Kaledeki Yüzler
Anlamadığım, anladıklarımdan o
kadar az ki; sanki söyleyecek çok şeyim varmış ve bunları unutmuş gibiyim. İlk
gözümü açtığımda yaşamaktı tek gayem. Yaşım ilerledikçe gayeler ve hayaller
kesişecek yer aradılar birbirlerinden habersizce. Kesiştikleri noktalardan o
kadar uzaklara düştüler ki; bir daha bulsalar birbirlerini bu kadar
özlemeyeceklerdi kim bilir? Ah sessiz sokaklar neler anlattım onlara geceler
boyu. Bazen bir bekçi oldu sırdaşım, bazen çöplerde hayatını sürdürmeye çalışan
sokak köpekleri. Neydi bizi hayata çeken? Kimin oyununa gelmiş ve yönümüzü
dünyaya çevirip, gözümüzü açmıştık boş bir odada. Aslında bir şeylere sahip olunamadığını
bilmek ne kadar kötü bir his. Durup düşündüğünde; bir bedene bile sahip değil
insan. En çok hüznü veren ne gidişler, ne de doğuşlar. En çok içine hüzün salan
yalnız yere düşen bir sonbahar yaprağı
ya da yalnız başına merhaba denilen bir akşam güneşi. Biliyorsun ki
güneş batacak ve ışıklar yanacak. Ve düşen sonbahar yaprakları ayaklarının
altında ezilecek, ta ki bir rüzgâr
yanından geçip de onları başka yerlere savuruncaya dek. Yaşamı anlayamadık
yeterince. Bir çift sana bakan gözbebeği varken hayatta, mutlusun ya da
sadece mutlu olunduğunu sanıyorsun. O
bir çift bakış senden ayrılınca ve uzaklara yönelince anlıyorsun bir başka rüya
daha görmüş olduğunu. Ve umutların göç
eden kuşlardan farksız kalıyor. Hayat hep bir tarafı tutuyor. Ona merhaba diyor
ve senin dalların bahar gelmeden
mevsimsizce açıyor ve geç kalmış bir kış hüznü yaşarken solup gidiyor. Yani
merhameti olmuyor dünyanın. Hepsi sıraya girmişçesine bekliyor olmayan düşlerin.Yaşadığın kültürün
nasıl da değiştiğini anlamakta zorlanıyorsun. Sen sen olmak peşinde koşuyorsun,
başka insanlar da oldukları benliklerini beğenmeyip, başka benlikler olmaya çalışıyorlar. Hayat
hep bir ikizi aramakla geçip gidiyor.
İkizin senin doğumunla ölüyor. Onun sen doğarken öldüğünü; ya içindeki
iyi ya da kötü sana yenildiğinde anlıyorsun.
Sen ve biz yıkılmaz denilen
kalenin belki de son bekçileriyiz. Kalenin surlarında iki yüzün izleri var.
Biri kuzeye, öteki güneye dönük. İki lisan var konuşulan, kelimeler tanıdık ama
cümleler yabancı bize. Sarı bir güneş ve onun rengini kıskanan bir bulut gibi
hayat. Hep istekler ve ardında son bulmayan düşler. Siyah ve kanatlı bir kapısı
var kalenin. Kapının hemen arkasında sen ve biz duruyoruz, kayıp düşlere sahip çıkmak ve onları nihayete
erdirmek için. Düşler birer birer çoğalıyor. Feryat sesleri yükseliyor. “Artık
yeter!”, diye haykırıyor kimisi. Hepsi de bir öncekinden daha da sabırsız
olacakları anı beklerken yürekleri kanıyor. Beklentisi olan sadece onlar değil
mutlaka. Baharın gelmesini, çiçeklerin bin bir renk ve kokuda açmasını bekliyor kozasındaki
böcek. Sıyrılması gerek, benliğini adadığı varoluşunu tamamlaması için o ipeksi
kozadan. Önce tenini acıtan bir hal alıyor birkaç zamandır etrafını saran o
ipek. Sanki gelecekteki güzellikleri haber verir bir yumuşaklıkta. Ancak
etrafını sarmış durumda. Ne kadar da yumuşak olsa hapis olduğunu biliyor o ipek
böceği ve onu saran kozası.
Koza hanenin ışıkları yanıyor.
Sen ve ben o bitmek bilmez nöbetimizde
yeni bir sayfa açtığımızda, etrafa hüzün ve ölümün kokusu yayılıyor. Burası
düşler ve etrafını kozaların sardığı bir kale. Kalede iki yüz asılı biri bana
bakıyor, öteki sana. Kaynayan sular içinde can çekişen ipek böceklerinin
sesleri karışıyor geceye. Çığlıklar adeta yüzyıllardır süren ipek böceğinin
ölüm yolcuğunu birkaç dakika içinde özetleyiveriyor. Böceğin çırpınışları; gece
vakti koza hanede çalışan kızların dillerinden söylenen başka şarkılarla yol
buluyor. Kalede iki yüz aslı biri kuzeye
dönük, öteki güneye.
Yeraltından gelen sesler ışıklı şehirlerin gürültüsünden
farksız. Kaleyi bekleyen iki yüz anlıyor sesleri ve onların geldiği şekli. Asıl
adı yaşam olan bu kardeş ölümün son bir haykırışı belki. İpek böcekleri
sonlarını biliyorlar. Bu denli yaşam olmanın nedeni de bu belki. Feryat her yerde. Bir yangından farksız. Son
çıkan rüzgârdan sana arta kalan; iki çatlak oluyor dudaklarında. Kanının; tadı,
tuzlu bile acı değil oysaki. Yaşama dair bağların hepsi bir bir kopuyor. İnsan içinden “Başıbozuk yaşamlar vardı.”,
diye geçiyor. Susan, ölünce; hep en çok haykıran oluyor. Yaz gecelerinin ufak ve unutulmaz bekçileri
gibi olan akrepler hiçbir zaman kalenin duvarlarını yalnız bırakmıyorlar.
Burada yaşamda olduklarını biliyorlar. Kim arta kalacak ki düşlerinden de
ötede? Bir deli rüzgâr kopuyor. Kalenin duvarları sallanıyor. Sallanan
duvarlara iki yüzün sedası yapışıyor. Gün; yüzünü geceden almaya kararlı. O
kadar berrak ki ay bırakmak istemiyor geceyi. Ama gün kararlı. Dönecek bir gün
kovulup, lanetlendiği dağlara. Dağlarda meşaleler yanacak. Meşaleler; labirent
gibi karmaşık olan hayata yön verecek, ışığı gören ilk düş nihayete erecek. İlk
düş; kozasından sıyrılan ilk ipek böceği olacak. Elinde taşıdığı meşalesi
yanacak ha yanacak.
Kalenin soğuk yüzü al al
yanıyor. Kozaların şanslı olanları; bir dut ağacının dallarında kalmışlar.
Şanssız olanlar; kaynar kazan içinde bulmuşlar bedenlerini, daha kanatları
olmadan, başka diyarlara uçmuşlar. Bahar gelecek! Şu karanlığı yarabilseydi
eğer güneş, verebilseydi aydınlığını kimsesiz düş kalmayacak, sen ve biz başka
düşlere dalacak, onların efendisi olacaktık. Efendi önümüzde eğilecek, etekleri
yerlere değecekti. Gece daha yeni bitmiş, kuşlar akşamın yorgunluğundan
kurtulmak ve aç olan karınlarını doyurmak için açmışlardı kanatlarını yeni bir
güne. Kalenin iki ucundaki yüzler, gündoğumu ile ortadan kaybolmuşlardı.
Kızlar; koza haneden çıkmışlar, birbirlerine kaledeki o biri kuzeye, diğeri
güneye bakan siluetler hakkında hikâyeler anlatıyor, kimisi gülüyor, kimisi umursamayacak kadar
yorgun bir halde evine doğru gidiyordu. Gece; günü getirmiş, fakat gelirken
güneş ışığını unutmuştu bir başka karanlığın içinde. Kapalı bir hava ve yer; kan, çamur içindeydi. Köşe
başı birileri tarafından tutulmuştu. Ayak sesleri yaklaşıyordu. Olduğu yerden
dikildi düşler, sen ve biz ayaktaydık daha uyumamış, uyumak için vaktimiz
olmamıştı. Birileri köşe başını bekler halde uyumamızı bekliyordu sanki. Kah
bir yürüyüş, kah bir kavganın tam
ortasında terk edilmiş hayaller ve onların yegâne bekçileri olan sen ve biz. Bu
soğuk bu kasvet dolu gecenin sabahını ne
de umutla beklemiştik düşlerin hapis olduğu kalenin duvarlarını. Kozalarından
duyulmaz çığlıklarını atan ipek böcekleri yoldaşımız olmuştu. Yollarda kızların şarkılarının ufak tınıları
kalmıştı. Kalede iki yüz, yüzde iki soluk bakış. Şimdi bunların hepsi bir hayal
gibi olacakları zamanı bekliyorlar.
Yüzler her günkünden farklıca
bir başka düşün matemini almışlar yüzlerine. Adı sonsuzluk olan ve varoluşların
en son durağı olan yere erdikleri için olamaz bu. Çünkü biliyorlar sonsuzlukta
bir daha ölünmeyeceğini. İpek böcekleri daha önce anlatmıştı onlara binlerce
defa. Adı suskun bir şarkı gibi sessiz ve kimselere anlatılamayacak kadar ayıp
ve hüzünlü bir ifade almışlardı. Sanki bir sürgün vardı ve sürgünün son durağı
olmuştu bu ölüm ve karanlık kokan kale.Yorgun düşenler ve hatta yorulamadan
ölenler olmuştu kaleye ulaşılacakken, son bulan yolda. Tersine dönen hiçbir şey
yoktu ve her şey aynı görünüyordu. Kaledeki yüzlerin aksi matemlerini güneşe
savuruyordu. Birden gök yarılıverdi. İçinden kara giysiler içinde bedenler
aşağılara doğru eğildiler. Başlarında kara
maskesi yüzünü örtmüş efendileri geliyordu. Koza haneden çıkan kızlar ne göğün
yarıldığını, ne de kara elbiseli adamların yola indiklerini göremediler.
Kalenin duvarlarındaki akrepler birden telaş içinde kaçışmaya başladılar.
Duvardaki yüzler kulakları yırtarcasına çığlıklar atıyorlar hapis olmuş
ruhlarının bedene kavuşmasını istiyorlardı. Güneş kendini buluta teslim etmiş
ne kaleye, ne de kızların ilerlediği yollara vuruyordu. Baştan aşağıya kan
rengine bürünmüştü akreplerin gözleri.
Başka bir lisan aramaya
başlamıştık sen ve ben. Kendi lisanımızı kimse duymuyor içimizde ölen ve
yeniden varolan ahlarımızı anlatmak için yeni yollar arıyorduk. Yollar bulunamıyor ve bildiğimiz tek lisanı
unutur hale geliyorduk. Birden senin ellerin ve benim gözlerim kanamaya
başladı. Kimse neden olduğunu anlamıyor kızlar birbirlerine ayıp şarkıları
olabildikleri en masum hallerinde söylüyorlardı. Sözlerindeki; insanları yasak olana iten
sözler hoşlarına gidiyor, beyaz tenli olanların yüzleri kızarıyordu. Senin
ellerinden dökülen kanlar ardımıza izler bırakmış, benim gözlerimden akanlarsa
kalenin duvarlarından kaçışan akrepler için besin olmuştu. Hepsi yüzüme
üşüşmüşlerdi. Bekleyiş sona ermiş,
geceyi güne teslim etmenin rahatlıyla ayrılmıştık, bize verilmemiş doğamızdan aldığımız
görevimizden. Karalar içindeki adamlar birden güneşin vurduğu ışıkların olduğu
yöne doğru döndüler. İçimizde başka bir yok oluşa dair yeni izler bulmuştuk.
Gözlerim; kan kırmızısı içinde bu koşunun ne vakit biteceğini bekliyordum.
Efendileri birden doğruldu. Tüm yaşayanlar gözlerini efendiye çevirdi. Kızlar
şarkılarını, ipek böcekleri feryatlarını. Herkesin içinde anlatılmayacak anılar
canlandı birden. Efendi yok olmaları için önce birkaç ipek böceği, sonra da
birkaç şarkı söyleyen kızdan seçti. Seçilenler artık bir daha yeni bir yolun olmayacağını
anlamışçasına, suskundular. Efendi ne çığlıklara ne de senin ellerinden benimse gözlerimden akan
kanlara aldırmadan sonlarına dair emrini verdi. Kara içindeki adamlar; önce ipek böceklerinin, sonra da kızların sonu
olması için verilen emirlere doğru yol almaya başladılar. Akrepler bile bu olay
içinde dehşete düştüler ve birer ikişer yüzümden yere düştüler.
O an belki de olmasını kimsenin
düşünmediği bir şey oldu. Adamlar tam ipek böceklerini ve kızları almışlarken; içlerinden
birisi:”Neden!” diye sordu. “Neden bunları bu şeklide yaşamak zorundayız!”. Ne
karalar içindeki adamlar ne de onların efendisi böyle bir duruma kendilerini
hazırlamamışlardı. Birden bir sessizlik oldu. Efendi adamlarının olduğunu ve
bir avuç böcekle, onları ipeğe döndüren insanlardan korkmayacağını söylediler.
İşte o an birden alev aldı her yer. O an; kızlar adamların ellerinden kurtuldu
ve haykırdılar. Güneş kaledeki yüzümüze vurmaya başlamıştı. Yüzümüz adeta akan
bir su olup böceklerin ve kızların üzerine döküldü. Akrepler; birden yağız
atlara döndü, geceyi yenmek için ipek böcekleriyse onları sürecek olan
süvarilere. Herkes karalar içindekilerin
üzerlerine yürüdüler. Karalar içindekiler bu denli bir Kalabalığı
beklemiyorlardı karşılarında. Geri adım attılar. Efendinin adamları birden saf
değiştirdiler. Birden ışığa ve aydınlık içinde olmaya ne kadar da çok
ihtiyaçları ve nedenleri olduğunu anladılar. Birden efendi yapayalnız kaldı
gündüzün ortasında. İşte o an sen ve ben yeniden beden bulduk yeryüzünde.
Anladık ki aydınlık içinde olmak karanlıklar içinde bir duvarın üstünde
olmaktan çok daha güzel. Anladık ki; kızların şarkıları ve son defa çıkılan o
yalnız yol; bizi biz yapmıştı. Gece yerini gündüze teslim etmişti. Kızlar
evlerinde, böceklerde bir başka kızın boynunda bulmuştu kendilerini. Artık
kalede asılı kalmış iki yüz değil, sonsuzluğa giden bir sevgi içinde iki aşık
olmuştuk.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder