Küller Ve Dikenler
Düşünmeden yazmak
istiyorum seni. Ve seni; hiç bilmeden, hiç âşık olmadan sevmek istiyorum.
Ellerimin değdiği her yerde seni bulmak ve bin asırdır süren susuzluğumun
benden çok uzaklara gitmesini istiyorum. Düşlerimin gerçeklere karıştığı o
anlardaki sana olan heyecanımın, yaşadığım sürece yüreğimden hiç gitmemesini
istiyorum. Varlığımın kanıtı olan nefes alışlarımın yüzüne her vuruşunda,
teninden gelen o serinliği istiyorum. Kan olmak istiyorum, senin yüreğinden tüm
bedenine dağıtılan. Damarlarında dolaşırken, bedeninin içinde sana dünyanın tüm
nimetlerini taşımak istiyorum. Dudaklarından dökülen birkaç güzel söze ve
alnından akan bir ter damlasına bulaşmak istiyorum. Yani sen yaşarken,
varlığının tam ortasında olmak istiyorum.
Seni, senken; benden ayrı
düşünmek istiyorum. Aslında seni hep senden fazla sevmek istiyorum. Senden
vazgeçemeyişim, benim için koşulsuz oluşunun nedeni, sadece ve sadece yaşıyor
olman değil, yaşarken bana aldığım nefesi de hatırlatıyor olmandan.
Ben her an; sende seni, senin
yaşadıkların gibi yaşayamamış oluşumdan, hayat ve sevgi içiceyken bunları ne
senden, ne de seninle olabilecek bir yaşamdan ayıramıyor oluşumdan dolayı bu
kadar coşku ve özlemle istiyorum. Yağmur olmak isterken; tuzdan ve sıcaktan yarılmış topraklara,
ellerim bir telaş içinde. Her yerim müsamereye ilk defa çıkacak bir ilkokul
çocuğunun heyecanı içinde. İlk andan beri seni ve güzelliğini bildiğimden, bu
denli telaş ve artan kalp atışları içinde yüreğim. Ve son anına kadar da seni
anımsıya biliyor oluşumdan bütün bu olanlar ve düşlerim.
Seninle farklı bir dünya
isteyişimden, şimdi ki küsüşüm dünyaya. Ben senle olanın tadına ermek istiyorum
yeniden. Ben o nedenden vuramıyorum kendimi bir silah ve ondan çıkan bir
kurşunla. Kurşunun derime değdiği zaman canımın acımayacağını bilmeme rağmen.
Sanki kurşun bir araç ve ölümün son anı da bir yolculuk olacak benim bu uslanmaz
halim için.
Bir kuş olmak istiyorum
dalından havalanan ve yine senin pencerenin yanağına konan. Seni yıllardır
beklediğimin nedeni, başka diyarlara uçamaz olduğumdan değil, diğer
diyarlarında aslında senden farklı olmadığından. Ne kadar da bir şehir olsa
yüreğin, damarlarına vardığım zaman biliyorum ki; aslında daracık sokaklardan
farklı değil damarların ve bedenin. Birbirine anlatılan tüm öykülerdeki o
sokaklarımız, o şehirler geniş ve içine hepimizi alabilecek kadar büyüktü oysaki.
O kadar genişti ki; içine sığmayan ne bir ölüm, ne de aykırı, insanlığı isyana
çıkarabilecek bir düş vardı. İsyanların hep biri tarafından çıkarılması ve
sonsuza gidemeden son buluşlarına alışıktık hepimiz.
Sen kimsin? İçimdeki
çağlayanları bilir misin? Kalbinin sanki olduğu yerden fırlayıp ellerine
düşeceğini düşündüğün oldu mu hiç?
Kalbimin çarpışlarını ellerinin arasında duysan ve ben sana yüreğimin
sesini dinletsem ne yapar, nasıl da şaşırırdın. Ben sana bunu dinletecekken;
yıllar beni nasıl da kovalar, nasıl da okunmaz tüm kötü öykülerini üzerimden
yazardı kim bilir? Öykülerin en çok
korkulanı olup, bir yandan da diğer kahramanlarından arta kalan armağanlarını
topluyor olurdum. Şehirler dolusu ağlayıp, kaldırımların toz kokularını
baharlarda insanların burun deliklerinden yalnızlık diye, rüzgârla beraber salardım. Ama öykülerin
yazıldığı tarihi anmak değil, bunları yaşadığın zamanlardaki içinde bulunduğun
haldir önemli olan. Gerçeklerin peşinden koşan ve koşusu yorgunluklarıyla hiç
bitmeyen bir bedenin daha fazla kaldırabileceği yük nedir ki, hayattan başka?!
En sevdiğim
rengi soruyordu güneş baba. Senin teninin rengini söylüyordum. Sormasının
nedeni akşam vakti üzerine düşüp, gecenin eşsiz rengini herkesin gözlerinin
içine, senin teninin bir telinden yansıtmak istemesiydi. Bunu çok sonraları
anladım. Bunu anlarken sahip olduğum, o herkeslerden uzak bakışlarımı sırf bu
iş uğruna sarf etmiştim.
Bitmek bilmez bir hırs olmuştu
senden bana kalan anılar. Sanki her sokak başından sen çıkıp çekip alacaktın
beni, o hep olduğun yanına. Oysa sen yine başka diyarlardan uçup gelen
kelebeklere açmıştın kapılarını. Anlamadığın benim bir kelebek olmadığımdı.
Bana birkaç bakışın ya da birkaç
aşk değişin bağlamıştı beni sana. İşte kendi kanatlarıyla uçan bir kuşu bir
kafese tıkan yegâne neden buydu. Kafesteki, uçamayan bir kuşun rekabet şansı
çok azdır, rengârenk kelebeklerin yanında. Ki onlar değil midir; çiçekten
çiçeğe dolaşan ayaklarında binlerce tonda kokuları taşıyan? Değil midir onlar;
göründüklerinden daha da güzel kokan? Oysa bir kuşun yeri kafesinin hemen
sağına soluna tutturulmuş birkaç daldır tünemesi için, sahibi tarafından
bahşedilmiş, bir başka dala konmasına asla ve asla izin verilmeyen birkaç dal.
Seni bir nehrin kenarında
bir kamışın ucunu sivriltirken hayal ettim bazen, ya da gidip geldiğin
yerlerden dönerken yüzüne ve ellerine bulaşan yolculuk kokusunu hayal ederdim.
Üzerine sinen o yolculukların kokularını solurken burun deliklerim, dönüp de
geldiğin o yolculukların her anında seninle olur, bazılarına senden önce çıkar
ve duraklarında o yolların, seni bilmediğin bir yerlerde karşılar olurdum.
Bazen de sen, ben olamadın galiba. Ya da ben bir kelebeği oynayıp sana
ayaklarımla çiçeklerden çaldığım polenleri ve kokuları getiremedim. Sadece
kafesteki bir kuş olarak benden bekleneni yaptım sana, bildiğim ve lisanımın
yettiği bütün şarkıları söyledim. Ben; senden, ben olmanı istedim, sen kendin gibi
de sevemedin kuşları. Oysa yüreğim ellerine konabilecek bir kuştan farksız,
hemen yanı başında atıyordu. Ellerini her aklıma getirdiğimde, yüreğimde
çöllerin bittiği yerine uçsuz bucaksız bir ova başlıyordu. Ovanın sonunda benim
bildiğim lisanlarda şarkılar söyleyen binlerce tür kuşun dallarında şarkılar
söylediği bir orman başlıyordu. Ormandaki; bazılarının içi kurtlar tarafından
istila edilmiş ağaçlar, mutlu yuvalar temin ediyordu o kuşlara. Konabilecekleri
binlerce daldan bahsediyordu doğa onlara. Yerlerde karınca orduları seferlere
çıkmıştı kuşlardan arta kalan böcekleri toplamak için. Ormanların başladığı
yerlerde bir akarsuyun serinliği kaplıyordu yüreğimi. Yüreğim yanına geldiğimde
akarsuyun kayalara çarpıp heyecan içinde dallara değercesine yamacın eğimine
uyup gidiyordu. Damarlarında bir kandamlası olarak başladığım bu yolculuk,
eğimine uyan bir nehir hesabı akıp gidiyordu yani.
Her şeyin nedeni var. Her
şey senle başlamamıştı oysa. Senin, sen olabileceğini düşündüğümde de artık çok
geçti. Her şey birilerinin ormana gelip önce kuşları kovalayıp, sonra nehre
zehrini bırakıp, üzerinde benzer kuşların konduğu birkaç taze ağacı kesmesiyle
değişmeye başlamıştı. Birden her yer; sana adını kulaklarına bir şarkı olarak
söylediğim o ormanın, büyü gibi kaybolmasıyla bilindik, hep aynı yapay lezzeti
olan bir şehre dönmesiyle sona erdi.
Yani hayat bir başka seferine daha başlamıştı, ormanlardan kovulup
birkaç kafeste yaşamaya mahkûm edilmiş kuşlara kelebekleri oynatmak için
Sana tüm hislerimi anlattığım o
sevimli kartı hatırlıyor musun? Hani hiçbir şey yazılı değildi o kartta. Sana
onu verdiğimde açmış ve: “Ne güzel!”,
demiş ardında sana özgü o basmakalıp kalp kırıcılığınla, karta bir şeyler
yazmayı ihmal ettiğimi söylemiştin. Hâlbuki anlatıyordu her şeyi sana. Seninle
ve senli geçen tüm günlerim için ne kadar gözyaşı döktüğümü, kendimi
hırpalayacak kadar, seninle var olduğum yazılıydı kartta. Sadece sen benim
yazdığım kartı okuyabilme erkinden uzaktın. Yıllardır yorgundum ve sen bir
kartı doldurtmayacak kadar bir aşktın benim için. Bense binlerce sayfalar
dolusu içinde senin olduğun her şeyden bahseder birkaç kelime duymak istiyordum
sadece.
Seni yaşamak söyle dursun, hayal
bile kurduğumda, neden diye soruyordun bana. Nedeni yoktu hiçbir şeyin. Belki varlıklara
adanmış birkaç küçük nottan ibaretti sanki hayat. Üzerine giydiğin ve adı beden
olan ve ellerimdeki kana inat yaşayan. Ben işte o an senden doğmadığımı
anladım. Sadece senden var olan birkaç damla keder ve gözyaşıydı.
Aşka olan inancımdı, başıma
dikenlerden yapılmış bir tacı, çiçekten ve defneyapraklarından yapılmış bir taç
gibi istekle ve senden geldiği için geçirişim. Tüm uğraşım seninle. Hep
gülüyorduk ilk düşlere erdiğimiz zamanlar. Yapma çiçeklerde değil gerçeklerde
arıyordum sevdaya ait kokuları. Kokular, korkulara karışıyor bir başka düş
oluyordu bir arada olunamayan zamanlarda. İşte o an çiçeklerden yayılanın
aslında çürümeye başlamış olan etimden çıkan koku olduğunu anlıyor, yaşama dair
son oyunlarımı oynuyordum. Sevdaların ayak izleri kalmıştı sadece. Ayak
izlerini takiple başlayan her yolculuk başkalarının gittiği yerlerde son
buluyordu ne yazık. “Bu kadarda vahşi olamaz!”,
diye düşünürken dünyayı, sevdaların ayak izleri ardından yitip gitmişti;
birkaç kırık kalp ve onlardan damlayan kanlar. Farz et bir denizin tam
ortasında yapayalnız ve çaresiz kalmış yüreğin. Ellerini uzatsan ölüm, gönlünü
salsan keder var. Umut yarı bırakılmış bir kurabiye gibi sahipsiz ve uzak
düşler kurmakta. Yaşamın ağır yükleri; aşkı ve ölümü ellerinden yakalar,
gözlerinin içine bakar, omuzlarından silkeleyip, kendine doğru çeker ve öleceği
günü haber vermeden ölünmeyeceğini düşletir hep.
Bir şehir düşün, tam ortasında
kimselerin kimsenin dudağına bir buse kondurmaya cesaret ve hamle edemediği bir
yerde, bir garip ruhun tam dudaklarının ortasına konduruveriyordu, yağmurlardan
çalıp sabah rüzgârlarıyla soğuttuğu bir parça nemi. Yıkılan umutlardan kalanlar
hep birer harabeyi andırıyor, yaşamdan arta kalan ter ve gözyaşı o harabeleri
yavaşça yırtıp, sonsuzluk denilen ve ölümle başlayan yere götürüyordu. Aşk
sanki atlastan kumaş ve her yeni aşk rüzgârları o bez parçasının kopan bir
tarafını yüklüyordu yüreklerimize. Yüreklerimiz yırtık pırtık olmuştu. Ellerimiz onu onarmak için salladığımız
iğneler tarafından delik deşik edilmişti. Kanayan parmak uçlarımıza
birbirimizin gözyaşlarını merhem olsun diye sürüyorduk. Hayat, biz
merhemlerimizi birbirimize sürerken başka ve hiç merhem sürülmeyecek
yerlerimizde yeni yaralar açma ve açtırma gayretindeydi.
Sen ve ben yoktuk
aslında, sadece ben vardım. Aslolan bendim. Sen, benden olma taklit bir
hayalden öte değildin. Gerçeğine, gerçek kadar benzeyen bir taklit.
Yani ben olmadan sen yoktun ve
benim oluşumla sen vücut buldun. Sahipsiz ruhun benimle ete kemiğe büründü.
Belki de içindeki o zalim, o acımasız ruh benim anlımdan akan kanlarla
besleniyor, yeni zalimlikler, yeni acılar üretmek için kimsesiz bedenlerden,
ruhlara sahipleniyor, ruhları sana ait olan cehennemlere sürüyor ve benim
tuzlu, ılık kanımı gözyaşlarımla beraber
sunuyordun, esaretine mahkûm ettiğin yeni ruhlara.
Ve şimdi deli rüzgârlar var bu
kırık kalpler coğrafyasında. Haritaların içinde senin olduğu kısımları yanmış
ve dumanları halen tütmekte. Garip bir duman çıkıyor varlığının dolaştığı her
yerde. Senden tüten yangınların kokusu
da yine sen gibi kokuyor. Yanıp sadece kül halde kalan bir harita için bu durum
yaşamdan daha da zor geliyor anlaşılan.
Artık sen yoksun ve ben yine
varolanım. Ve yine sana ait o sebepsiz ruh yine etsiz, kemiksiz ve kansız.
Küllerin, bedenin varlığından
daha da bir değerli benim için. Çünkü gözlerimden dökülen yaşların kocaman bir
şehri nasılda aleve verebileceğini gördüğümden dolayı bunu bu kadar büyük bir
cesaretle söylüyorum. Atık başımdaki tacın ve gözlerimden süzülen birkaç damla
pırlantanın değerini biliyorum.
Ben artık senin kim olduğun
biliyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder