2 Ocak 2012 Pazartesi

İzmaritlerden Bir Şehir


İzmaritlerden Bir Şehir




Her yer aynı geliyor bana. Birkaç sokak köpeği, bir iki bekçi düdüğü. Umutsuzluktan içilmiş izmaritlerle dolu sokaklar, kimsesiz kalmış birkaç sokak çocuğu ve uluorta haykırılamamış sevdalar. Hepside bu şehirden arta kalan birkaç not cebimde. Bir yaprak kururken, dalın çektiği acı ve giderken ümitlerimiz bir bir ellerimizden yaşadığımız anda  hissettiklerimiz,  bir kibrit çöpüdür yanmış ve izmaritler şehrinde yapayalnız.

Hep aynı şeyleri dinlemek gibi bir şey rüyalardan kurulu şehirlerde yaşamak. Aslında yaşam bir halisinasyondur  bir parça düşü, bir çanak şaraba daldırıp umutsuzluğu ve yok oluşu yudumlarken. Adını ne koyacaktık? Bizim düşlerimizin mahsulü değil miydi, orta yere aniden ve savunmasızca çıkan minik şeytan. Oysa doğabilecek kadar bile vakti yoktu; onu ve kendini amaçsızca  benden kaçırırken. Daha bebek tenine dokunamamış, senden gelen mis kokularını yüreğime katık edip, damla damla içememiştim göz yaşlarını. Ani oldu gidişin. Ve onu benden götürüşün. Dua edecek kadar bile gücüm yok artık. Sen ki nelerin sahibiydin yüreğim adına. Verilebilecek ne kadar çok düşüm vardı, senin ve onun varoluşu için. Ancak vermek, varlık için yeterli olmuyordu kimi zaman. Sadece sözlerden öteye gidemiyordu, yaşam ve onun düş ortağı olan ölüm.

Sen bir parça yağmur, bir ılık nefestin. Ve gidişin yine yağmurlu bir öğleden sonraya denk geldi. Gidecektin. Aklımın almadığı ve hatta yüreğimde  isyanlar koparan bir gidiş olacaktı bu. Her şeyin planını yapmış, bana o muhteşem gözlerinle son bir defa daha nerede bakacağını bile kurgulamıştın. Ben sadece orada olacak, gidişinin etkilerini üzerimde hissedecektim. İçtiklerimin verdiği sarhoşluk ve bu güne kadar sana olan hislerimi gizlememdeki ustalık, senin beklediğin son bir kelimeye dahi yetmemiş, içinde süründüğümüz buhranları çözmemişti. Ben her zamankinin aksine bu defa susmuş, anlamsız sorunlar olarak nitelendirmiştim anlattıklarını. Ama sen kararlıydın. Gidecektin. Bazen insan saçma davranmak, nedensiz olmak ister. İşte, seninle olan sorunlarımızda tam benim böyle olmak istediğim bir zamanda ortaya çıkmıştı. Aslında sen benim için bir nefes olmuştun. Ilık bir nefes. Ancak seni, bazen dışarı vermek ya da almayı istemiyordum. Gidecektin biliyorum. Yağmur, yağmaya devam ediyor, yağdıkça ruhlarımızda gözle görünmez bir arınma oluyor, düşen her damla senin saçlarından tek tek asfaltın üzerindeki izmaritlere değiyor ve yerde amansız bir yanma telaşı içine düşmüş izmaritler, son bir çırpınış içinde direniyor, ancak yaşamalarına yetmiyordu bu hummalı çabaları. Son defa utangaç başını kaldırıp, deli denizlerin dalgalarını anımsatan saçlarını arasından, iri gözlerini bana çevirip:  “Hadi bir şeyler söyle”, edasıyla baktığını hatırlıyorum. Ama aklım yüreğime ustaca bir oyun oynamış, yüreğimi yenmiş, dilime büyü yaptırmıştı sanki. Susmuştum. Hiçbir şey söylemeden gidişini hiç değilse o an için kabul etmiş ve içtiklerime kaldığım yerden devam etmek için yola koyulmuştum. O yol, hayatımın en uzun menzili olmuştu. Gidişine dair beynimde dolanan delilerin bir araya gelip bir birlerine anlattığı masalların uğultusu kalmıştı.
Biliyordum, her aşkın bir parça masraflı olacağını, ancak yüreklerimize bu denli ağır bedellerin ödetileceği aklıma hiç gelmiyordu. Bunu anladığımda gidişinin üzerinden birkaç dakika geçmişti yalnızca.
Sen gittin. Artık bedellerimizi ödememizin zamanı. Ne sen benim payımı, ne de ben senin payını, herkes kendine düşen kısmından ısıracaktı bu hayat denilen acı elmayı..

Saatler ilerliyor.. İnsanlar karıncalar misali yuvalarına yiyecek bir şeyler koşturuyorlar. Herkes yine kendinin olmayan, ham düşlerinden ısırıyor. Ve ben bilemediğim bir hayatın içinde bir sağa, bir sola yalpalıyorum. Belki gidişin iyi oldu diye geçiyor içimden. Hem bizler güçlü bireyleriz değil mi? Ne olursa olsun kim olursa olsun var olmakla ilgili savaşımız içinde yenilir değiliz.
İzmaritler. Her yerde onlar var. Eve dönüş yolunda ne kadar da çok etrafımızı sardıklarını düşüyorum. Düşünüyorum ve beynimdeki o garip uğultuları dinliyorum. Beynimdeki deliler bir birlerine masal anlatmaktan vazgeçip, beni de adeta yanlarına almak için gürültülerle halaylara duruyorlar, şarkılar söylüyorlar..
Eve geldiğimde son adres yine, içinde binlerce defa uyuduğumuz, sabah yellerine erdiğimiz yer oluyor. Ancak ne yelleri, ne de uykuyu görüyor gözlerim. Yaptığım sadece yok oluş özlemini biraz daha tatmin etmek oluyor ve kendimi düş aleminin o korkunç senaryoları içine bırakıyorum.
Eski çağlardan kalmış yazıtlar içinde silik bir halde buluyorum kendimi. Sen heybetli bir mermer lahitin üzerinde, beyaz bir tülün içinde, soluk bir renkte ve donuk bakıyorsun. Dikkatimi çeken beyazlar giymiş olduğun oluyor. Birden gözlerini açıyorsun ve eski silik yazıta bakıyorsun. Gözlerinin altının mor oluğunu fark ediyorum. Acı çeker bir halde kıvrandığını görüyorum. İçinde sanki bir şeyler kıpırdanıyor ve seni parçalayacak kadar şişiyor karnın. Ve bileklerinden kan damlıyor. Korkuyorum.


 Kabus, yağmurun dindiği ancak rüzgarın hiç dinmediği bir alaca karanlık içinde son buluyor. Kendime gelmek için geceden kalma izmaritlerden birini buluyorum ve  yarısı ıslanmış bir kutudaki son kibrit çöpüyle yakıyorum onu. Evinizin önünden geçiyorum. Kimseler yok sokaklarda, yine her yer izmaritlerle dolu. Kendime yeni düşler bulmak umuduyla terk ediyorum seni ve tüm düşlerimi o sokakta, o vakitte.

Yollar sürekli başka yerlere çıkıyor sanki aradan günler geçiyor oldukça kararlıyım seni ruhumdan ve sabah seherlerini karşıladığımız her yerden silmeye. Gidişin her şeye başlangıç diye geçiriyorum içimden. Gittin ve ben başlayacağım, evet sonumu kendim hazırlayacağım. Ve başkalarından ödünç alınmayan yaşamları yaşayacağım..

Günlerin sonu...
İçimde kopan düş fırtınaları seni başka, beni başka alemlere götürecekti. Aman tanrım! Neden ben? Bir şeyler kopmuştu sana ait olan. Ancak belli etmediğim bir parçam tutuşmuştu, seni ve iri gözlerini yeniden yanımda gördüğümde. Bu kadar zaman geçmişti aradan ve ben içimde seni söndürmeye çalışıyordum, geceler boyunca seninle tekrar beraber olduğumuzu, ellerine dokunduğumu gördüğüm rüyalarda. Yanımda başka tenlerin uyanmasının bir anlamı olmasa da içimde tekrar çağlamaya çalışan seni yok etmek için zorluyordum kendimi ve anılarımı.
Aklım iyice karışmıştı, tekrar göz göze olmamız gerektiğini, gidişinin aslında bir hata olduğunu ve kulelerin bir aradayken asla yıkılmayacağını söylediğin zaman sanki o ayrılışı biz yaşamamış ve getirip biri tarafından dünyamızın orta yerine bırakılmış gibi hissetmiştim. Hani güçlüydük, hani biten biterdi? Sen sana ait olan kısmını yapamamıştın. Ben yapamıyordum, sensiz yaşayamayan aslında bendim. Çünkü her geceki rüyalarımın ve uyanışlarımın tek kahramanı sendin. Ancak silmeliydik birbirimizi ve çağırmamalıydık geçmişimizi. Gittin ve geri döndün öylemi? Neden, daha ne kaldı ki bir birimize dair?. Gittin ve geri dönmemeliydin. Bence dönmedin de  zaten. Sadece içinde bulunduğun, benim doldurduğum boşluktu seni bu denli rahatsız eden. Git ve yine gittiğin yerde kal..

Günler, sağda solda birkaç düzine daha izmarit üretmekle ve aslında sahip olduğum kendi güçsüzlüğümün üzerine, onunla ilgili hayaller kurmakla geçiyor. Bir yerde sanki bir detay eksik. Bir yerde unuttuğum ve hiç hatırlamam gereken bir şeyin olduğunu biliyorum.
Yağmur başlıyor. Şiddetle ve hırsla şehrin sokaklarına dağılıyor  iri taneleri. İnsanlar karıncalardan farksızlar, ıslanmamak için, bir yangından kaçarcasına yuvalarına koşuyorlar. Ama bu sefer yağmur faklı yağıyor. Yollara atıyorum kendimi. Düşlerimi yağmurlarla sulayıp yetiştirmem gerek baharlara ve hasat mevsimine. Bir sigara daha içiyorum. Ve bir izmarit  daha üretiyorum, ateşi sönmeden asfaltla buluşturuyorum, beni hiç sevmeyen dostumu. Dostum beni son bir defa daha öpmek için çağırıyor sanki. Dili olsa: “Dur!”, diyeceğinden eminim.

İçimi birden bir garip his kaplıyor. Garip bir pişmanlık ve ağlama duygusu sarıyor ruhumu. Sıtmalı hastalar gibi titremeye başlıyorum. Bir şeyleri yitirdiğimi anlıyorum, ama ne?
Son anda evinizin olduğu sokaktan geçemeye karar veriyorum. Tam caddeden, sizin sokağa dönecekken, asıl geçmem gereken kendi evimin sokağı olduğunu anlıyorum. Bir ambulans gök gürültülerine karışmış çığlıklarıyla, trafiği ve geceyi yararak geçip gidiyor önümden.  Yağmurun tadı birden değişiyor. Sanki tuzlu tuzlu yağıyor. Ne olduğunu anlamıyorum. İlk defa böyle bir şeye tanık oluyorum. Ve hızla evimin yolunu tutuyorum. Eve geldiğimde kapıda beni karşılayan, bazen günlerin eskimişliğini taşıyan, aşağıdan hemen o köşede, önünde büyük bir çınarın olduğu fırından alınmış olan çörekleri verdiğim, matemli sesiyle bazı geceler beni uyutmayan köpek karşılıyor. Başını okşuyorum ve hemen içeri giriyorum. İçeride anlıyorum  yağmurun tuzlu yağmadığını. Ve pencereden yollara takılıyor gözlerim. Düşünüyorum, yağan yağmur mu ? Yoksa gözlerimden dökülen mi ıslatıyor yolları.?
Gece yollara, bulutların ağlamasıyla son buluyor.


Hava bir garip. Kuşlar başka türlü sesler çıkarıyorlar. İnsanlar hep aynı şeklide koşturuyorlar. Halen karıncalara benziyorlar.
İçimde garip bir his belki gelirsin ve bu sefer ben yalvarırım sana diye olmama ve olmana alıştığım yerde alıyorum soluğu. İçeri girdiğimde birkaç gülümseyen yüze yine aynı sahtelikte yanıt vererek oturuyorum bir kenara. Aradan saatler geçiyor. İçeri bir adam giriyor, anlıyorum ki yağmur yeniden başlamış, anlıyorum ki karıncalar ve izmaritler yine boğulmuşlar...

 Adam gelip yanıma oturuyor. Ve haykırışları gök gürültüsünü  bastırır bir tonda haykırıyor suratıma olan biteni. Gözlerimden dökülen masada birkaç küçük leke bırakıyor. Anlıyorum. Yağmurun neden tuzlu olduğunu. Anlıyorum neden karıncaların yaşamda bu kadar bilge ve becerili oldukları halde yağan birkaç damla yağmurdan boğulduklarını.
Anladığım, dün gece ceplerime dolan amansız titremeler ve ruhumu kemiren o ağlama hissinin aslında nedeninin içimde olduğu oluyor. Anlatılanlar ve haykırılanlar benim ne de amansız bir cellat olduğumu kanıtlıyorlar. Yüreğim aniden tutuşuyor. Ellerimden kan çekiliyor. Kendimi bir daha asla anılmayacak ve yaşanması istenmez bir oyunun tam içinde hissediyorum. Sanki tüm ışıklar bana doğru çevrilmiş, seyirci tüm dikkatiyle bana doğru bakıyor, oyunu ve oyunculuğumu beğenmemişiler gibi bir his kaplıyor yüreğimi. O an ölmenin bile bir işe yaramayacağını biliyorum.
Şehir, kendine izmaritlerden bir zırh giymiş ve karşımda gülerek bana bakıyor.

Yokuşları soluksuz çıkıyorum. Seni tanıyan herkese koşuyorum, adeta onlardan medet umarcasına çalıyorum kapılarını. Kapılar yüzüme hiç görmediğim bir kinle ve hırsla kapanıyor. Gece bile beni içine almıyor. Hayat yanına yaklaştırmadan kovuyor beni...
Her yer ateş içinde kalıyor birden bire gökyüzü aydınlanıyor.Sokağın birine kadar yetişiyor bacaklarımdaki derman. Olduğu yere çöküyor bedenim. Yağmur üzerime tokatlar atarcasına yağıyor. Tokatlar gök gürültülerine karışıyor, içime açılan derin dehlizin duvarlarında yankılanıyor. Duyduğum bir ses beni iliklerime kadar ürpertiyor. Bir başka ambulansın, geceyi parçalayarak geçişini  duyuyorum ve  yağmurların tuzlu yağdığı gece, o ambulansın seni ve bana hiç bahsetmediğin, içinde her gün büyüttüğün düşlerimizi bir başka dünyaya taşıdığını anlıyorum. Gece karanlık. İzmaritler birer kurşun asker gibi sıra sıra önümden geçiyorlar. Ölüm soğuk.
Ve anlıyorum izmaritler şehrinde,  yalnız bir kibrit olmanın ne demek olduğunu.















Hiç yorum yok:

Yorum Gönder