Göç
Arık uyuyabiliyorum. Saat
kaç olursa olsun. Gece, hırsız gibi girmek için odama, perdemi aralıyor.
Ellerimde dünden kalma, yarına ait hüzünler ve bir o kadar da neşeler var.
Hayat; hayal demek. Hayal ise hayat. Ki
bu coğrafyada anlaşılan işler bu şekilde yürüyor. Haydi. Ya şimdi ha hiç.
Ziller çalıyor. Bu uyarılar senin ve bizim için duymuyor musun? Oysa düş
kurabileceğim birkaç dakikayı bana veremeden hayat, benden elimde kalan son
güzellik olan seni istiyor. Nasıl yapabileceğim bunu bilmiyorum. İçerilerde bir
yerlerde unutulmuş gibiyim. Sanki binlerce yıldır buradayım. Ve omzumda senden
armağan yükler var, taşıyorum. Ağrıları ve sızıları umursamıyorum. Havasız bir
delikte yaşamaya çalışıyorum. Ve sen daha düşlerin içinden çıkmadan,
gerçeklerle yaşayacağını söylüyorsun. Senin için o kadar da ağlamışken yüreğim,
senin gideceğin ve o gerçeklerlerle olan
savaşında benim; sensiz ve tarafsız kalmamı anlamıyorum.. Şimdi olmadık bir
halde ceplerimden sarkan yaşamı görmek için çıkıyorum, binlerce yıl süren
coşkulu matemimin içinden. Gözlerinden
akan benim ve yerlere düşüyorum.
Bilmediğin
yerlerde, başka ay ışıkları ardında, bir başka yaşama merhaba diyeceksin.
Gidişine dair birkaç damla içecek kadar bile; ne tanıyor seni yüreğim, ne de
alışık gidişine. Oysaki içimde hep alışık olduğum hüzün çığlıklarını
duymuyordum, daha seni tanımadan ve sana söylenebilecekleri tasarlamadan
kafamdan. Öylesine. Karanlık ve
bilinmedik bir kuytuda dans eder gibiyim. Dans etmeyi bilmediğini umursamadan
bir sağa, bir sola salınıyorum. Gece
bilmediğim bir yabancı gibi yavaş yavaş ilerliyor. Kendi karanlığında boğulacak
korkarım. Oysaki seni hiç tanımdan ve senin aslında ne olduğunu bilmeden
içimdeki düş kapılarını ardına dek açmış ve içeride seninle omuz omuza ne de çok
savaşlar vermiştik geceye karşı. Sen bir elinde bir gürzün, bir elinde yüreğin
gecenin ortasında karanlığa karşı tüm aydınlığınla feryat edercesine
savaşıyordun. Sen; bilinip de gitmeden evvel, sana; “Kal!”, diyebilecek kadar
cesur olamadı bu bendeki dilim. Başka bir rüyayı yaşarken, akıl almaz bir hızla
yaşlanıp bir gün ölümün soğuk mu, sıcak mı bilinmez kapısına dayanmadan önce,
bedenim seni bir düş ve ötesi olarak kazandırdı aklımın bir garip köşesine.
Önce bir tutam rüya oldun. Kâbus olduğunu haykırdığında yüzüme, kulaklarım
senin aslında gerçek olmadığını sadece ve sadece bende yaşayan yeni ve bir o
kadar da gerçek olan bir rüya olduğunu duyuyordu. Nedenler senden geliyor,
belirsizlikler içinde kendime ve tanrıya hesap soruyordum. İkisi içinde hakkım
olmadığını ve yaşamın gidişlerle yoğrulduğunu, düş kurmanın ise büyük bir
okyanusa sığmayan bir minik balık yüreği olduğunu çok daha sonra anladım.
Aslında vardın. Ne bir rüya, ne de gündüz görülen düşlerden biriydin. Sadece
bir cehennem vardı ve ben ortasında düş kurdukça büyüyor, büyü sen oldukça
gerçeğe dönüyordu. Ama nedendi bu hayatının en orta yerinde, ani bastıran ve
kaçmanın mümkün olmayacağı bir yağmur altında kalma kararı? Altına sığınılacak
dallar, daha filizken bu kadar da pervasızca, aldırmadan yaşattığın gidişine
akılım ve sırrım ermiyor.
Hayat ve içindeki
milyarlarca düşler, senden de izler taşıyacaktı elbet. Sokakları yalın ayak
yürüyen, düşleri için kendi kanını döken birini, eğer gitmeseydin belki de
tanıyınca sevmeyecek ve belki de hiç tanımak istemeyecektin. Yüreğinde bir
tutam su serpen gecenin karanlığının getirdiği serinlikten başka bir şey
olmayacaktı belki de. Gözlerim yanıyor. İçimi kaplayan bu tuhaf bu bazen
sevdiğim, bazen de dallarına kırlangıçların konup yuva yaptığı fildişi kulemde yalnızlığımı
gideren yegâne ses olmuştun. Düş dünyamın kâbuslarla dolu kapılarını
kırabilecek kadar güçlü ve kapıyı çalacak kadar da naziktin oysaki. Sen kapıyı çaldığında kendi tarihimi yazmaya
başlamıştım. Kapının çalınması beni o kadar şaşırtmıştı, yüzüme kızıl bir alev
salmıştı ki; görebilseydin eğer şaşırırdın. O kadar büyük savaşlar vardı ki hem
kendime, hem de gece karşı olan amansız direnişim, yerlere düşüp tekrar
doğrulmamla geçiyordu. Bu tür kâbusları çekerek, hayat; insana dersler veriyor
anlaşılan. Damarlarında dolaşan kan bazen zehir olabiliyor. İşte bu zamanların
sonunda kendi tarihini kendi kanıyla yazıyor insan. Başka kimsenin kanına
dokunmadan tüm hayatı bir anda yok edebiliyor insan.
Tam o ana
rast geldi düş dünyamı zorlayışın. Önce geceye ait olmayan sabahın bir yerinde,
içeriye yeni kâbuslar girsin diye açık bıraktığım penceremden süzüldün usulca.
Sana karşı ilk yaptığım yine her kâbusa davrandığım gibi birden tüm zırhımı
kuşanmak oldu. Birden değişiverdi içimdeki savaşmak isteği, zaten yorgundum.
Ellerim, gürzümden damlayan kendi kanımla ıslanmış, kanın ilk ılık hali gitmiş
yerine bilinmedik ve bana ait olamayan geceye ait olan bir soğukluk gelmişti.
Sen işte tam o anda odamın içinde, elinde taze baharların kokusu ve bir o kadar
da geleceğin hüzünlerini getirmiştin. Gidecektin biliyordum. Ama o an için o
kadar da önemli değildi bu. Çünkü geceye karşı bir zafer daha kazanmanın
gururunu taşıyordum yüreğimde.
Daha evvelden de
biliyordum seni. Yıllar önce bir başka rüya savaşının tam ortasına düşmüştün.
Ben o savaşta sadece kıtadan kıtaya sürülen bir göçmenden başka bir şey
değildim. İnsanlar gelirken yanlarında getirmişlerdi seni, adına umut
demişlerdi. Ne garip oysa bir umut olamayacak kadar yaşlı ve hayal olamayacak
kadar da gençtin.
Ellerin ve yüzünü anımsamıyorum
şimdiki gibi. Ellerinin ve yüzünün
üzerinden yüzyıllar geçti. Adın kâh sevgi oldu, kâh nefret. Ama hep oldu bir
şekilde adın ve gidişlerin. Bu belki de son kez gidişin olacak, kim bilir?
Hatırladığım o zamanlardan nasıl da sevgi ile dolduğu yüreğimin sana ve o göçe
karşı. Göçü sevmiştim çünkü ardına saklandığın dağlarlardan çıka gelmiştin. Ve
sana düşen sadece sevilmekti o an için. Yine bir başka oldu bu gidişin. Aynı
sevildiğin gibi ayrıcalıklı oldu yüreğimde, ama seni ve sonsuzluğa giden yolu
kaybetme fikri kafamda dolanıp duran, daha çok dolunayda çıkan ve beni her
seferinde yandığıma ikna eden o acı çığlıklarını kimselerin duymadığı itfaiye
aracı ile yalnız bırakıyor. Birden bire çakıvermişti şimşekler. Düş toplamak
için çıkmıştım yollara. Düşler dolunayın geleceğini, gelirken de seni
getireceğine dair izler taşıyordu. Çabam sana ulaşmak değil sadece ve sadece
başka düşler toplamaktı. Belki de düş gezgini olurdum kim bilir? Ama olmamıştı.
Bulutlar geceye hâkim olmuş, gece, bulutların komutasına girmişti. Ayın önü
kapanıyordu. Rüzgârlar ağaçlara hükmediyor, bir sağa bir sola yatırıyordu
dallarını. Dallarda tüneyen kuşlar yere düşmemek için muazzam bir çaba
gösteriyor, güçsüz olanlara acımıyordu gece. Yere düşürüp yerdeki
temsilcilerine av yapıyordu onları. Bulutlar gecenin neferi olmuş, geceden
gelen emirleri harfiyen uyguluyorlardı. Gece bulutlara ve rüzgâra emrini
vermişti. Sokakların taşlarını sökecekler, düşlerin ve dallarda tüneyen
kuşların üzerine atacaklardı. Rüzgâr, geceden aldığı emrin kudretiyle öne
atıldı. Bulutları başka âlemlerden getirmişçesine itiyor, bulutlar rüzgâra
direnmiyor, gecenin emrini yerine getirmek için düşlerin üzerine geliyordu. Tüm
canlılar sığınacak bir yer ararken ben; bu muazzam savaşın tam ortasında
geceyle yüz yüze kalacağım için tüm hazırlıklarımı yapmış bekliyordum. Düşleri
savunmam gerekti. Düşler olmadan yaşam acımasız yönünü göstermekten çekinmez ve
gerçekleşebilecek olanlara fırsat vermezdi. İşte tam patlamıştı ki fırtına, ilk
damlaları düşmüştü asi bir bulutun. Yüzüme değmişti ilk tane tam elmacık
kemiğimin üzerine. Tadı damağıma kadar ulaşmadan önüne geçmem gerekiyordu.
Göç herkesi her yere savurmuştu.
Yaşam aslında geceden daha büyük bir tehlike arz ediyordu. Tam o an seni o
harabede bulmuştum. Sen gözlerinde ve ellerinde baharla duruyordun. Ne iyi
yapmışta gelmiştin. Yaşama karşı kazanılacak bir zafer olmuştun. Düş
bahçesinden çıkıp bu geçit vermez savaşımın tam ortasına düşmüştün. Gece; senin
gelişinle bir yenilgi daha almış, ben ellerimde kendi kanımla yeni bir zafer
daha kazanmıştım. Yani ölü düşler yeniden doğmuş, dirilmişti. Anladım ki; hayat
daha acımasız, daha da güçlü bir rakip olmuştu düşler için. Emsaller bu savaşta
hayatın yanında yer almış ve gerçekleri yaşadıklarını iddia ederek düşleri
mahkûm edip göçlere zorlamışlardı. Bu seferliğine kurtulmuştu yüreğim, ya başka
seferlerde neler olacaktı ki bilmediğim?. Artık güçlüydüm. Artık kurgulanan
düşler değil gerçekler olmaya başlamıştı o an...
Kâbuslar
birden bire sana vaat ettiği beyazlarla kandırmıştı seni. Kâbuslar; hayatın ve
onun suç ortağı gecenin en etkin silahlarıydı. Senin düşünmüş gibi yanına
sokulur ve senden habersizce çalabilirdi yüreğini. Daha önce de bu şekilde
kandırmıştı başka savaşçıları. Yüreklerine bir parça korku tohumu, üzerine bir
tutam hayat acısı ve en mühim silahı olan yokluğu ekleyerek tüm benliklere
sahip olmaya çalışmıştı. Tüm bu olanların sonunda gece onların efendisi olmuş,
gözlerindeki fer ile beslenir ve semirir bir hale gelmişti.
Belki de sen içimizdeki
kazanılacak son savaşın en son cephesiydin. Şimdi sana başka göç yollarıyla
başka düşler ve korkular armağan ediyor hayat. Bu kadar karmaşanın içinde
varolabilme şansını nasıl da elinden alıyor bir baksana. Rüyalar gösteriyor,
sen rüyaları hakikat sanıyor ve varolan gerçeğinden uzaklaşıyorsun. Tutku yok
oluyor, damarlarında ve odanda dolanan; damarlarındaki zehir oluyor. Sen
damarlarından tüm benliğine yayılan kanınla var olduğunu sandığın düşlerinin
artık savaşanı değil, sadece savaşa dışarıdan seyirci haline geliyorsun. Artık
senin kanın akmayacağını, olabilecek en berbat korkunun ölümsüzlüğe karşı olan
bir korku olduğunu biliyorsun. Sen bunları yaparken başka yerlerde, başka
zehirli kanlarıyla, başka insanlar kendi tarihlerini yazıyorlar. Ve yazılan bu
yeni tarih içinde kimseleri, görmediklerini dahi kandırmıyorlar.
Herkes hummalı bir koşu içinde
kendi düşlerinin neferliğini yapıyor. İlk duydukları koku kendi ölü
bedenlerinin kokusu oluyor.
Kimsenin
umurunda değil geceye ve yok oluşa karşı olan bu savaş. Sadece, birkaç yitik
sanılan, aslında varlıklarıyla her an tüm gecelere hükmedebilen ve ılık kanları
her savaştan sonra damla damla yere düşen birkaç savaşçı var, ellerinde kendi
yaşamlarını atilerine taşıyan. Her savaşçının beklediği kendileri için en
cesur, en muazzam ölümü bekliyorlar bu hayat ve düş arasındaki savaşta. Ve yeni katılan her beden gecenin bu kâbus haline
gelişine: “Dur!”, demek için ölüme inat,
ölürcesine savaşıyor. İşte sen bu savaşta belki de, gecenin bize, bizim geceye
karşı savurduğumuz gürzlerin ellerimize alışının tek nedenisin. Ve sen
umudunla, yaşamın sana verdiği gerçeklerle yaşayıp varoldukça, çalıntı veya
taklit olmayan düşleri kurdukça bu savaş devam edecek. Çünkü adı sevgi olacak,
benim geceye karşı yaptığım, ilk defa ölümsüzlüğü tattığım savaşta, yere
düşerken aldığım koku. İşte o vakit
senden ve bizim gibi olan birkaç yitik sanılan ruhtan filizlenecek, yeni ve mis
kokulu ruhlar. Rüzgârlar o vakit ne gecenin, ne de bir başkasının tarafında
olacak. Hayat, o zaman sana sahte düşler vermekten vazgeçecek. Rüzgâr, adı hazan
olan o; iç burkan mevsime dair kışa ve bahara gebe yeni bir yaprak getirecek.
Bir kırlangıcın kanadına tutunmuş
başka düşler olmayacak o vakit. O yaprakta ilk defa düştüğüm o savaştan sonra;
kim bilir belki de yeniden hayat bulacağım. O zaman gece anlayacak, sahte
olmayan, riya olmayan, yalan olmayan her şeyin sana ve bize ait olduğunu. O
zaman anlayacaklar, tüm yüksek yuvalarından aşağıda, yok sayılan bu savaşın
dışında kalanlar, onlar için savaşmadığımız, amacımızın sadece kendi tutsak
kalmış ruhumuzu kurtarmak olduğunu. Bunları ancak ve ancak sen varoldukça, biz
varoldukça ruhumuzun esaret çığlıklarını dinleyerek yapacağız. O zaman bizden
önce gecenin ilk kurbanlarının kurtulamamış ruhları huzur bulacak ve tüm
düşlerimizi ruhumuz yönetecek, yani olmamız gerektiği gibi var olacağız, yok
olmayacağız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder