4 Ocak 2012 Çarşamba

Kaledeki Yüzler


Kaledeki Yüzler


Anlamadığım, anladıklarımdan o kadar az ki; sanki söyleyecek çok şeyim varmış ve bunları unutmuş gibiyim. İlk gözümü açtığımda yaşamaktı tek gayem. Yaşım ilerledikçe gayeler ve hayaller kesişecek yer aradılar birbirlerinden habersizce. Kesiştikleri noktalardan o kadar uzaklara düştüler ki; bir daha bulsalar birbirlerini bu kadar özlemeyeceklerdi kim bilir? Ah sessiz sokaklar neler anlattım onlara geceler boyu. Bazen bir bekçi oldu sırdaşım, bazen çöplerde hayatını sürdürmeye çalışan sokak köpekleri. Neydi bizi hayata çeken? Kimin oyununa gelmiş ve yönümüzü dünyaya çevirip, gözümüzü açmıştık boş bir odada.  Aslında bir şeylere sahip olunamadığını bilmek ne kadar kötü bir his. Durup düşündüğünde; bir bedene bile sahip değil insan. En çok hüznü veren ne gidişler, ne de doğuşlar. En çok içine hüzün salan yalnız yere düşen bir sonbahar yaprağı  ya da yalnız başına merhaba denilen bir akşam güneşi. Biliyorsun ki güneş batacak ve ışıklar yanacak. Ve düşen sonbahar yaprakları ayaklarının altında ezilecek, ta ki bir  rüzgâr yanından geçip de onları başka yerlere savuruncaya dek. Yaşamı anlayamadık yeterince. Bir çift sana bakan gözbebeği varken hayatta, mutlusun ya da sadece  mutlu olunduğunu sanıyorsun. O bir çift bakış senden ayrılınca ve uzaklara yönelince anlıyorsun bir başka rüya daha görmüş olduğunu.  Ve umutların göç eden kuşlardan farksız kalıyor. Hayat hep bir tarafı tutuyor. Ona merhaba diyor ve senin dalların  bahar gelmeden mevsimsizce açıyor ve geç kalmış bir kış hüznü yaşarken solup gidiyor. Yani merhameti olmuyor dünyanın. Hepsi sıraya girmişçesine  bekliyor olmayan düşlerin.Yaşadığın kültürün nasıl da değiştiğini anlamakta zorlanıyorsun. Sen sen olmak peşinde koşuyorsun, başka insanlar da oldukları benliklerini beğenmeyip,  başka benlikler olmaya çalışıyorlar. Hayat hep bir ikizi aramakla geçip gidiyor.  İkizin senin doğumunla ölüyor. Onun sen doğarken öldüğünü; ya içindeki iyi ya da kötü sana yenildiğinde anlıyorsun.

Sen ve biz yıkılmaz denilen kalenin belki de son bekçileriyiz. Kalenin surlarında iki yüzün izleri var. Biri kuzeye, öteki güneye dönük. İki lisan var konuşulan, kelimeler tanıdık ama cümleler yabancı bize. Sarı bir güneş ve onun rengini kıskanan bir bulut gibi hayat. Hep istekler ve ardında son bulmayan düşler. Siyah ve kanatlı bir kapısı var kalenin. Kapının hemen arkasında sen ve biz duruyoruz,  kayıp düşlere sahip çıkmak ve onları nihayete erdirmek için. Düşler birer birer çoğalıyor. Feryat sesleri yükseliyor. “Artık yeter!”, diye haykırıyor kimisi. Hepsi de bir öncekinden daha da sabırsız olacakları anı beklerken yürekleri kanıyor. Beklentisi olan sadece onlar değil mutlaka. Baharın gelmesini, çiçeklerin bin bir renk  ve kokuda açmasını bekliyor kozasındaki böcek. Sıyrılması gerek, benliğini adadığı varoluşunu tamamlaması için o ipeksi kozadan. Önce tenini acıtan bir hal alıyor birkaç zamandır etrafını saran o ipek. Sanki gelecekteki güzellikleri haber verir bir yumuşaklıkta. Ancak etrafını sarmış durumda. Ne kadar da yumuşak olsa hapis olduğunu biliyor o ipek böceği ve onu saran kozası.

Koza hanenin ışıkları yanıyor. Sen  ve ben o bitmek bilmez nöbetimizde yeni bir sayfa açtığımızda, etrafa hüzün ve ölümün kokusu yayılıyor. Burası düşler ve etrafını kozaların sardığı bir kale. Kalede iki yüz asılı biri bana bakıyor, öteki sana. Kaynayan sular içinde can çekişen ipek böceklerinin sesleri karışıyor geceye. Çığlıklar adeta yüzyıllardır süren ipek böceğinin ölüm yolcuğunu birkaç dakika içinde özetleyiveriyor. Böceğin çırpınışları; gece vakti koza hanede çalışan kızların dillerinden söylenen başka şarkılarla yol buluyor.  Kalede iki yüz aslı biri kuzeye dönük, öteki güneye.
Yeraltından gelen sesler ışıklı şehirlerin gürültüsünden farksız. Kaleyi bekleyen iki yüz anlıyor sesleri ve onların geldiği şekli. Asıl adı yaşam olan bu kardeş ölümün son bir haykırışı belki. İpek böcekleri sonlarını biliyorlar. Bu denli yaşam olmanın nedeni de bu belki.  Feryat her yerde. Bir yangından farksız. Son çıkan rüzgârdan sana arta kalan; iki çatlak oluyor dudaklarında. Kanının; tadı, tuzlu bile acı değil oysaki. Yaşama dair bağların hepsi bir bir kopuyor.  İnsan içinden “Başıbozuk yaşamlar vardı.”, diye geçiyor. Susan, ölünce; hep en çok haykıran oluyor.  Yaz gecelerinin ufak ve unutulmaz bekçileri gibi olan akrepler hiçbir zaman kalenin duvarlarını yalnız bırakmıyorlar. Burada yaşamda olduklarını biliyorlar. Kim arta kalacak ki düşlerinden de ötede? Bir deli rüzgâr kopuyor. Kalenin duvarları sallanıyor. Sallanan duvarlara iki yüzün sedası yapışıyor. Gün; yüzünü geceden almaya kararlı. O kadar berrak ki ay bırakmak istemiyor geceyi. Ama gün kararlı. Dönecek bir gün kovulup, lanetlendiği dağlara. Dağlarda meşaleler yanacak. Meşaleler; labirent gibi karmaşık olan hayata yön verecek, ışığı gören ilk düş nihayete erecek. İlk düş; kozasından sıyrılan ilk ipek böceği olacak. Elinde taşıdığı meşalesi yanacak ha yanacak.

Kalenin soğuk yüzü al al yanıyor. Kozaların şanslı olanları; bir dut ağacının dallarında kalmışlar. Şanssız olanlar; kaynar kazan içinde bulmuşlar bedenlerini, daha kanatları olmadan, başka diyarlara uçmuşlar. Bahar gelecek! Şu karanlığı yarabilseydi eğer güneş, verebilseydi aydınlığını kimsesiz düş kalmayacak, sen ve biz başka düşlere dalacak, onların efendisi olacaktık. Efendi önümüzde eğilecek, etekleri yerlere değecekti. Gece daha yeni bitmiş, kuşlar akşamın yorgunluğundan kurtulmak ve aç olan karınlarını doyurmak için açmışlardı kanatlarını yeni bir güne. Kalenin iki ucundaki yüzler, gündoğumu ile ortadan kaybolmuşlardı. Kızlar; koza haneden çıkmışlar, birbirlerine kaledeki o biri kuzeye, diğeri güneye bakan siluetler hakkında hikâyeler anlatıyor,  kimisi gülüyor, kimisi umursamayacak kadar yorgun bir halde evine doğru gidiyordu. Gece; günü getirmiş, fakat gelirken güneş ışığını unutmuştu bir başka karanlığın içinde. Kapalı  bir hava ve yer; kan, çamur içindeydi. Köşe başı birileri tarafından tutulmuştu. Ayak sesleri yaklaşıyordu. Olduğu yerden dikildi düşler, sen ve biz ayaktaydık daha uyumamış, uyumak için vaktimiz olmamıştı. Birileri köşe başını bekler halde uyumamızı bekliyordu sanki. Kah bir yürüyüş, kah bir  kavganın tam ortasında terk edilmiş hayaller ve onların yegâne bekçileri olan sen ve biz. Bu soğuk bu kasvet dolu gecenin  sabahını ne de umutla beklemiştik düşlerin hapis olduğu kalenin duvarlarını. Kozalarından duyulmaz çığlıklarını atan ipek böcekleri yoldaşımız olmuştu.  Yollarda kızların şarkılarının ufak tınıları kalmıştı. Kalede iki yüz, yüzde iki soluk bakış. Şimdi bunların hepsi bir hayal gibi olacakları zamanı bekliyorlar.

Yüzler her günkünden farklıca bir başka düşün matemini almışlar yüzlerine. Adı sonsuzluk olan ve varoluşların en son durağı olan yere erdikleri için olamaz bu. Çünkü biliyorlar sonsuzlukta bir daha ölünmeyeceğini. İpek böcekleri daha önce anlatmıştı onlara binlerce defa. Adı suskun bir şarkı gibi sessiz ve kimselere anlatılamayacak kadar ayıp ve hüzünlü bir ifade almışlardı. Sanki bir sürgün vardı ve sürgünün son durağı olmuştu bu ölüm ve karanlık kokan kale.Yorgun düşenler ve hatta yorulamadan ölenler olmuştu kaleye ulaşılacakken, son bulan yolda. Tersine dönen hiçbir şey yoktu ve her şey aynı görünüyordu. Kaledeki yüzlerin aksi matemlerini güneşe savuruyordu. Birden gök yarılıverdi. İçinden kara giysiler içinde bedenler aşağılara doğru eğildiler. Başlarında  kara maskesi yüzünü örtmüş efendileri geliyordu. Koza haneden çıkan kızlar ne göğün yarıldığını, ne de kara elbiseli adamların yola indiklerini göremediler. Kalenin duvarlarındaki akrepler birden telaş içinde kaçışmaya başladılar. Duvardaki yüzler kulakları yırtarcasına çığlıklar atıyorlar hapis olmuş ruhlarının bedene kavuşmasını istiyorlardı. Güneş kendini buluta teslim etmiş ne kaleye, ne de kızların ilerlediği yollara vuruyordu. Baştan aşağıya kan rengine bürünmüştü akreplerin gözleri.

Başka bir lisan aramaya başlamıştık sen ve ben. Kendi lisanımızı kimse duymuyor içimizde ölen ve yeniden varolan ahlarımızı anlatmak için yeni yollar arıyorduk.  Yollar bulunamıyor ve bildiğimiz tek lisanı unutur hale geliyorduk. Birden senin ellerin ve benim gözlerim kanamaya başladı. Kimse neden olduğunu anlamıyor kızlar birbirlerine ayıp şarkıları olabildikleri en masum hallerinde söylüyorlardı.  Sözlerindeki; insanları yasak olana iten sözler hoşlarına gidiyor, beyaz tenli olanların yüzleri kızarıyordu. Senin ellerinden dökülen kanlar ardımıza izler bırakmış, benim gözlerimden akanlarsa kalenin duvarlarından kaçışan akrepler için besin olmuştu. Hepsi yüzüme üşüşmüşlerdi.  Bekleyiş sona ermiş, geceyi güne teslim etmenin rahatlıyla ayrılmıştık, bize verilmemiş doğamızdan aldığımız görevimizden. Karalar içindeki adamlar birden güneşin vurduğu ışıkların olduğu yöne doğru döndüler. İçimizde başka bir yok oluşa dair yeni izler bulmuştuk. Gözlerim; kan kırmızısı içinde bu koşunun ne vakit biteceğini bekliyordum. Efendileri birden doğruldu. Tüm yaşayanlar gözlerini efendiye çevirdi. Kızlar şarkılarını, ipek böcekleri feryatlarını. Herkesin içinde anlatılmayacak anılar canlandı birden. Efendi yok olmaları için önce birkaç ipek böceği, sonra da birkaç şarkı söyleyen kızdan seçti. Seçilenler artık bir daha yeni bir yolun olmayacağını anlamışçasına, suskundular. Efendi ne çığlıklara ne de  senin ellerinden benimse gözlerimden akan kanlara aldırmadan sonlarına dair emrini verdi. Kara içindeki adamlar; önce  ipek böceklerinin, sonra da kızların sonu olması için verilen emirlere doğru yol almaya başladılar. Akrepler bile bu olay içinde dehşete düştüler ve birer ikişer yüzümden yere düştüler.

O an belki de olmasını kimsenin düşünmediği bir şey oldu. Adamlar tam ipek böceklerini ve kızları almışlarken; içlerinden birisi:”Neden!” diye sordu. “Neden bunları bu şeklide yaşamak zorundayız!”. Ne karalar içindeki adamlar ne de onların efendisi böyle bir duruma kendilerini hazırlamamışlardı. Birden bir sessizlik oldu. Efendi adamlarının olduğunu ve bir avuç böcekle, onları ipeğe döndüren insanlardan korkmayacağını söylediler. İşte o an birden alev aldı her yer. O an; kızlar adamların ellerinden kurtuldu ve haykırdılar. Güneş kaledeki yüzümüze vurmaya başlamıştı. Yüzümüz adeta akan bir su olup böceklerin ve kızların üzerine döküldü. Akrepler; birden yağız atlara döndü, geceyi yenmek için ipek böcekleriyse onları sürecek olan süvarilere.  Herkes karalar içindekilerin üzerlerine yürüdüler. Karalar içindekiler bu denli bir Kalabalığı beklemiyorlardı karşılarında. Geri adım attılar. Efendinin adamları birden saf değiştirdiler. Birden ışığa ve aydınlık içinde olmaya ne kadar da çok ihtiyaçları ve nedenleri olduğunu anladılar. Birden efendi yapayalnız kaldı gündüzün ortasında. İşte o an sen ve ben yeniden beden bulduk yeryüzünde. Anladık ki aydınlık içinde olmak karanlıklar içinde bir duvarın üstünde olmaktan çok daha güzel. Anladık ki; kızların şarkıları ve son defa çıkılan o yalnız yol; bizi biz yapmıştı. Gece yerini gündüze teslim etmişti. Kızlar evlerinde, böceklerde bir başka kızın boynunda bulmuştu kendilerini. Artık kalede asılı kalmış iki yüz değil, sonsuzluğa giden bir sevgi içinde iki aşık olmuştuk.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder