İzmaritlerden Bir Şehir
Her yer aynı geliyor
bana. Birkaç sokak köpeği, bir iki bekçi düdüğü. Umutsuzluktan içilmiş
izmaritlerle dolu sokaklar, kimsesiz kalmış birkaç sokak çocuğu ve uluorta
haykırılamamış sevdalar. Hepside bu şehirden arta kalan birkaç not cebimde. Bir
yaprak kururken, dalın çektiği acı ve giderken ümitlerimiz bir bir ellerimizden
yaşadığımız anda hissettiklerimiz, bir kibrit çöpüdür yanmış ve izmaritler şehrinde
yapayalnız.
Hep aynı şeyleri dinlemek
gibi bir şey rüyalardan kurulu şehirlerde yaşamak. Aslında yaşam bir
halisinasyondur bir parça düşü, bir
çanak şaraba daldırıp umutsuzluğu ve yok oluşu yudumlarken. Adını ne
koyacaktık? Bizim düşlerimizin mahsulü değil miydi, orta yere aniden ve savunmasızca
çıkan minik şeytan. Oysa doğabilecek kadar bile vakti yoktu; onu ve kendini
amaçsızca benden kaçırırken. Daha bebek
tenine dokunamamış, senden gelen mis kokularını yüreğime katık edip, damla
damla içememiştim göz yaşlarını. Ani oldu gidişin. Ve onu benden götürüşün. Dua
edecek kadar bile gücüm yok artık. Sen ki nelerin sahibiydin yüreğim adına.
Verilebilecek ne kadar çok düşüm vardı, senin ve onun varoluşu için. Ancak
vermek, varlık için yeterli olmuyordu kimi zaman. Sadece sözlerden öteye
gidemiyordu, yaşam ve onun düş ortağı olan ölüm.
Sen bir parça yağmur, bir
ılık nefestin. Ve gidişin yine yağmurlu bir öğleden sonraya denk geldi.
Gidecektin. Aklımın almadığı ve hatta yüreğimde
isyanlar koparan bir gidiş olacaktı bu. Her şeyin planını yapmış, bana o
muhteşem gözlerinle son bir defa daha nerede bakacağını bile kurgulamıştın. Ben
sadece orada olacak, gidişinin etkilerini üzerimde hissedecektim. İçtiklerimin
verdiği sarhoşluk ve bu güne kadar sana olan hislerimi gizlememdeki ustalık,
senin beklediğin son bir kelimeye dahi yetmemiş, içinde süründüğümüz buhranları
çözmemişti. Ben her zamankinin aksine bu defa susmuş, anlamsız sorunlar olarak
nitelendirmiştim anlattıklarını. Ama sen kararlıydın. Gidecektin. Bazen insan
saçma davranmak, nedensiz olmak ister. İşte, seninle olan sorunlarımızda tam
benim böyle olmak istediğim bir zamanda ortaya çıkmıştı. Aslında sen benim için
bir nefes olmuştun. Ilık bir nefes. Ancak seni, bazen dışarı vermek ya da
almayı istemiyordum. Gidecektin biliyorum. Yağmur, yağmaya devam ediyor,
yağdıkça ruhlarımızda gözle görünmez bir arınma oluyor, düşen her damla senin
saçlarından tek tek asfaltın üzerindeki izmaritlere değiyor ve yerde amansız
bir yanma telaşı içine düşmüş izmaritler, son bir çırpınış içinde direniyor,
ancak yaşamalarına yetmiyordu bu hummalı çabaları. Son defa utangaç başını
kaldırıp, deli denizlerin dalgalarını anımsatan saçlarını arasından, iri
gözlerini bana çevirip: “Hadi bir şeyler
söyle”, edasıyla baktığını hatırlıyorum. Ama aklım yüreğime ustaca bir oyun
oynamış, yüreğimi yenmiş, dilime büyü yaptırmıştı sanki. Susmuştum. Hiçbir şey
söylemeden gidişini hiç değilse o an için kabul etmiş ve içtiklerime kaldığım
yerden devam etmek için yola koyulmuştum. O yol, hayatımın en uzun menzili
olmuştu. Gidişine dair beynimde dolanan delilerin bir araya gelip bir birlerine
anlattığı masalların uğultusu kalmıştı.
Biliyordum, her aşkın bir parça
masraflı olacağını, ancak yüreklerimize bu denli ağır bedellerin ödetileceği
aklıma hiç gelmiyordu. Bunu anladığımda gidişinin üzerinden birkaç dakika
geçmişti yalnızca.
Sen gittin. Artık bedellerimizi
ödememizin zamanı. Ne sen benim payımı, ne de ben senin payını, herkes kendine
düşen kısmından ısıracaktı bu hayat denilen acı elmayı..
Saatler ilerliyor..
İnsanlar karıncalar misali yuvalarına yiyecek bir şeyler koşturuyorlar. Herkes
yine kendinin olmayan, ham düşlerinden ısırıyor. Ve ben bilemediğim bir hayatın
içinde bir sağa, bir sola yalpalıyorum. Belki gidişin iyi oldu diye geçiyor
içimden. Hem bizler güçlü bireyleriz değil mi? Ne olursa olsun kim olursa olsun
var olmakla ilgili savaşımız içinde yenilir değiliz.
İzmaritler. Her yerde
onlar var. Eve dönüş yolunda ne kadar da çok etrafımızı sardıklarını düşüyorum.
Düşünüyorum ve beynimdeki o garip uğultuları dinliyorum. Beynimdeki deliler bir
birlerine masal anlatmaktan vazgeçip, beni de adeta yanlarına almak için
gürültülerle halaylara duruyorlar, şarkılar söylüyorlar..
Eve geldiğimde son adres yine,
içinde binlerce defa uyuduğumuz, sabah yellerine erdiğimiz yer oluyor. Ancak ne
yelleri, ne de uykuyu görüyor gözlerim. Yaptığım sadece yok oluş özlemini biraz
daha tatmin etmek oluyor ve kendimi düş aleminin o korkunç senaryoları içine
bırakıyorum.
Eski çağlardan kalmış yazıtlar
içinde silik bir halde buluyorum kendimi. Sen heybetli bir mermer lahitin
üzerinde, beyaz bir tülün içinde, soluk bir renkte ve donuk bakıyorsun.
Dikkatimi çeken beyazlar giymiş olduğun oluyor. Birden gözlerini açıyorsun ve
eski silik yazıta bakıyorsun. Gözlerinin altının mor oluğunu fark ediyorum. Acı
çeker bir halde kıvrandığını görüyorum. İçinde sanki bir şeyler kıpırdanıyor ve
seni parçalayacak kadar şişiyor karnın. Ve bileklerinden kan damlıyor.
Korkuyorum.
Kabus, yağmurun dindiği ancak rüzgarın hiç
dinmediği bir alaca karanlık içinde son buluyor. Kendime gelmek için geceden
kalma izmaritlerden birini buluyorum ve
yarısı ıslanmış bir kutudaki son kibrit çöpüyle yakıyorum onu. Evinizin
önünden geçiyorum. Kimseler yok sokaklarda, yine her yer izmaritlerle dolu.
Kendime yeni düşler bulmak umuduyla terk ediyorum seni ve tüm düşlerimi o
sokakta, o vakitte.
Yollar sürekli başka
yerlere çıkıyor sanki aradan günler geçiyor oldukça kararlıyım seni ruhumdan ve
sabah seherlerini karşıladığımız her yerden silmeye. Gidişin her şeye başlangıç
diye geçiriyorum içimden. Gittin ve ben başlayacağım, evet sonumu kendim
hazırlayacağım. Ve başkalarından ödünç alınmayan yaşamları yaşayacağım..
Günlerin sonu...
İçimde kopan düş
fırtınaları seni başka, beni başka alemlere götürecekti. Aman tanrım! Neden
ben? Bir şeyler kopmuştu sana ait olan. Ancak belli etmediğim bir parçam
tutuşmuştu, seni ve iri gözlerini yeniden yanımda gördüğümde. Bu kadar zaman
geçmişti aradan ve ben içimde seni söndürmeye çalışıyordum, geceler boyunca
seninle tekrar beraber olduğumuzu, ellerine dokunduğumu gördüğüm rüyalarda.
Yanımda başka tenlerin uyanmasının bir anlamı olmasa da içimde tekrar çağlamaya
çalışan seni yok etmek için zorluyordum kendimi ve anılarımı.
Aklım iyice karışmıştı, tekrar
göz göze olmamız gerektiğini, gidişinin aslında bir hata olduğunu ve kulelerin
bir aradayken asla yıkılmayacağını söylediğin zaman sanki o ayrılışı biz
yaşamamış ve getirip biri tarafından dünyamızın orta yerine bırakılmış gibi
hissetmiştim. Hani güçlüydük, hani biten biterdi? Sen sana ait olan kısmını
yapamamıştın. Ben yapamıyordum, sensiz yaşayamayan aslında bendim. Çünkü her
geceki rüyalarımın ve uyanışlarımın tek kahramanı sendin. Ancak silmeliydik
birbirimizi ve çağırmamalıydık geçmişimizi. Gittin ve geri döndün öylemi?
Neden, daha ne kaldı ki bir birimize dair?. Gittin ve geri dönmemeliydin. Bence
dönmedin de zaten. Sadece içinde
bulunduğun, benim doldurduğum boşluktu seni bu denli rahatsız eden. Git ve yine
gittiğin yerde kal..
Günler, sağda solda
birkaç düzine daha izmarit üretmekle ve aslında sahip olduğum kendi
güçsüzlüğümün üzerine, onunla ilgili hayaller kurmakla geçiyor. Bir yerde sanki
bir detay eksik. Bir yerde unuttuğum ve hiç hatırlamam gereken bir şeyin
olduğunu biliyorum.
Yağmur başlıyor. Şiddetle ve
hırsla şehrin sokaklarına dağılıyor iri
taneleri. İnsanlar karıncalardan farksızlar, ıslanmamak için, bir yangından
kaçarcasına yuvalarına koşuyorlar. Ama bu sefer yağmur faklı yağıyor. Yollara
atıyorum kendimi. Düşlerimi yağmurlarla sulayıp yetiştirmem gerek baharlara ve
hasat mevsimine. Bir sigara daha içiyorum. Ve bir izmarit daha üretiyorum, ateşi sönmeden asfaltla
buluşturuyorum, beni hiç sevmeyen dostumu. Dostum beni son bir defa daha öpmek
için çağırıyor sanki. Dili olsa: “Dur!”, diyeceğinden eminim.
İçimi birden bir garip
his kaplıyor. Garip bir pişmanlık ve ağlama duygusu sarıyor ruhumu. Sıtmalı
hastalar gibi titremeye başlıyorum. Bir şeyleri yitirdiğimi anlıyorum, ama ne?
Son anda evinizin olduğu sokaktan
geçemeye karar veriyorum. Tam caddeden, sizin sokağa dönecekken, asıl geçmem
gereken kendi evimin sokağı olduğunu anlıyorum. Bir ambulans gök gürültülerine
karışmış çığlıklarıyla, trafiği ve geceyi yararak geçip gidiyor önümden. Yağmurun tadı birden değişiyor. Sanki tuzlu
tuzlu yağıyor. Ne olduğunu anlamıyorum. İlk defa böyle bir şeye tanık oluyorum.
Ve hızla evimin yolunu tutuyorum. Eve geldiğimde kapıda beni karşılayan, bazen
günlerin eskimişliğini taşıyan, aşağıdan hemen o köşede, önünde büyük bir
çınarın olduğu fırından alınmış olan çörekleri verdiğim, matemli sesiyle bazı
geceler beni uyutmayan köpek karşılıyor. Başını okşuyorum ve hemen içeri
giriyorum. İçeride anlıyorum yağmurun
tuzlu yağmadığını. Ve pencereden yollara takılıyor gözlerim. Düşünüyorum, yağan
yağmur mu ? Yoksa gözlerimden dökülen mi ıslatıyor yolları.?
Gece yollara, bulutların
ağlamasıyla son buluyor.
Hava bir garip. Kuşlar
başka türlü sesler çıkarıyorlar. İnsanlar hep aynı şeklide koşturuyorlar. Halen
karıncalara benziyorlar.
İçimde garip bir his belki
gelirsin ve bu sefer ben yalvarırım sana diye olmama ve olmana alıştığım yerde
alıyorum soluğu. İçeri girdiğimde birkaç gülümseyen yüze yine aynı sahtelikte
yanıt vererek oturuyorum bir kenara. Aradan saatler geçiyor. İçeri bir adam
giriyor, anlıyorum ki yağmur yeniden başlamış, anlıyorum ki karıncalar ve
izmaritler yine boğulmuşlar...
Adam gelip yanıma oturuyor. Ve haykırışları
gök gürültüsünü bastırır bir tonda
haykırıyor suratıma olan biteni. Gözlerimden dökülen masada birkaç küçük leke
bırakıyor. Anlıyorum. Yağmurun neden tuzlu olduğunu. Anlıyorum neden karıncaların
yaşamda bu kadar bilge ve becerili oldukları halde yağan birkaç damla yağmurdan
boğulduklarını.
Anladığım, dün gece ceplerime
dolan amansız titremeler ve ruhumu kemiren o ağlama hissinin aslında nedeninin
içimde olduğu oluyor. Anlatılanlar ve haykırılanlar benim ne de amansız bir
cellat olduğumu kanıtlıyorlar. Yüreğim aniden tutuşuyor. Ellerimden kan
çekiliyor. Kendimi bir daha asla anılmayacak ve yaşanması istenmez bir oyunun
tam içinde hissediyorum. Sanki tüm ışıklar bana doğru çevrilmiş, seyirci tüm
dikkatiyle bana doğru bakıyor, oyunu ve oyunculuğumu beğenmemişiler gibi bir
his kaplıyor yüreğimi. O an ölmenin bile bir işe yaramayacağını biliyorum.
Şehir, kendine izmaritlerden bir
zırh giymiş ve karşımda gülerek bana bakıyor.
Yokuşları soluksuz
çıkıyorum. Seni tanıyan herkese koşuyorum, adeta onlardan medet umarcasına
çalıyorum kapılarını. Kapılar yüzüme hiç görmediğim bir kinle ve hırsla
kapanıyor. Gece bile beni içine almıyor. Hayat yanına yaklaştırmadan kovuyor
beni...
Her yer ateş içinde kalıyor
birden bire gökyüzü aydınlanıyor.Sokağın birine kadar yetişiyor bacaklarımdaki
derman. Olduğu yere çöküyor bedenim. Yağmur üzerime tokatlar atarcasına
yağıyor. Tokatlar gök gürültülerine karışıyor, içime açılan derin dehlizin
duvarlarında yankılanıyor. Duyduğum bir ses beni iliklerime kadar ürpertiyor.
Bir başka ambulansın, geceyi parçalayarak geçişini duyuyorum ve
yağmurların tuzlu yağdığı gece, o ambulansın seni ve bana hiç
bahsetmediğin, içinde her gün büyüttüğün düşlerimizi bir başka dünyaya
taşıdığını anlıyorum. Gece karanlık. İzmaritler birer kurşun asker gibi sıra
sıra önümden geçiyorlar. Ölüm soğuk.
Ve anlıyorum izmaritler
şehrinde, yalnız bir kibrit olmanın ne
demek olduğunu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder