış bir taç gibi istekle ve senden geldiği için geçirişim. Tüm uğraşım seninle. Hep gülüyorduk ilk düşlere erdiğimiz zamanlar. Yapma çiçeklerde değil gerçeklerde arıyordum sevdaya ait kokuları. Kokular, korkulara karışıyor bir başka düş oluyordu bir arada olunamayan zamanlarda. İşte o an çiçeklerden yayılanın aslında çürümeye başlamış olan etimden çıkan koku olduğunu anlıyor, yaşama dair son oyunlarımı oynuyordum. Sevdaların ayak izleri kalmıştı sadece. Ayak izlerini takiple başlayan her yolculuk başkalarının gittiği yerlerde son buluyordu ne yazık. “Bu kadarda vahşi olamaz!”,  diye düşünürken dünyayı, sevdaların ayak izleri ardından yitip gitmişti; birkaç kırık kalp ve onlardan damlayan kanlar. Farz et bir denizin tam ortasında yapayalnız ve çaresiz kalmış yüreğin. Ellerini uzatsan ölüm, gönlünü salsan keder var. Umut yarı bırakılmış bir kurabiye gibi sahipsiz ve uzak düşler kurmakta. Yaşamın ağır yükleri; aşkı ve ölümü ellerinden yakalar, gözlerinin içine bakar, omuzlarından silkeleyip, kendine doğru çeker ve öleceği günü haber vermeden ölünmeyeceğini düşletir hep.
Bir şehir düşün, tam ortasında kimselerin kimsenin dudağına bir buse kondurmaya cesaret ve hamle edemediği bir yerde, bir garip ruhun tam dudaklarının ortasına konduruveriyordu, yağmurlardan çalıp sabah rüzgârlarıyla soğuttuğu bir parça nemi. Yıkılan umutlardan kalanlar hep birer harabeyi andırıyor, yaşamdan arta kalan ter ve gözyaşı o harabeleri yavaşça yırtıp, sonsuzluk denilen ve ölümle başlayan yere götürüyordu. Aşk sanki atlastan kumaş ve her yeni aşk rüzgârları o bez parçasının kopan bir tarafını yüklüyordu yüreklerimize. Yüreklerimiz yırtık pırtık olmuştu.  Ellerimiz onu onarmak için salladığımız iğneler tarafından delik deşik edilmişti. Kanayan parmak uçlarımıza birbirimizin gözyaşlarını merhem olsun diye sürüyorduk. Hayat, biz merhemlerimizi birbirimize sürerken başka ve hiç merhem sürülmeyecek yerlerimizde yeni yaralar açma ve açtırma gayretindeydi.


Sen ve ben yoktuk aslında, sadece ben vardım. Aslolan bendim. Sen, benden olma taklit bir hayalden öte değildin. Gerçeğine, gerçek kadar benzeyen bir taklit.
Yani ben olmadan sen yoktun ve benim oluşumla sen vücut buldun. Sahipsiz ruhun benimle ete kemiğe büründü. Belki de içindeki o zalim, o acımasız ruh benim anlımdan akan kanlarla besleniyor, yeni zalimlikler, yeni acılar üretmek için kimsesiz bedenlerden, ruhlara sahipleniyor, ruhları sana ait olan cehennemlere sürüyor ve benim tuzlu,  ılık kanımı gözyaşlarımla beraber sunuyordun, esaretine mahkûm ettiğin yeni ruhlara.
Ve şimdi deli rüzgârlar var bu kırık kalpler coğrafyasında. Haritaların içinde senin olduğu kısımları yanmış ve dumanları halen tütmekte. Garip bir duman çıkıyor varlığının dolaştığı her yerde.  Senden tüten yangınların kokusu da yine sen gibi kokuyor. Yanıp sadece kül halde kalan bir harita için bu durum yaşamdan daha da zor geliyor anlaşılan.
Artık sen yoksun ve ben yine varolanım. Ve yine sana ait o sebepsiz ruh yine etsiz, kemiksiz ve kansız.
Küllerin, bedenin varlığından daha da bir değerli benim için. Çünkü gözlerimden dökülen yaşların kocaman bir şehri nasılda aleve verebileceğini gördüğümden dolayı bunu bu kadar büyük bir cesaretle söylüyorum. Atık başımdaki tacın ve gözlerimden süzülen birkaç damla pırlantanın değerini biliyorum.
Ben artık senin kim olduğun biliyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder